İnsan, “ikinci doğa”sı denilebilecek kültürü biyolojik doğası karşısında birincilleştirerek bir “plastik okyanusu”nda boğulma noktasına gelmiş durumda. “Yedinci Kıta”, yeryüzüne cehennemi indirişimizin resmi…
Kültür insanın ikinci doğasıdır.
Ama aynı zamanda kültür, insanın “birincil” doğasıdır.
Ve maalesef “Yedinci Kıta”yı bu “birincil” (aslîleşmiş) doğaya borçluyuz!..
Şimdi önce “Yedinci Kıta” üzerine bir şeyler söyleyelim, sonra söz başına koyduğumuz, kültür üzerine bu çetrefilli “ikinci ama birincil doğa” ifadesini açarız.
Zaten bu açma girişimi bizi tekrar “Yedinci Kıta” meselesine bağlayacak.
* * *
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 14 Eylül-10 Kasım 2019 tarihleri arasında gerçekleştirilecek 16. İstanbul Bienali’nin konu başlığı olarak da karşımıza çıkan “Yedinci Kıta” ile işaret edilen, insanın kültürel “yaratıcılığı”nın yıkıcı bir sonucu denilebilecek plastik atık yığını.
İnsan, plastikten (ada, köy, kasaba değil) bir “kıta” yaratmış durumda!
Pasifik Okyanusu’nda 3,4 milyon kilometrekare genişliğinde, 7 milyon ton ağırlığında bir plastik yığılımı var.
Buna “Büyük Pasifik Çöp Alanı” denmekte.
İnsan yerleşimlerinden binlerce kilometre uzak okyanus sularında plastik şişeler, plastik koli kutuları, plastik oyuncaklar, kırık elektronik cihaz parçacıkları ve daha bir sürü çöp birikmiş durumda.
Elbette bu çöp içeriğinde cam, lastik ya da tahtadan mamûl insan atıkları da var. Ama bunların yüzde 99,9’u plastik! (Livia Albeck-Ripka, “The ‘Great Pacific Garbage Patch’ Is Ballooning”, The New York Times, 22 Mart 2018).
* * *
Fakat burada bitmiyor. “Yedinci Kıta” Pasifik’teki bu korkunç atık yığılımından ibaret değil yalnızca.
İnsan mamulü plastik atıkların karasal sulardan (dereler, ırmaklar, denizler) geçip ulaştıkları ve toplanıp biriktirildikleri büyük “okyanus döngüleri” (gyres) Kuzey Pasifik’in yanı sıra Güney Pasifik, Kuzey Atlantik, Güney Atlantik ve Hint Okyanusu’nda da karşımıza çıkıyor.
Buralardaki plastik kirliliği de aşağıdaki haritada görüleceği üzere “kırmızı alarm” gerektirecek cinsten… Haritadaki hem sarı hem de asıl kırmızı lekeler, okyanusların plastiğe boğulduğu alanları işaret ediyor.
Ve bu arada dikkat! Haritaya tekrar bakın ve sol üst köşede memleketinizin kuzey ve güneyinde hayat pınarları durumundaki iki iç deniz, Akdeniz ve Karadeniz’in de nasıl korkunç ve ölümcül bir plastik kızıllığına büründüğünü fark edin!..
Mikro-plastiklerin yol açtığı okyanus kirliliği haritası (Kaynak: E. Van Sebille, Environmental Research Letters, 2005’ten akt. A. Ter Halle ve E. Peretz, 2019)
İşte “Yedinci Kıta” bu.
Denizlerde-okyanuslarda öbekler halinde yoğunlaştığı kadar bölük pörçük sere serpe de yüzen; ayrıca kanallar dereler göllerde dolaşan; çayırlarda bayırlarda ormanlarda uçuşan; hatta bu yazıyı yazarken pencereden dışarı baktığımda yollarda rüzgârdan savruluşunu gördüğüm bütün plastiklerin toplamından oluşan bir kıta.
Katı değil akışkan ve yüzer-gezer bir kıta.
Aslında artık hepimizin içinde yüzer-gezer olduğu bir kıta!..
