İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? (Ankebut, 2)
Eliah Kazan’ın dillere destan o filmini bilirsiniz: “Viva Zapata.” Hem yönetmeni hem de başrol oyuncusu Marlon Brando’nun oyunculuğu ile göz dolduran, kendini iktidar üzerinden tanımlayanlara karşı insanlığın ortak direnişini haklı çıkaran, sonradan yönetmenini de yıllar süren yalnızlığa ve dışlanmışlığa iten bu film bir kez daha görülmeğe değer.
Film, Meksika’da büyük toprak sahiplerinin bitmek tükenmek bilmez iştahlarının halkı topraksızlığa ve yoksulluğa itmesiyle büyük bir direnişin, mücadelenin başlamasına tanıklık eder.
Başlangıçta her şey çok iyi gider, ancak Zapata’nın etrafındaki güruh iktidar odaklı düşünmeye ve hareket etmeye başlayarak kedini halktan soyutlar. İktidar konformist davranmakla yetinmez artık halka açıktan zulmetmeye başlar. Mücadele ile kazanılan haklar keyfi uygulamalar ile kaybedilir.
Bu durum karşısında halkın tepkileri giderek artmaya başlar ve halkın sözcülüğünü yapan bir genç Zapata’nın karşısına çıkar, tıpkı kendisinin de bir zamanlar toprak sahiplerinin maşası haline gelen iktidarın karşısına dikildiği gibi…
Zapata işte o zaman anlar; halk, sadece sanal iktidarlar yaratarak kendine kâbuslar yaşatmaktadır. Bir rüyada yaşar gibi kendi güçsüzlüğüne inanmakta ve bir gün kendi kâbusundan uyanacağı zamanı beklerken kendi kahramanlarının yani güçsüzlüğünün esaretinde kalmaya devam etmektedir.
Kahramanımız kendisine sunulmuş olan koltuğu terk ederek yeniden direnişe başlar. Ancak bu fazla uzun sürmeyecek, yeni toprak sahiplerini yaratan iktidar kendisini acımasızca ortadan kaldıracaktır.
Böylesi kendini tekrarlayan bir mekanizmanın ürettiği iktidarlar ise sadece çoğunluğun daha fazla acı çekmesine zemin hazırlayacak, iktidarın pekişmesi adına yapılan her şey halkın hareket alanını daraltmaya devam edecektir.
Zapata, kendi halkı adına bunu geç de olsa fark etmiş, bunun bedeli olarak,tıpkı Che gibi ölümün o acı yüzüne tebessüm etmekten geri durmamıştır.
İşte senin ülkende böyle bir kıpırdanış ve uyanışın emarelerine rastlanmaz.
Senin ülkende muhalif kesimler dahi otoriteyi gittikçe derinleştiren iktidarlar yaratır. Hatta muhalif olmak, halef olmak/yerine geçmek anlamındadır çoğu zaman. Oysa sistemin dışına çıkabildiğin sürece varlık alanı kazanırsın. Aksi halde sistem seninle kendini tekrarlayıp durur.
Kalabalıkları uyutmanın en kestirme yoludur. Tek tek afyonlamak yerine her kesime bir din üretmek…
Ülkemizde muhafazakâr burjuvanın ürettiği tek değer işte bu afyon dinidir.
O zaman bir işveren ısrarla sigortasız çalıştırdığı işçisine rağmen hac farizasını yerine getirmekte, “Emeğin hakkını vermelisin” farizasını ise yerine getirmekten imtina etmektedir. Aslında iman etmiş bir ruhun vicdanında böylesi bir dualitenin varlığından söz edemeyiz.
İnsanları diri diri toprağa gömmek bir cahiliye âdeti ise bunu mutlaka tarihin tozlu sayfalarında aramak gerekmez. Biraz daha kâr elde etmek adına denetimsiz bırakılan maden ocaklarında söndürülen ocaklar… Onlarca insanın ve ailesinin diri diri toprağa gömülmesi ve buna seyirci kalınması sizce ne anlama gelmekte?
Devletin denetim mekanizmasının Ergenekon davasında nasıl işler hale getirildiğini hep beraber gördük. Çok sayıda apoletli insanın suç örgütü oluşturmaktan nasıl cezaevlerine atıldığına şahit olduk.
Bunlar olması gereken şeyler. Ancak aynı mekanizma nasıl oluyor da sermaye sahiplerini denetimsiz bırakıyor.
Demek ki, iktidarı tehdit etmeyenin, halkı tehdit ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Böyle yalnızlaştırılmış bu halk sizce ne yapsın? Devlet bütün halk kesimlerine eşit mesafede kalarak meşru varlığını sürdürebilir. Aksi halde bir çete olmaktan kurtulamaz. Zaten kimin baş aktör olduğunun da pek bir önemi yok. İşte o yüzden bu iktidar sahipleriyle aynı safta değiliz. Çünkü onlar ‘madencilerin kaderinde ölmek vardı’ diyenlerden.
Biz ise ‘madencilerin kaderi sermaye sahiplerinin elinde olamaz’ diyenlerdeniz.
Nedendir ki, iktidar ve güç sahiplerinin kaderinde ölmek olmaz. Hep ölümden arındırılmış rahat alanlarda yaşarlar. Her dönemin Firavun’u olmak mıdır dertleri?
Siz adalet kavramından sadece hesap vermeden hükmetmeyi anlarsınız. Bizim ise adaletten anladığımız daha fazla eşitlik ve hakkı üstün tutmaktır.
Oysa tevhidin şerh ettiği insan, açık ve kesindir. Çelişkilere ve parçalanmaya izin vermez.
Firavun’un sarayında bir Musa olamıyorsan, vicdanında bir İbrahim yaratamıyorsun demektir.
Zapata olup onlarca madencinin yerine toprağın yüzlerce metre altına gömemiyorsun kendini.
Ve yine Muaviyeler, Yezitler gibi Tanrı’yı suçluyorsun, “kader” diyorsun. Başkalarının kulluğundan kurtulup başkaldıramıyorsun. Büyük bir yürek olmayı küçük bir ihmale feda ediyorsun. ‘Güçlü bir halk’ görmek yerine güçlü olarak kendini görmeyi seçiyorsun.
Ali Şeriati ideal insan için şöyle der: “O, yaşamanın tek boyutlu, kırık dökük ve kusurlu kılmadığı, kendinden uzaklaştırmadığı insandır. O, Allah’a kulluk yoluyla, var olan her şeyin ve herkesin kulluk bağından kurtulandır. Mutlak irade karşısında teslim oluşu, her zorlama karşısında başkaldırıya çağırmaktadır onu.”
Sesimiz yüksek, soluğumuz keskin, sözümüz acı geliyorsa bundandır. Bundandır İbrahimsiz kalamayışımız…