Alinasyon sözcüğünün çok etkili ve esaslı bir şekilde ortaya koyduğu -Marx’ın da toplum-bilimde, insan ve emek ilişkisinde dile getirdiği- “yabancılaşma” anlamı beni oldukça düşündürmüştü.
Bu sözcüğü ilk olarak Ali Şeriati’nin ‘İslam bilim’ eserinde okuduğumda ise daha da sarsılmıştım. Çünkü bu sözcük insanı ve toplumu anlamada kolaylık sağlıyor, “Dine karşı din” tezi gibi bir ölçüt olarak karşımıza çıkıyordu.
Sözlüklerde ‘aline olma’nın başka bir insana veya ülkeye ait olma, “alein people” (belonging to another country or race), yine benzer şekilde “different in nature or character” insan karakter veya doğasındaki başkalık, farklılaşma, kendinin değil de başka bir insanın karşısındaymışsın gibi kendine yabancı olma(*) anlamına geldiğini okuduğumda kelimenin kuşatıcı yanını da keşfetmiş oldum.
En son 16 Ekim cumartesi günü Zaman gazetesinde Ali Bulaç’ın yazısını okuduğumda bu kelimenin önemini bir kez daha fark ettim.
Yazar, 12 Eylül referandumu sonrası değerlendirmelerin peşi sıra en çok tartışılan konulardan birisini günedeme getirerek, Gülen cemaatinin takipçilerinin Türkiye siyasi ve toplumsal hayatında -yazarın tabiriyle- “işgal ettikleri yer ve etkinlik” ten söz etmekteydi.
Bakın yazarımız neler söylemekte:
“Batı-dışı ve bize özgü modernleşme konsepti içinde Türkiye’yi demokratikleştiren, özgürleştiren ve zenginleştiren asıl aktörler, geniş toplumsal mobilizasyon imkânlarına sahip olan cemaatler, İslami muhafazakâr fikri ve politik stoka sahip çevrelerdir.”(1)
Öncelikle söylemek gerekirse, ben muhafazakâr kesimin fikri birikimden çok sermaye birikimiyle daha fazla ilgili olduğunu düşünüyordum. Ancak yazarımız bunun aksini söylüyor.
Bir aksi durum daha var ki, yazarımızın ‘asıl aktörler’ ifadesi beni daha da şaşırtıyor.
Uzun bir süredir muhafazakâr kesimin kullandığı bu ‘asıl’ sözcüğü ‘obsession’ olarak her defasında karşımıza çıkıyor. ‘Biz asılız, siz kopyasınız’ gibi…
Hem ötekileştirilmekten ötürü yıllarca rahatsızlık duyduğunuzu söyleyeceksiniz hem de ‘asıl aktör’ biziz diyeceksiniz öyle mi?
Bütün bunlar 12 Eylül referandumunun ülkeye ne getirip ne götürdüğü tartışması kadar önemlidir.
Bir bakmışsınız kendilerini tek alternatif olarak görenlerin iktidarı “diktidar” olarak dikilir karşımıza. (Bu kelimeyi her defasında kendini savunmasız halka karşı dikte eden iktidarlar için kullanmak mümkün müdür bilemiyorum?)
İktidarın aline ettiği halk kesimlerinin varlığı ve politik amaçlarda nasıl kullanıldığı bir gerçek olarak hâlâ karşımızda durmakta.
Belki bu ayrı bir yazı konusu olabilir. Her neyse biz asıl konumuza dönelim.
Yazarın söylediği batı-dışı ve bize özgü olarak gördüğü modernleşme, ülkemizin bazı kesimlerini zenginleştirmiş olabilir ama özgürleştirmediği bir gerçek.
Cemaat ve onun oluşturduğu çevre insanı asla özgürleştirmez. Çünkü insanlar arası ilişkiden doğmuş olan toplu ruhu (buna cemaat ruhu da diyebilirsiniz.) tüm insanların ruhlarının yerine oturtursak insan, insan özünü ve varoluşsal kimliğini yitirir ve toplumun mutlak varlığı -yani toplumu- kendi yerine algılar.(2) Kendisinin olmadığı varoluşsal bir zeminde insan kesinlikle özgür olamaz. Yani apaçık aline olmuş (yabancılaşmış) demektir.
Birey, cemaat içerisinde kendisini her şey saymakta, ancak çevrenin veya toplumun ürettiği bu kimse ‘kendisini, toplumun bir şey yaptığı bir hiç olarak duyumsamaktadır.’(2) Çünkü her şeyiyle çevrenin ürünü olan biri, o çevrenin dışında varoluşunu simgeleyemez.
Gazze’ye yardım organizatörlerinin, İsrail’in rızasını aramamış olmalarını bir sorun olarak gören bir cemaat önderinin zalim de olsa bir devlet otoritesine başkaldırıyı olumsuzlamasına ve sonrasında ‘aslında hocaefendi şunu demek istedi’ şeklindeki açıklamalara baktığımızda, cemaat insanının kendi varoluşunu nasıl yitirdiğinin izlerini görebiliriz.
