Diyarbakır’dayım.
Ofis’ten Dağkapı’ya doğru yürüyorum. Biliyorum, nerede takıldığını. Surları dönüp sokağa giriyorum. Yan yana dizilmiş esnaf dükkanlarının birinin arasında dar bir kapı var. O kapıya yöneliyorum. Merdivenler beni üst kata taşıyor.
Sigara dumanlarının arasından geçiyorum. İlk defa gelmiyormuş gibi davranıyorum. Yüzüme bakan oyun masaları ise ilk defa görmüyormuş gibi davranıyorlar.
Üstü açık bir terasa geçiyorum. İleride, bir adam yalnız başına oturmuş. Uzatmış ayaklarını önündeki sehpaya. Elinde bir kitap… Yalnızlık Sözleri-2 yazıyor üzerinde. Yazarı: Ali Şeriati…
Görünce beni,şaşırıyor. Kalkıyor. Sarılıyoruz. Otur hele diyor. Ne zaman geldin diye soruyor? Beni nasıl buldun diyor. Dünya küçük diyor. Atınca şaşkınlığını üzerinden, susuyoruz ikimiz de…
Kendi deyimiyle hayat okulundan kalbinin kırıklarıyla mezun olmuş bir adam, o.
Elindeki kitabı karıştırıyorum, rastgele… Karşıma bir cümle çıkıyor. Kalıyorum.
“Ölüm haberini bana getirdiklerinde onun, iki tane yas davetiyesi dağıtsınlar, söyleyin!”
Gözüm satırları tarıyor.
161. sayfanın 19. satırı…
İhsan Eliaçık‘ın ve Ali Şeriati’nin kitaplarının sayfalarını yüreğindeki pişmanlık denizlerine okuyor.
Tevbeyi belki de en iyi o biliyor. Çünkü o, günahların içinden geliyor.
İkimizin de konuşacak çok şeyi var. O susuyor ben susuyorum. Dağkapı küçelerinde (sokaklarında) kenarlarda, Ali Şeriati okuyan ve kafa yoran bir adam.
Leh’ul Mülk nedir? İnfak nedir? İlah nedir? Sevgi Nedir? Aşk nedir? Bağışlamak nedir? Bağışlanmak nedir? Varoluş nedir? Yokoluş nedir? Yabancılaşmak nedir? İnsanın kendisi olabilmesi nedir? nedir?… ne değildir?… ile derin bir hesaplaşmaya girişmiş…
Yoğun yalnızlığı, evsizliği ve geride bıraktığı onca yılın anıları da bu iç dünyaya eklenince Diyarbakır’ın Dağkapı köşelerinde affederek ve affedilmeyi bekleyerek yaşamaya çalışan bir telaşa dönüşüyor.
Onunla biraz konuştum. Dinledim uzun uzun. Diyarbakır şivesi, kitabî cümleleri, kirli sakal yüzü ve uzaklara bakan gözleri ile hepimizin hayatından hepimizin içinden geçenleri konuştuk.
DAĞKAPI KÖŞELERİNDE AFFEDİLMEYİ BEKLEYEN ADAM
Cehennem acı çektiğimiz yer değil; acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir” demiş Hallac-ı Mansur.
Desenize birbirimizin acılarına kulaklarımızı tıkadığımız bu dünya dan daha iyi bir cehennem yok…
İşte, Affedilmeyi Bekleyen Adam’ın üzerinden aslında tüm Affedilmeyi bekleyenler adına bir kulak verişti benimkisi.
Ey okuyucu! Affedilmeyi Bekleyen Adam, şu an bir çayevin’de sandalyeleri üzerinde uyumakta ve gündüzleri ise hayatın, tarihin, aşkın ve sabrın tabiatına dair derin sorgulara ve özürdileyişlerin kıyılarına vurmaktadır.
Onun gözlerindeki pişmanlık ve bitmişliğe inat yeniden başlamanın çığlığı ile yazıyorum bunları.
Lakin, başlangıçlar hiç bir zaman bitmez. Affedilmeyi Bekleyen Adam’ın da bunca yıldan sonra herşeye yeni baştan başlayabilmek için umudu olduğunu gördüm, gözlerinde.
“Bu şiir beni 2 yıl boyunca oradan oraya savurdu” dedi söz arasında. “Üzerinde çok düşündüm. Her bir kelimesinin…”
“Nasıl bir şiir?” diye sordum. İmam Humeyni’nin bir şiiri imiş. Bir kitapta görmüş ve şiir parça parça aklında kalmış.
Seslice mırıldandı şiiri:
“Dudağında ki bene ey dost! Giriftar oldum
Hasta gözlerini gördüm de hasta oldum
Kendimden geçtim “enel-hak” kösünü dövdüm
Mansur misali darağacına talip oldum
Sevgilinin kederi, canıma çakın düşürdü
İrkildim cana geldim, pazara şöhret oldum
Meyhane kapısını açık tutun yüzüme gündüz gece
Ki ben mescit ve medreseden bizar oldum
Zühd, riya postundan sıyrıldım, köhne hırkaya büründüm
Ki bu harabat hırkasıyla sak-ı seferber oldum
Şehrin vaizi öğütleriyle yaraladı beni
Rind-i sakinin elinden içmeye mededkâr oldum
Bırakında söz edeyim şu puthaneden
Meyhane putunun eliyle ben (gaflet) uykumdan oldum[“