* * *
Yaşadığımız her 1 dakika içinde 80 ila 120 ton arası atık, denizlere ve okyanuslara naklolmakta ve bunların ezici ağırlığı plastikten oluşuyor.
Yukarıda da belirttik, plastik, insan kültürel yaratıcılığının “dehşet” bir ürünü.
1950’lerde yavaş yavaş insan hayatının bir parçası olmaya başladı. Giderek özellikle paketleme alanında bir patlama yaparcasına yaygınlaştı.
Yine de bizim topraklara intikali sanırım daha geç oldu. Çünkü 1960’lar ve 70’lerde, hatta 1980’lerde bile ben bakkaldan kasaptan pazardan manavdan çıktığımda elimdekilerin kese kağıdında olduğunu; annemin de o yıllar boyunca pazara ip örgüsü filelerle gittiğini hatırlıyorum.
Zaten dünyadaki plastik üretim istatistiklerine bakıldığında da bu doğrulanıyor. Mesela 2012’de tespit edilen 288 milyon ton plastik üretimi, 1975’te üretilen plastikle karşılaştırıldığında yüzde 620’lik korkunç bir artışı önümüze koyuyor. Bunun yarıya yakını paketleme için (“poşet” olarak) kullanılmakta.
* * *
Son birkaç rakam daha aktarıp yazımıza da sirayet eden bu “dehşet havası”na son verelim: 2010 yılında okyanuslarda tespit edilen 5 ila 13 milyon ton plastik kirliliğin sorumlusu evlerimiz ve kentlerimizdeki atıklardı. 2025’te bu rakamın 10 kat artarak 50 ila 130 milyon tona yükseleceği tahmin ediliyor.
Yeni yeni yükselişe geçen, diğer deyişle alabildiğine “ekonomik büyüme” takıntısındaki kapitalizmin “sonradan-görme” ülkelerinin, geri dönüşüm teknolojilerini ne hayata geçirmeleri ne de önemsemeleri nedeniyle bu bol-bolamaç artışın kaçınılmaz olacağı söyleniyor.
(Alexandra Ter Halle ve Emile Perez, “Plastic pollution at sea: the seventh continent”, Encyclopedia of the Environment [PDF], 02-07-2019.)
Velhasılıkelam, denizlerimiz-okyanuslarımız birer plastik çorbasına; dağlarımız, ormanlarımız, ovalarımız, sokaklarımız da birer plastik tarlasına dönüyor, dönüşüyor.
Plastik aynı doğrultuda, mikro parçacıklar halinde besin zincirimize dâhil oluyor.
Sadece plastik denizinde yüzmüyor, aynı zamanda plastik yiyor, plastik içiyoruz!..
Marx, kültürü, “doğanın yarattıklarına karşılık insanın yarattığı her şey” olarak tanımlamıştı.
Bugün insanın bu “yaratıcılığı”nın alâmetifarikası, tek kelime ile “plastik”.
* * *
İnsanın birinci doğası, biyolojiktir.
İnsan bir canlı varlık, omurgalı/memeli bir hayvan. Bu bağlamda da doğanın bir parçası ve tüm canlılar gibi bir biyolojik varoluşa sahip.
Fakat biyolojik varlık olarak insan, varoluşunun belli bir aşamasında artık doğanın kendisine sunduklarıyla sınırlı bir hayattan öteye geçerek yaşamak için kendi yapıp etmelerine bağlı, yani “kültürel” bir varlık haline geliyor. Yine Marx’ın tanımına dönecek olursak, doğanın yarattıklarına ve ona sunduklarına karşılık, kendisi doğada mevcut malzemeleri işleyip bir şeyler (aletler) yapıp yaratarak…
Zaten ilk olarak bir “primat” (maymun) türüne “insan” adını vermemize yol açan dönüm noktası da bu: Çevrede bulunan doğal kaynaklardan belli amaçlara yönelik malzemeler, alet-edevat, araç gereç yapabilmek. Yani kültürel yaratıcılık yetenek ve yetkinliği…
* * *
İşte “kültür” ile insanlaşan bu varlık, kendi biyolojik kapasitesinin hiçbir zaman el vermeyeceği yaşam imkânlarını ona sağlayan bu yetkinliği sayesinde kendisine ikinci bir “doğa” yarattı.
