Malum, önümüz bayram. Bu nedenle Ramazan bayramı öncesinde olduğu gibi yine kısa keseceğim. Bunun yanı sıra her zaman olduğu gibi birileri yine fena halde kızacaklar. Zira Allah’ı yeryüzüne indirmeye devam ediyoruz.
Bu noktada Kur’an, devrim niteliğinde bir hamle yapıyor ve peygamberlik kapısını kapatıyor: “Muhammed Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncusudur” (33/40). Önce Allah’ı yeryüzüne indiriyor, her şeyi görünür kılıyor, ardından da “gökyüzü seviciliği”nin önüne ebediyen set çekiyor: “Artık peygamber gelmeyecek, bundan böyle hiç kimse Allah adına konuşmayacak; kendi işinizi kendiniz göreceksiniz.” İşte peygamberin yaptığı en büyük devrim budur. O, insanlık tarihinde yeni bir dönemin başlangıcını ilan etmiş, böylece din bezirgânlarının, Allah’ı ihtiraslarına alet edenlerin, dini sömürü aracı haline getirerek yeryüzünde malı götürenlerin “kutsal” silahlarını ellerinden almıştır.
Ancak ne var ki, klasik din(i)dar zihin, “hazırcı” bir yaklaşımla artık her şeyin bittiğini, “hazır paket program”ın elinin altında bulunduğunu, bundan sonra hiçbir şeye ihtiyacı kalmadığını vehmeder. Oysa elinin altındaki “hazır paket program(!)” ona “Oku” demektedir. Burada “okumak”tan kasıt, mushafın okunması değil, varlık kanunlarının, tabiatın, insanın, toplumun, sosyal yasaların, tarihi tecrübelerin ve sebep-sonuç ilişkilerinin okunması, tahlil edilmesi ve açıklanmasıdır. Nitekim ilk beş ayet insan idrakine indirgendiğinde ortada okunacak herhangi bir şey yoktu. Bununla birlikte “okumak”, peygamberin zihninde kelimelere ve cümlelere dönüşen ayetlerin dile getirilmesi, bir başka ifadeyle topluma deklare edilmesi de değildir. Zira bu kitabın sahibi ilk hitabında açık bir dille “Kul/De ki” veya “Kâle/Dedi ki” demekten aciz düşmemiştir.
Bu bakımdan “Oku” ile başlayan bir hitap “son söz” olamaz, olsa olsa “önsöz” olabilir. Bize belli bir perspektif vermekte, bu minvalde afakî ve enfüsî ayetleri okumamızı, böylece tarih içerisindeki yürüyüşümüzü sürdürmemizi istemektedir.
Kur’an’da kullanılan kavramlar yatay bir okumayla yeryüzüne nispet edildiğinde, din uyuşturucu olmaktan çıkıp tetikleyici bir unsur haline gelir. Bu durumda Allahçı ve ahiretçi din bezirgânlarının, “hükmullah, hududullah” pazarlayanların, tefecilerin, servet ve iktidara tapınanların, hulâsa tüm sömürgenlerin foyası meydana çıkar. Zira Allah yeryüzüne inmekte, insan özne varlık haline gelmekte, her şey dünyada olup bitmekte, meydana gelen her türlü fiili durum bizim eserimiz olmakta, cennet-cehennem dünya hayatına taşınmakta, zalimlerin hesabı burada görülmekte, mazlumlar haklarını yine burada almaktadırlar. Hal böyle olunca hiç kimse bir diğerini “Allah” diyerek kazıklayamaz, dahası ahiret tesellisiyle uyutamaz.
Buna karşın dikey okuma, yeryüzünde ne var ne yok hepsini Allah’a fatura eder ve mazlumları ahiret tesellisiyle uyuşturur. Bu zihniyetin öne sürdüğü Allah tasavvuru, mevcut sistemin kolluk güçlerine benzer. Önce hırsızlık, dolandırıcılık, gasp, ırza tecavüz veya cinayet gibi herhangi bir suç işlenir, sonra kolluk kuvvetleri harekete geçerek suçluyu yakalarlar ve mahkeme önüne çıkarırlar. Oysa suçluya hangi ceza verilirse verilsin bu, bir teselli olmanın dışında hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Zira giden gitmiştir, bir daha da geri gelmesi söz konusu değildir. Hiçbir akıl ve vicdan sahibi insan yoktur ki, “Cezasını göreceği garanti edilirse herhangi birinin senin ırzına geçmesini kabul eder misin?” sorusuna “evet” cevabı versin. Hal böyle iken dinin afyon yüzünü keşfeden hâkim sınıf, açları, yoksulları, köleleri, ırzlarına geçilenleri, hakları gasp edilenleri “ahiret tesellisi”yle uyutmayı başarmıştır.
Bu bakımdan Kur’an’ın sözünü ettiği adaleti başka bir dünyaya izafe etmek, ona karşı işlenen en büyük ihanettir. Allah’ın adaleti insan eliyle yeryüzünde gerçekleşecek, sınıfsız ve sınırsız bir toplum er ya da geç tesis edilecektir: “Allah selam yurduna çağırır” (10/25), “Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin” (9/14).
