Dua deyince Kur’an’daki çeşitli “dua ayetleri” dolarak adlandırılan mesajlar, Resulullah’ tandır(s) diye anılan dualar ve de Ali Şeriati ile Alexis Carrel’ın yazdığı kitaplar aklıma geliyor. Elbette kitapçı vitrinleri ve tezgâhlarında da ciltler dolusu dua kitapları bulunuyor. Doğrusu onlar benim çok dikkatimi çekmiyor. Bu yazıda Kur’an-ı Kerim’de aynı kökten gelip iki grupta toplanabilecek dua/davet ayetleri hakkında kimi bilgileri paylaştıktan sonra farklı bir yaklaşım üzerinde tartışma açmak istiyorum.
Yukarıda söz konusu ettiğimiz ayetleri, “yalvarış, yakarış, isteme, yani gündelik dildeki dua anlamında” ve “davet, çağrı anlamında” olan ayetler olarak iki grupta toplayabiliriz. Birinci grubu oluşturan ayetlere kısaca ”yalvarış ve yakarış”, diğer gruba da “çağrı” ayetleri diyebiliriz.
Kur’an’da birinci gruba giren ayetler şunlardır: Bakara, 2/23, 68,186; Ali İmran, 3/38; Enam, 6/40, 41; Araf, 7/5, 56; Yunus, 10/10, 12, 106; Rad, 13/14; İbrahim, 14/39, 40, 41; İsra, 17/11; Meryem, 19/4, 48; Furkan25/77; Rum, 30/33; Zümer, 39/8, 49; Fussılet, 41/31, 32, 48, 51; Ahkâf, 46/5; Kamer, 54/10 olmak üzere toplam 28 ayettir.
İkinci gruptaki ayetler de şunlardır: Bakara, 2/171; Enfal, 8/24; Yunus, 10/25; Yusuf, 12/33; Enbiya, 21/45; Nur, 24/63; Neml, 27/68, 80; Rum, 30/52; Fatır, 35/14; Mümin, 40/2, 41, 42, 43; Fussılet, 41/33; Ahhkâf,46/9 olmak üzere 16 ayettir.
Dua kaderi değiştirmez. Yani Allah’ın Evren’de işleyen kaderi, ölçüsü değişmez. Aynı şekilde sünnetinde de değişme görülemez. O bakımdan duada insan bilinçli olmalı ve bu anlamda sınırları aşmamaya çalışmalıdır. Dua, bir çeşit dertleşmektir, yani Allah ile yapılan dertleşme, yalvarış ve yakarıştır. Allah’tan, babadan harçlık istemek gibi bir şey istemek tuhaftır. Bunlarla birlikte “fiili dua” diye bir şey vardır ve davranış olarak gereğini yapmaktır. Dua, bir bakıma Allah’ın varlığını yüreğinde ve aklında hissetmektir. Kur’an’daki mesajlar ile Evrendeki ayetler, insanın Allah bilincini artırıp yükseltir ve buna bağlı olarak irade ve sorumluluk anlamında kişi, duasında isabetli olabilir, yani eylemli dua gerçekleşir.