Ne demek istediğimi anlama yolunda, şu anda bu yazıyı okurken içinde bulunduğunuz “ortam”ı düşünmeniz yeterli.
Belki şu sıcak yaz günlerinde “klimayla “serinletilmiş”, belki de karanlık gece vaktinde “ışıklarla aydınlatılmış” odanızda okuyorsunuz.
Ve bu yazıyı okurken insan elinden çıkma tüm yapı, tesisat, araç-gereci çıkarın, o ortamda bırakın bu yazıyı okumayı, belki barınma, hatta ayakta kalma imkânını bile bulmayacaksınız.
“İkinci doğa” bu işte…
Fakat bu, aynı zamanda da hayatınızda, varoluşunuzda birincillik kazanmış, aslîleşmiş bir doğa. Çünkü yaşarken, onun sayesinde kendi biyolojik (“birinci”) doğanızın sınırlayıcı etkilerini hissetmiyorsunuz.
Biyolojik doğa, alabildiğine yabancılaştığınız bir alan artık. Hayatınızı sürdürürken onun varlığını, etkisini, sınırlayıcılığını binlerce yıldır ne hissettiniz ne de üzerinde düşündünüz.
Aksine o “biyolojik doğa”yı kendinize tâbi sayıp/kılıp onu gayet rahat kullandınız, tükettiniz, sömürüp mahvettiniz, etmeye de devam ediyorsunuz.
* * *
Ama artık deniz bitti. Ne denizi, okyanuslar bitti!..
Kültürel yetkinliği ile dünyanın her yerinde yaşayabilir hale gelmiş insan, yine kültürel yetkinliği, yapıp etmeleri ile dünyanın her yerini, başta diğer varlıklar, giderek de kendisi için yaşanamaz hale getiren bir canlıya dönüştü.
Kültür, daha doğrusu “kültürel sistem”, antropolojik anlamda onun bileşenleri olan bir ekonomi-politik pratik (kapitalizm) ve ahlâkî-ideolojik anlayışın (liberalizm) yaygınlaşması doğrultusunda bir doğaya uyum dinamiği olmaktan çıktı, doğaya uyumu bozan bir “dinamit” oldu.
Bu çerçevede, İKSV’nin 16. İstanbul Bienali tanıtım metninde de değinildiği üzere, bugün jeolojik zaman dahi “Antroposen” olmaktan öte “Kapitalosen” olarak tanımlanmakta. Ve bu yeni jeolojik-zaman, yerküre üzerinde ortaya plastikten bir “Yedinci Kıta” çıkmış olmasıyla ayırt ediliyor.
İnsan, “ikinci doğa”sını birincilleştirerek bir uçurumun kıyısına, daha doğrusu bir “plastik okyanusu”nda boğulma noktasına gelmiş durumda.
“Yedinci Kıta”, yeryüzüne cehennemi indirişimizin resmi!..
* * *
Peki yapılması gereken, daha doğrusu çözüm ne?
Çözüm gayet basit; ama kolay değil. Aksine alabildiğine zor.
İnsanın birinci doğası biyolojik olduğu kadar, “birincil” doğası da biyolojik olacak!
“İkinci doğa”mız olan kültürü, aynı zamanda asıl ve aslî biyolojik doğa karşısında ikincilleştireceğiz.
İnsanlığımızın binlerce yıllık erken zamanlarında olduğu gibi, kültürü, doğaya uyumu bozan değil, doğaya uyumu, uyarlanmayı ve onun kurallarına saygıyla, tevazu ile uymayı sağlayan bir yetkinlik olarak işe vuracağız.
Kültürümüzle doğaya aslî ve hâkim değil, tâbi ve tâli (ikincil) olmayı kabul edecek, bunu benimseyecek, içselleştireceğiz.
İnsan kültürel sistemini kapitalizmle maluliyetten kurtaracağız.
Dünyaya insan-merkezli değil, doğa-merkezli bakacağız.
İKSV 16. İstanbul Bienali de işte “Yedinci Kıta” başlığı altında belli ki bu yönde, plastikten muaf bir “kültürel-insanlık” haline motivasyon ve oryantasyon yolunda katkı yapmak üzere istim alacak görünüyor.