Bu toplumda, bu yeryüzü cennetinde batılın taraftarları; hür teşebbüsçüler, serbest piyasacılar, sermayedarlar, kârcılar, faizciler, kira rantçıları, “bu benim, şu senin” diyenler, çit çakanlar/özel mülkiyetçiler, yer altı ve yer üstü zenginliklerini/rızık kaynaklarını yağmalayarak Allah’ı soyup soğana çevirenler yer bulamayacaklar. Hepimiz ölsek ve aradan milyarlarca yıl geçse bile sonunda (ahirinde) bu ütopya mutlaka gerçekleşecek. Buna inanmış ve bu uğurda mücadele vermiş olan insanların emekleri asla zayi olmayacak. İşte bizi diri tutan inanç budur.
Peki, “Günümüz Müslümanı” ne tür bir uyuşturucu müptelasıdır ki, ders ve sohbet ortamlarında, “al gülüm ver gülüm” kabilinden konuların işlendiği seminerlerde zihin damarlarına Allah-kitap-peygamber, ahiret-cennet-cehennem şırınga ederek bunca zulme göz yumabilmekte, “dünya onların olsun, ahiret nasıl olsa bizim” diyebilmektedir?
Hiç şüphesiz tarih boyunca en fazla istismar edilen kavram, “Allah” kavramı olmuştur. Meta-fizik Allah inancı her türlü zulmün “meşru” -aslında gayri meşru- dayanağıdır. Tarih boyunca işlenen tüm cinayetlerin arkasında, ihdas edilen tüm şeytani sistemlerin temelinde “O” vardır. Tüm putlar “O”nun adına dikilmiştir. Totemciler, sihirbazlar, Amon Tapınağı’nın rahipleri, Süleyman Mabedi’nin hahamları, Kilise Babaları, müftüler, Şeyhu’l-İslamlar, Ayetullahlar, hükmullahçılar… “O”nun adını kullanarak yeryüzünü cehenneme çevirdiler. Bu öyle bir Allah tasavvurudur ki, zenginliği-fakirliği, açlığı-tokluğu, hastalığı-sağlığı, iyiliği-kötülüğü kafasına göre takdir etmiş, insana “imtihan” adı altında komplo kurmuştur. Dahası bu Allah tasavvuru, çalmayı, çırpmayı, sömürmeyi, köleleştirmeyi, nasıl ele geçirileceğini ve nasıl öldürüleceğini öğretmektedir. Zira “mülkiyet” adı altındaki hırsızlığı, ast-üst ilişkisini, daha genel bir ifadeyle sınıflı toplumu onaylamaktadır.
Hal böyle olunca karşımıza kaçınılmaz olarak şu tablo çıkıyor: Allah var ve O’nunla birlikte bir de açlar, yoksullar, köleler, ırzlarına geçilenler, dün cariye pazarlarında bugün genelevlerde satılanlar var. Allah var ve O’nunla birlikte bir de kış günü sokaklarda yatıp kalkan çocuklar, evsizler, kimsesizler, yurtsuzlar-yuvasızlar var. Allah var ve bu gece bir milyar insan aç yatacak. Allah var ve O’nun yarattıkları arasında en sevdiği varlık olan insan mutsuz… Liste böylece uzayıp gidiyor. Evet, Allah var kardeşim, ama sizin anladığınız gibi bir Allah yok, hiçbir zaman da var olmadı! Allah’ı Allahsızlığınıza alet etmeyin!
Bu noktada iki önemli tefsir ilkesinin altını çizmekte yarar var: “Kur’an ne diyor” değil, “ne demek istiyor” sorusu sorulmalıdır; hiçbir ayet açların, yoksulların, kölelerin, bir başka ifadeyle mahkûm sınıfın aleyhine yorumlanamaz. Aksi takdirde din, “Allah ve ahiret sömürücülerinin, tefeci-bezirgânların, servet ve iktidar-perestlerin dini” olur ki, bu dinden insanlığa hiçbir hayır gelmez.
İşte önümüz bayram, “Ümmet-i Mülkiyet” kurban keserek sözüm ona İbrahim’in sünnetini ihya edecek. Din baronları, İbrahim’in Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak uğruna biricik oğlunun boynuna bıçağı nasıl dayadığından ve en sevdiği varlığı O’nun rızası uğruna nasıl gözden çıkardığından dem vuracaklar. Neticede fakir-fukaranın midesi birkaç haftalığına da olsa et görecek. Amma ve lâkin din baronu zat-ı muhteremler de dâhil olmak üzere hiç kimse ikinci evinden, arabasından, bankada muhafaza altına aldığı ihtiyaç fazlası parasından, malından-mülkünden vazgeçmeyecek. Hiç kimse aç-tok, zengin-fakir çelişkisini sorgulamayacak. Malum zihniyet, tüm yükümlülüklerini yerine getirmişçesine sahte bir iç huzuruna kapılarak “Kurbanlarımızı kabul eyle Allah’ım. Âmîn!” diyecek ve O’na şükranlarını sunacak. Peki, Allah onlara ne cevap verecek? Bence “Anca gidersiniz” diyecek.
Açların, yoksulların, işsizlerin, aşsızların, eşsizlerin, hulâsa tüm ezilenlerin bayramı mübarek olsun…
Esenlikle…