Sol-sosyalist kesime mensup kişi ve çevrelerin Müslüman kitle ve İslam ile temas kurmaları, kimilerini rahatsız ediyor. Sosyalistler, sömürüye ve zulme karşı verdikleri mücadelede, üzerine bastıkları topraklarda, yani Ortadoğu’da bu teması zorunlu olarak kuruyorlar. Mülkiyet ve rekabet ideolojisinin hükmü gereği, temastan rahatsızlananlar da zorunlu olarak alerji geliştiriyorlar. Sömürüye ve zulme karşı mücadele, doğası gereği, mülkiyet ve rekabet ilişkilerine karşı mevziler açıyor. Bu mevzilerin Müslüman kitle, ümmet ve İslam içinde de karşılıklar bulması da zorunlu bir sonuç.
Bahsi geçen mülkiyet ve rekabet ilişkileri kapitalizm olarak somutlanıyor. Kapitalizm, bir tür mülkiyet ve bir tür rekabet ilişkisi olarak kendi geçmişinin bir özetini çıkartıyor. Sınıflı toplumlar tarihinin bir özeti hâlinde hayat buluyor. Bu anlamda Marx denilen devrimci ayracın salt mülkiyete yönelik tepkileri kıyasıya eleştirmesi, bu eleştirisini salt rekabete düşman kesimlere yönelik eleştirisi ile beslemesi kaçınılmaz görünüyor. Marx’ın, kimi ağızlarda demirden leblebi misali, rahatsızlık vermesinin sebebi burada.
Birileri bu mülkiyet ve rekabet ilişkileri içinde tekil-bireylere yüce ideolojiler satıyorlar yaldızlı reyonlarında. “Bekâret” her daim alıcı buluyor ve yaşanmışlık bir kir olarak görülüp satılan maldan azade kılınıyor. “Her şeyin başı ve sonu benim ya da başı ve sonu ben tayin ederim”, bir psikoloji olarak, ameliyeyi tayin ediyor. Bu kafaya seslenmek, doğal olarak, her şeyin başı ve sonu olan bir şey buluyor. Bu tanrı da olabilir doğa da, madde de olabilir ruh da.
Burada kastedilen şu: birileri, ardında kendi benliklerini sakladıkları bir ideoloji ve teori kurguluyorlar, bunu ak, temiz, saf, bakir ve kir tutmaz bir şey olarak pazarlıyorlar. Burada aklığı, temizliği vs. bozan en temelde insan’sa, beşerî olan her şey kapı dışarı ediliyor. Bu teklif, “çelişkiler ben varım diye var” olarak özetlenebilecek öznelci yanılgıya kapılan kişilere cazip geliyor. Cezbelenenler ise çelişkilerden muaf ve azade zannettikleri hayatın iplerinin kimlerin elinde olduğunu görmeksizin, kendi etraflarında dönüyorlar. Hablullah, yani Kur’an, yani Allah’ın ipine tutunduğunu zannedenler, ipin diğer ucunda artık zalimlerin ve sömürücülerin olduklarını fark etmiyorlar. Her dönemeçte, her kırılma ve sarsıntıda Kur’an ve Allah, başka kullarının çığlıkları ile o ipi yeniden hatırlatıyor.
Kimi İslamcılarda bu meyil gözlemlenirken, bazı sosyalist ya da marksist kişi ve çevrelerde de aynı meylin işaretleri alınabiliyor.
Althusser, birey denilen özneyi “antihümanizm” başlığı altında teoriden kapı dışarı ederken, onu şeytan ilân edip taşlarken, arka kapısını açık bırakıyor ve teorik macerası sonrası en saf bireyciliğe, liberalizme kapaklanıyor ya da bu yönde bir seyir izleyen tilmizler bırakıyor gerisinde.
İslam’ı da insanî olan, insandan kaynaklanan, onun yaşadığı gezegenin adı olarak dünyaya ait ne varsa arındırmak isteyenler var. “İslamî sol” ya da “Müslüman sosyalizmi” gibi tariflere kızanlar işte bunlar. Kızıyorlar zira ulvî, ilahi ve yüce olan ne varsa kendilerini orada tarif ettiklerini iddia ediyorlar ve kendi dışındaki her şeye bu sayede mesafe koyuyorlar. Kendi mülklerini muhafaza etmeyi mütedeyyinlik zannediyorlar.
Bireysiz, insansız teori, tekil şahısların ve insanî kolektiflerin yapıp ettikleri karşısında eli kolu bağlanıyor, “kirden kaçayım” derken, kendi çamurunda boğuluyor.
İnsansız, Allah’çı ideoloji ve teori de “aman üzerime çamur sıçrar” korkusu ile Kur’an’ın emrettiği cihadı ve içtihadı gerçekleştiremiyor. Kur’an ve İslam, insan’dan ve dünyadan kaçırılıyor. Doğum ve ölüm arasındaki süreçte, ölümün yol açtığı gerilimleri kendinde soğurup yutuyor, bu nedenle Kur’an mezarlık kitabına, İslam ölüm uykusuna dönüşüyor.
