Acaba dinler isyanların sonucu mu, yoksa toplumu itaat ettirmenin sonucu mu ortaya çıkmışlar, doğmuşlardır? Özellikle de İslam kültüründe isyan mı, itaat mi daha çok öğütlenir? Acaba genel olarak dinler, özel olarak da din derken kastettiğim İslam bu konuya nasıl bakar?
Dinler tarihine baktığımızda bütün dinlerin isyanla başladığını görüyoruz. Yeryüzünde bildiğimiz bütün dinler isyanla başlamıştır. Bu isyanla var olup, o günkü yerleşik düzene karşı çıkmışlardır. Mesela Uzakdoğu’dan başlayalım. Budizm’in kurucusu Buddha, o dönemde var olan Brahmanizm dinine isyan etti. Brahmanların oluşturduğu katı bir kast sistemi vardı. Din adamları en tepede bulunuyordu ve bunlar acıyı, katlanmayı Tanrının kaderi olarak görüyorlardı. Buddha bu açıdan, kaderden ve din adamları baskısından kurtulmak istedi. Bunun için içinde yaşadığı sarayı terk ederek, açık doğaya, yoksul, çaresiz ve kimsesiz insanların arasına katıldı. Budizm böyle doğdu ve daha sonra büyüdü, gelişti. Başka krallıkların, sultanlıkların dinine dönüşünce, itaat kültürü ön plana çıkmaya başladığında toplumları dinle uyuşturmanın aracına dönüştü.
Eski İran’a bakalım, orada da Zerdüştlük isyanla başlamıştı. O dönemin var olan putperestlik anlayışına karşı Zerdüşt isyan etti. Sonunda bunu canıyla ödedi, öldürüldü. Zerdüşt’ün ardından Mecusilik adıyla Zerdüştlük dini, İran krallarının ve saraylarının dinine dönüştü. Sonra buna karşı da Mazdek ortaya çıktı. Tekrar bir isyanla yeniden bir din doğmuş oldu.
Sonra Mani de aynı şekilde başlamış. Maniheizm’in ortaya çıkışına baktığımız zaman o da kendi zamanındaki din adamlarına bir karşı çıkış, bir İsyan kültürü olduğunu görürüz. O da içinde var olduğu toplumsal düzenin karşıtı olarak doğmuştur.
Musa’ya bakalım, Firavuna isyanla doğmuştur. İbrahim’e bakalım, Babil İmparatorlu’ğuna, Babil Nemrutlarına ve krallıklarına isyanla doğmuştur. İsa’ya bakalım, Roma’ya isyanla doğmuştur. En son Muhammed peygambere bakalım, Kureyş Kabilesinin Mekke üzerindeki egemenliğine ve Kabe etrafında kurdukları düzene isyanla doğmuştur. Sokrates’e bakalım, Delhi Tapınağının rahiplerinin verdiği fetva ile baldıran zehiri içirilerek öldürülmüştür. Gençlerin kafasını karıştırmak ve Olimpos Dağı’ndaki Tanrılara karşı gelmek suçlaması yapılmıştır.
Dolayısıyla doğuda, batıda bütün bilgeler, filozoflar, peygamberler isyanla ortaya çıkmışlardır. İçinde yaşadıkları düzene, topluma İsyan etmişlerdir. Fakat İsyan ettikleri toplumsal düzende, din dışı bir düzen ve dindışı argümanlar kullanmıyordu. Onlar da din adına toplumu yönetiyorlardı. Mesela Musa Firavuna karşı çıkıyor ama Firavun da Tanrının yeryüzündeki gözü, kulağı, cisimleşmiş hali olduğunu iddia ediyordu. Fi-Ra-vun Tanrı Ra’nın yeryüzündeki gözü, kulağı veya cisimleşmiş hali anlamına geliyordu. İbrahim’in karşı çıktığı Babil İmparatorluğu, adı üzerinde Bab-İl, Tanrının ülkesi, Tanrının kapısı demekti. ‘Bab’ kapı demek, ‘el’de o dönemde Tanrının ismi, Allah kelimesinin ilk hali. Ülkelerine Tanrıya giden yolun kapısı ismini koymuşlardı. Keza Bizans İmparatorları da Tanrıları arkalarına almışlar ve insanlara Tanrılar adına hükmediyorlardı. Kur’an-ı Kerim’deki İhlas Suresi geldiğinde, ‘Tanrının oğlu yoktur’ dedi ve kralların Tanrının oğlu olduğu iddiasını bitirdi. Böylelikle insanlık tarihinde ve dinler tarihinde yeni bir yol açmış oldu.