Bilindiği üzere özellikle son zamanlarda dua-salât ilişkisi üzerine çeşitli şekillerde ve zeminlerde tartışmalar yapılmaktadır. Bu bağlamda da birkaç cümle söylemek istiyorum. Dua-salât ilişkisi: dua kavramı salâtı, salât kavramı da dua anlamını içermektedir. Çoğu zaman dua, salâtın düşünme, hayal etme, plânlama ve teorik aşaması; salât da yapılan bu duanın eylem, yani davranışa dönüştürme aşamasıdır. Bu anlamda yukarıda da değindiğimiz gibi “fiili dua” diye bir uygulamadan söz edebiliriz, işte bu salâttır. Şöyle de diyebiliriz: salâtın içinde dua, duanın kapsamında salât vardır… Bu noktada şunu belirtmekte yarar var: sembolik hareketlerle yerine getirilen menasık/nüsuk kapsamındaki “namaz” sadece bir duadan ibaret değildir. Namaz, duayı da içinde barındıran, kendine özel kuralları bulunan ve belirli vakitlerde belirli davranışlarla yerine getirilen ve bu yapısıyla Müslümanlığın temel esaslardan birisidir. Bununla birlikte Kur’an’da geçen “sa-la-ye” kökünden gelme “salât” kavramı ve aynı kökten türeyen sürümleri her ayette “namaz” anlamında değildir. Dolayısıyla her Mümin/Müslüman namaz anlamındaki salâtını da ikame etmeli, yalvarış, yakarış, dertleşme, istekte bulunma anlamındaki duasını da yapmalıdır. Bu anlamda bu iki kavram tam olarak birbirlerinin yerine geçemezler, ama gayet uyumlu bir şekilde her Müslüman’ın/Müminin hayatında birlikte, yan yana yürüyebilirler. Bu yürüyüş, çok hayırlı ve bereketli bir ibadettir/eylemdir; Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde bulunan Müslümanlarda menasık ve ibadetin ortak bir yansımasıdır…
Namaz anlamındaki salât, günün belli duraklarında/vakitlerinde, dua anlamındaki salât ise Kur’an’da da birçok kez tekrarlandığı gibi, sabah-akşam, gece-gündüz, yani sağ ve uyanık olunan her an yerine getirilmesi gereken sorumluluklardır. Bu noktada belki şunu söylemek de isabetli olabilir. “Namaz” bilindiği gibi Farsça bir kavramdır. Bu hali ile “namaz” kavramı, Arapçadaki “salât” kavramını tam olarak ne kadar karşılıyor, bilmiyorum. Ancak, Türkçede kullanılan hali ile tam olarak diğer birçok kavramda olduğu gibi karşılamadığı açıktır. Duadaki salât ve yakarış ile asla vazgeçilmez bir nüsuk olan namazı; sürdürülebilir bir değer ve kuvvet olarak yaşamımızda canla başla devam ettirelim, inşallah…
Dua kavramı ve eylemi konu edildiğinde hemen akla “ Tevbe ” ve istiğfar” kavramları gelir. Evet, bu kavramların dua ile yakından ilişkisi vardır. Tevbe, asıldan/esastan yapılan sapma sonrasında aklını yürüterek asla dönmek ve bu dönüşten sonra asaletini korumaktır. Güncel moda tabirle söylersek; fabrika ayarlarına dönmek ve o esas üzerinde yaşamaktır. İstiğfar, Ğafur er Rahim’ den (Allah’tan) bağışlanma dilemedir. Bunlar kendi başlarına işlevlere sahip oldukları gibi, dua kapsamına da girerler.
Dua ile el/eller arasında da bir ilişkinin bulunduğu bilinmektedir. “Elleri semaya açmak”, “el kaldırmak”, ”elden gelen”, “Ne verirsen elinle, o gider seninle”, v. s. Bu bağlamda “el” in, bir temsil olduğunu söyleyebiliriz. Yani insanın bütün yaptıkları ve yapmadıkları el üzerinden anlatılıyor. Aslında mesele dua etmek için elleri semaya kaldırmadan önce o ellerin (akıl/zihin, mal ve diğer her şey dâhil, bedenin bütün organları) hangi işler ve eylemlerde bulunduğudur… Yukarıda fiili duadan söz etmiştik, bunu göz ardı edip parmakların bağlı olduğu eli öyle mi kaldıralım, şöyle mi? Parmakları kenetleyelim mi? Ya da elleri havaya kaldırmasak olmaz mı? Yoksa omuz hizasında açalım mı? Bunların hepsi fantezi ve markalama /rozet takmadan öteye geçmeyen anlamsız teferruattır.
“De ki: sizin duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin? Siz onu yalan saydınız, yakında bunun cezasını çekeceksiniz.” (Furkan, 25/ 77).
Yazının girişinde farklı bir yaklaşım üzerinde tartışma açacağımı söylemiştim. V. C. Andrews adlı bir yazar, “Kırık Kanatlar” adlı romanında ana-kız arasındaki bir tartışmalı konuşmada kıza annesine karşı şu ifadeyi kullandırıyor: “Dua Tanrıyla arandaki küçük yalanlardan başka bir şey nedir ki?”