Zalim bir devlet otoritesinin olumsuzlanmayıp insani bir çabanın olumsuzlandığı böyle bir anlayıştan vicdani sorumluluk beklemek çok doğru olmayacaktır. Cemaatin bir parçası ya da bütünü olmuş ve nesnelleşmiş bir kimlikte insani bir öz aramak çabası boşunadır.
Çünkü insana, “Sen toplumun suyunda ve toprağında yetişen ve rengini, tadını, kokunu ve hatta varlığını tohumundan değil tümüyle çevrenden almış bir meyvesin”(3) dersen, onun, kendisini bu niteliklerinden hiçbirinde ortak ve hak sahibi olarak görmemesi ve sorumlu saymaması doğaldır.
Ali Şeriati, “insanın toplumsal gerçekliği ile hakikati arasında, tek yönlü bir neden-sonuç ilişkisi bulunduğuna ve mutlak zorunluluk ve tam egemenlik söz konusu olduğuna inanması, insanı üstün bir zorunluluğun uşağı, yok edici bir iradenin, insan iradesinin dışında bir kaza ve kaderin tutsağı kılar” der.
Cemaatin bir referandum sonucunu belirleyici olması, fertlerinin özgürleşme yolunda bilinçli bir tercih yaptığını göstermez.
O cemaatin tarihi oluşum sürecinde, hangi özgürlükleri ortadan kaldırarak bir devlet otoritesinin gölgesinde var olduğu gerçeği, onun sonraki tercihlerinin ne kadar gerçekçi bir öz bilince sahip olduğunun da göstergesi sayılacaktır.
Durum böyleyken, Ali Bulaç’ın ‘dindar-muhafazakâr kesimi toplumun ana gövdesi sayması ve bu kesimin toplumda iktisadi kalkınma, demokratikleşme ve özgürleşme yolunda kendilerini inisiyatif sahibi birer özne olarak ortaya koymaları’ şeklindeki açıklaması ne kadar gerçeği yansıtabilir?
Asgari ücretle, olumsuz koşullarda çalıştırılan emekçilerin yaşadığı, Onların ve ailelerinin bütün kaderlerinin patronlarının iki dudağı arasında bulunduğu bir ülkede nasıl bir özgürlükten söz edilebilir.
Sermaye sahipleri korunup kollanırken, denetimsiz, sınırsız ve kuralsız yürütülen bir özelleştirmenin kime ne kazandırdığı ortada. İnsanların çalışma özgürlüklerinin yaşam haklarının elinden alındığı bir kölelik düzeninde ‘adalet duygusu’ gittikçe aşınır ve kaybolur.
Nihayetinde ezilen halkların kaderi Tanrı Kralların (Sermaye sahiplerinin) elinde kalır ve bizler insanlığın tarih öncesindeki kayboluşuna bir kez daha tanıklık ederiz.
Özellerin iktisadi kalkındığı, iktidarlarını finansal sektör üzerinden pekiştirdiği, ama ezilenlerin göz ardı edildiği böyle bir modernleşme sürecinde tarihte kaçıncı özne olduğunun önemi nedir ki?
Bir sınıf bilinci oluşturamayan, iktidarlar üzerinden kendini tanımlayan bir cemaatin toplumun öznesi değil de daha çok nesnesi olduğu bir gerçek.
Anayasa değişikliği paketinin halk oylamasına sunulduğu bir ortamda bu kesim ’12 Eylül referandumunun’ bir öznesi olabilir. Ama, bu toplumun bir özü ve özeti asla olamaz.
Cemaatin 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrasındaki tutumuna baktığımızda en fazla bu toplumun bir çelişkisi olabileceğini görürüz.
Dün askerin yaptığı darbe sonrası “Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz” (Ekim 1980, Sızıntı) diyeceksiniz ve askeri adeta kucaklayıp ona methiyeler düzeceksiniz, bugün ise aynı 12 Eylül darbesinin mağdurlarından yana tavır alacaksınız öyle mi?
Hem özgürlüklerden yana olacaksınız, hem insani başkaldırılar karşısında devlet otoritesinden yana tavır koyacaksınız.
Bu kadar çelişkiyi bir cemaat (topluluk) kaldırabilir ama bir insan kaldıramaz.
Bunca vicdani yaraların yükünü, ancak cemaat ruhunun aline ettiği bir insan taşıyabilir.
“Öz bilince ulaşan, doğanın, tarihin ve toplumun zorlaması karşısında başkaldırabilen, yıkabilen, yapabilen, değiştirebilen, yaratabilen, doğanın seçimi karşısında kendisi başka bir seçimde bulunan, günah işleyen, her şeyi kendine feda eden, kendini herkes için feda eden, kendisi dünyada bir tanrımsı olup dünya cinsinden değil ona egemen bulunan bir varlık olan insan ‘ben’de gerçek bir varlık taşımaktadır.(4)
‘Biz’ diyen cemaat ise muhafazakâr kurallarıyla, içinde bütün çelişkileri taşımaktadır.
————————————-
(*) Longman Dictionary Of Contemporary English, Longman
(1) ‘Hocaefendi ne demek istedi?’, Ali Bulaç, 16 Ekim 2010 Zaman
(2) ‘İslam Bilim’, Ali Şeriati, s. 212, Bilge Adam Yay.
(3-4) a.g.e. s. 213