Şu halde tarihe baktığımızda dinlerin isyanla doğduğunu görüyoruz ama aynı şekilde dinlerin insanları itaat ettirmeye çalıştığını da görüyoruz. İsyanla doğan dinler, itaat üzerine kurulan dinlere karşı çıkıyorlar. Yani muhalefette de Allah var, iktidarda da Allah var, Allah’a karşı Allah var. Ali Şeriati’nin tabiriyle dine karşı din var. Ezilenlerin Allah’ı, ezenlenlerin Allah’ıyla mücadele ediyor. Ezilenlerin dini, ezenlerin dini ile mücadelede ediyor. İsyan eden din, itaat isteyen dine karşı mücadele ediyor. Tarihte dinle dinsizliğin değil; dine karşı dinin olduğunu görüyoruz. Allah’a inananlarla inanmayanların değil; Allah’a inananların, yine Allah’a inananlarla mücadele ettiğini görüyoruz. Muhalefette olanlar isyan ediyorlar, iktidarda olanlar itaat istiyorlar ama ikisi de Allah adına hareket ediyor. Şu halde dinler isyanla doğmuşlardır, ancak iktidara gelince itaat aracına dönüşmüşlerdir.
Şu halde dinin iki yüzü vardır diyebiliriz. Bir isyan eden yüzü, bir itaat isteyen yüzü. İslamiyette de bu böyledir. Ancak itaat isteyen yüzü, yine de şartlıdır. Hiçbir şekilde şartsız itaat söz konusu değildir. Mesela, Kur’an-ı Kerim’de şöyle bir ayet var. ‘’Allah’a Resulüne ve sizden olan idarecilere itaat ediniz.’’ Burada Allah görünmediğine göre, Resul şu anda yaşamadığına, mezarda olduğuna göre, idarecilere itaat etmek üç şarta bağlanıyor. Bir, idareciler Allah’a itaat ediyor olacak. İki, idareciler Peygamberin sözünden çıkmayacak. Üç, idareciler bizden olacak. Bizden derken de kastedilen bizim seçtiğimiz demektir. Yani bizim seçtiğimiz idareciler Allah’a uymalı, Peygamberin sözünden çıkmamalı ve biz ona yetki verdiğimiz sürece dediklerini tutmalıyız anlamındadır. Dolayısıyla idarecilere mutlak itaat söz konusu değildir.
Nitekim İslam kültüründe bu şöyle ifade edilmiştir. Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez, merhamet etmeyene merhamet olunmaz, adaletten ayrıldığı an itaat vacip olmaz. Bir idareci adaletten ayrıldığı an, haksızlık yaptığı an, çizgi dışına çıktığı zaman ona itaat gerekmez. Ancak bu klasik Kur’an kültüründe böyledir. Sünni paradigma bunu değiştirmiştir. Sünni Müslümanlık daha çok İslam tarihinde sultanların, sarayların ve imparatorlukların dini olduğu için onun geliştirdiği kültürde Sultan adaletsizlik de yapsa, haksızlık da yapsa, günah da işlese, fasık da olsa ona itaat etmek gerekir argümanı gelişmiştir. Allah’ın yeryüzündeki gölgesi demişlerdir sultanlara ve her ne olursa olsun mutlak itaat istemişlerdir. Demişlerdir ki; ‘’Bir saatlik kargaşa, bin yıllık itaatten daha kötüdür. Kargaşa olacağına devletsiz, İmamsız, Sultansız kalınacağına zulüm de yapsa, fasık da olsa, günah da işlese, adaletsizlik de yapsa Sultan’a itaat edilmelidir’’ telkini hep yapılmıştır.
Şu halde İslam tarihinde muhalefette kalanlar, mesela Şiîlik, Mutezile, Karmatîlik, İsmailîlik, Haricîler vb. daha çok Öteki İslam Tarihi içinde sarayların dışındaki İslami akımlar hep isyanı öğütlemişlerdir. Ama sarayın mezhebi haline gelen Sünni Müslümanlık, daha çok itaati ön plana çıkarmıştır.