Phobe, daha 20’sine girmemiş ve biraz sıra dışı, belki dağınık da denilebilecek bir hayat sürüyor ve annesi ile araları bozuk, sorunlu, yanında kaldığı Mae Louise teyzesi ile de anlaşamıyorlar. Anne ve teyze dindar insanlar, dindarlıkları geleneksel bir yapı arz ediyor. Anne ile sorunlu, teyze ile kayıtsız ve karşılıklı umursamaz bir çizgide ilişkiler akıp giderken bir tartışma sırasında yukarıdaki söz kullanılıyor. Romanda daha birçok dikkat çeken, altı çizilecek ya da alıntı yapılacak yerler var. Ama bu söz, gerçekten ilginç ve iddialı; öyle değil mi? “Dua”, Tanrı ile insanlar arasındaki küçük yalanlar mıdır? Birisi çıkıp “Ne küçüğü, büyük yalanlardır” da diyebilir.
Dua, insanla Tanrı arasındaki küçük yalanlar mıdır? Ya da bu söz ile ne anlatılmak isteniyor? İnsan genellikle duasında Rabbinden bir şeyler ister ya da işlediği günahlar için tevbe eder ve bir daha işlemeyeceğini yana yakıla Tanrısına arz eder. Ama daha sonra aynı günahı ya da benzerlerini tekrar işler… Bu olayın tekrarlanıp devam etmesi “yalancılık” mıdır? Bu söz ciddiye alınmalı ve esaslı bir şekilde tartışılmalıdır. Tanrının varlığını kabul edip O’na inanan kişiler için “dua” ve “tevbe” çok önemli ve değerlidir.
İnsanlar arasında süren ilişkilerde yanlışlık yapıldığında, haksızlık edildiğinde ya da herhangi bir nedenle gerektiğinde “özür dileme” diye bir mekanizma işler. Allah-İnsan ilişkisinde de buna benzer bir durum söz konusudur. Dua, tevbe ve istiğfar da böyle bir mekanizmadır diyebiliriz. Ancak özürler biraz sıkıntılı bir manzara sergiler. Hatta çoğu zaman bir işe de yaramazlar. Çünkü özürler her zaman çok küçük, çok gecikmiş ve söylenmemesi gereken şeylerdir. Genellikle sadece incitilen yeri hatırlatırlar. Gündelik hayatımızda ne kadar çok karşılaşırız bu durumlarla; insanlar iki de bir, birbirilerinden özür dileyip dururlar. Bu özür dilemelerin çoğu içtenliksiz ve baştan savma biçiminde gerçekleşir ve bu haliyle yinelenip durur. Bu sahnede işleyen bir “Yalan Mekanizması yoktur” diyebilir miyiz?
Bu tür konular gündeme geldiğinde hep İbrahim Peygamber’in meşhur duası olan ayet aklıma gelir. O çok meşhur bir duadır ve herkes de bilir. Ayrıca bütün namazlarda okunan bir duadır: “Ya Rabbena! Mağfiret buyur bana ve ana babama ve bütün müminlere, …” (İbrahim, 14: 41). Evet, yeniden soralım: dua, Tanrı ile insan arasındaki küçük yalanlar mıdır?
Dua edip duran toplumumuzda önce evlat-ana baba arasındaki ilişkilere bakalım: kim kime gerektiği gibi davranıyor! Kaç ana baba evladından, evlat ana babadan razı… Şimdi müminler kesimine bakalım; bu sahnede durum nasıl? Mümin mi, değil mi? Belli olmuyor… Kim nedir, ayırt etmek zor… Peki, onca dualar! Biliyorsunuz; Phobe bir iddiada bulunmuştu. İsterseniz; o, bir ”kâfir” deyip geçiniz, ya önümüzdeki gerçeklik; öldüren öldürene, çalan çalana; yalan diz boyu… Vesselâm!