İslam’da itaat edilecek şey Allah ve Resulü ve bizim seçtiğimiz idareciler olarak belirleniyor. Bizim seçtiğimiz idareci demek ‘’ulu’l emri minküm’’ sizden olan idareciler, bizim seçeceğimiz, aynı zamanda bizim geri alabileceğimiz idareciler demektir. Öyle bir toplumsal iş bölümü olmalı ki, ben birisini seçmeliyim, seçtiğimi geri alabilmeliyim. Ben ancak seçimle iş başına gelen birisine uymalıyım. Üstelik iş başına gelen kişinin de İslami literatürde Allah ve Resulü diye ifade edilen, çağdaş modern siyasette adalet, hukuk, hukukun üstünlüğü diye ifade edilen kamusal haklardan ayrılmama şartı vardır. Bunlara uyduğu takdirde ve gerektiğinde benim geri çekebilme inisiyatifim olduğu takdirde iş bölümünden doğan sonuca uyarak kendisine iş verdiğimiz veya seçtiğimiz insanlara uymalıyız. Burada da bir mutlak itaatin olmadığını görüyoruz.
Aslında uyulacak şeyler tabiî olanlardır, otoriteler değildir. Doğal yasalar, gönüllü sözleşmelerden doğan hükümler, evrensel ahlâkî kurallar, tabiatta, doğada cereyan eden yasalar… Bunlar uyulmaya lâyıktır. Dini literatürde bunlar Allah ve Resulüne uymak şeklinde ifade edilmiştir. Kur’an’a tabi olmak da budur, Allah’a ve Resulüne itaat etmek de budur. Devletle halk arasında bir sözleşme yapılır, bu sözleşmenin gereği olarak ‘’ben sana uyacağım sen de bunun karşılığında şunu yapacaksın’’ denilir. İşte buradan doğan hükümlere uymak gerekir. Bunun dışında birisini otorite olarak kabul edip, mutlak ve sonsuza kadar ona itaat, sonra oğluna, sonra da onun oğluna, sonra o sülaleye, sonra o soydan gelenlere uymak diye bir şey kesinlikle söz konusu değildir.
Dolayısıyla dinlerin isyanla doğuşu ve kadere imanın aslında dini bir argüman haline getirilmesi de gösteriyor ki, dinler esas itibariyle itiraz kültürü üzerine yükselmiştir. Daha sonra zenginlerin ve imparatorların eline geçerek itaat kültürüne dönüştürülmüşlerdir. Kadere iman Emevî doktrini idi ve insanları itaat ettirmek için uydurulmuştu. Halbuki ilk ayetlere baktığımızda Mekke’de müşriklerin kadere iman üzere oldukları ve Kur’an ayetlerinin buna karşı çıktığını görürüz. Kur’an-ı Kerim’ der ki ‘’tairikum meakum’’ kaderiniz sizin elinizdedir. Kur’an Mekke’nin yoksullarına ve kölelerine böyle söyledi. ‘’Kölelik sizin kaderiniz değildir, yoksulluk sizin kaderiniz değildir. Allah kaderinizi sizin elinize vermiştir, boynunuza dolamıştır. Dolayısıyla kendi kaderinizi kendiniz yaratacaksınız. Allah da size yardım edecek’’ diyerek onlara telkinlerde bulunmuş, kıssalar anlatmıştır. Kıssaların anlatılışı da yoksulları ve ezilenleri gayrete getirmek ve bir şeylerin değişebileceğine onları inandırmak içindir. Denmek istenmiştir ki; ‘’Eğer siz Peygamberin peşinden giderseniz bu düzen değişecek. Eğer siz bu yolda yürürseniz Allah Musa gibi önünüzde denizleri yarıp açacak. İbrahim gibi sizi ateşte yaktırmayacak. İsa gibi ölüleri diriltecek.’’ O zaman o dönemde anlatılan kıssalar bunlardı. Bu kıssaların kıssa formatının bozulmayarak, bu formatta anlatılmasının da sebebi budur. Her an her şey olabilir, dünyanın düzeni değişebilir, ölüler dirilebilir, denizler yarılabilir, ateş yakmayabilir, mahkum değilsiniz bu makus talih yenilebilir. O zaman ayağa kalkın ey köleler, ey yoksullar demek içindir. Bütün bu anlatı bu amaçladır.
Şu halde tüm bu anlatılar isyanı besleyen bir argümana dönüşüyor. Ama bu daha sonra dönüyor dolaşıyor sultanların eline geçince, itaati besleyen bir argümana dönüşüyor, bir afyon olarak insanlar uyuşturuluyor ve yerinden kıpırdayamaz hale geliyor. Şu halde isyanın da itaatin de dinin içinde olduğunu görmemiz gerekiyor. Ezilenin Allah’ı ile ezenin Allah’ının tarih boyunca mücadele ettiğini görmemiz gerekiyor. Vicdan olan dinle, afyon olan dinin iç içe geçtiğini, birlikte insan hayatında var olduklarını görmemiz gerekiyor.