Bunlar kendilerini, “sistem içerisine girip erimek istemeyen, ısrarla ıslah çizgisini savunan bir avuç Müslüman” olarak tarif ediyorlar (İslam ve Hayat İnternet Sitesi, Said Alioğlu’nun ilgili tüm yazıları) ama öte yandan da -misal- “İstedik ki mustazafları yeryüzünde önderler kılalım, onları varisler yapalım” buyuran Kasas Sûresi 5. ayet’i tefsir ederken, buradaki mustazafların salt emeğiyle geçinen insan grupları olarak algılanmaması gerektiğini, ilgili kavramın “belli bir servet ve sermayeye sahip, ama çeşitli açılardan sistem dışında duran ve sistem dışında durduğu için de imkânlarını sağlıklı bir işleyiş içerisinde kullanamayan ekonomik gruptaki insanları da” kapsadığını söylüyorlar. Yani sistem içine girip erimek istemiyorlar ama ilgili ayete atfen, esasında Musa Peygamber’in Firavun’un sistemine dâhil olmak istediğini de dolaylı olarak ima ediyorlar. Ol sebepten, zenginliğini, ciplerini, villalarını, kibrini sanki kemalist oligarşiye nispet edermiş gibi yaşadığını söyleyip bir yalana kendini örgütleyen abdestli Müslümanlara, örnekle, Erol Yarar’a değil, onun karşısına devrimci İslam bayrağı ile çıkan İhsan Eliaçık’a kızıyorlar.
Bu arkadaşlar İslam’da teolojiye yer olmadığını bilmiyorlar. Zira teoloji, tanrının ne’liğini tartışma konusu edinen Yahudi-Hristiyan geleneğe ait ilmî bir eğilimin adı oluyor. Bahsi geçen arkadaşlar, teoloji ile “teleoloji”yi karıştırarak “İslamî sol” olarak etiketledikleri kesimleri laik bir teoloji üretip, amaçsal anlamda onları Allah’a hizmet etmemekle eleştiriyorlar. Buradaki “Allah”tan kasıt kendileri olunca tespit de doğruluğunu kendiliğinden kanıtlamış oluyor.
Aynı arkadaşlar, “Hz. Ömer (ra) ilk İslam devletini yapılandırırken ‘bilginin İslamileştirilmesi’ ameliyesinden hareketle başta hazine olmak üzere birçok kurumu Kur’an’ın mantığına uygun bir tarzda yeniden yapılandırmıştı. Sadece ona adalet unsurunu ekleyerek olayı İslamîleştirmişti. Yoksa o kurumları İran’dan ve Bizans’tan olduğu gibi alıp, öylece bırakmamıştı!” buyuruyorlar. Yani bu minvalde bugün de ABD’den ve genel olarak kapitalizmden alınanlara Kur’anî bir dayanak bulunsa vicdanların rahatlayacağı imasında bulunmuş olunuyor. Şeklen yücelme azmi ve iradesi, özde alçalmayı ve varolan güçlere tabiyeti de beraberinde getiriyor. (Belki de ikinci eğilimi örtbas etmek için yukarı çıkılıyor.)
Geçmişte Sasani ve Bizans imparatorluklarından alınanların ne türden kisvelere büründürüldüğü biliniyor. Ayetlerin ve hadislerin nerelere çekiştirildiği görülüyor. Bu kılıflama önemli oluyor ama o kılıfı yırtan iç devrimcilik horgörülüyor.
Özetle, özde şu görülmüyor: beşeriyetten ve bireyden yüce olana bağlanmanın bir tür adı olarak Allah’çılık, pratikte, gayet beşerî ve bireyci bir ideolojik reflekstir.
* * *
Laikliğin dilinde “kul”, kelime olarak, genellikle “kölelik” ile eşanlamlı görülüyor. Oysa kul, bir nevi hizmetkâr olma hâline denk düşüyor. Köleliğe karşıymışçasına kulluğa küfredenlerin ne türden kölelikler ürettikleri ise görülmüyor.
Batı dillerinde kölelik, esir edilen Slav halklarına atfen üretilip kullanılıyor. İlginçtir, Slavlar da kendi dillerine ait olan ve “kendisine olan sadakatini başkasına terk etme” anlamındaki “rob” kelimesi ile yeni dönemin kölelerinin, yani robotların isim babaları oluyorlar.
Köleleşen robotlar ve robotlaşan köleler kapitalizmdeki genel insanlık hâlini veriyorlar. Kapitalizmin çarkları kan ve ter ile dönüyor. Kapitalizm, topraktan özgürleştirdiği için insanlara hâlâ caka satmayı biliyor ama bu kanın ve terin döküldüğü toprak “yeni vatan” oldukça onun da hükmü sarsılıyor.
İslam’da köle sahiplerine “rab” denildiği rivayet ediliyor. Tek rab Allah olunca köle sahiplerinin defteri dürülüyor. Artık bir kölenin sesi çağırıyor müminleri Allah’ın evine. Ama yeni kölelik biçimleri türedikçe yeni peygamberler beklemek de gerekmiyor, o kölenin sesi, yeni köle sahiplerini ve kölelik biçimlerini alt etmek için gerekli gücü kendi içinde bizatihi barındırıyor.
Kelime-i Şehadet, Hz. Muhammed’in O’nun kulu olduğunu söylüyor. Zamansız ve mekânsız olana biat, zamana ve mekâna, bu anlamıyla belli bir kadere ve ölçüye tabi kulların içinden, imkân ve şerait dâhilinde, O’na yakınlaşarak zamanın ve mekânın yüklerinden arınmak isteyenlerin çıkmasını koşulluyor. Tarihî tecrübenin de ispatladığı üzere, bu noktada iki yol çıkıyor karşımıza.
İlkinde Peygamber kulluk mertebesinde eşit kabul edildiğinden, devredışı bırakılıyor. Devredışı bırakma işlemi iki türlü oluyor: ilki Kutlu Doğum haftaları gibi ayinlerle İsevîleştirerek ya da Peygamber’i toprağa -muhtemelen bedene- gömüp O’nu Yahudileştirerek.
Peygamber’i devredışı bırakmak Kur’an’ı öne çıkartma amaçlı, ikinci yol da bu. İlgili yola girmek Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’dan bir parça olduğunun unutulmasını, her şeyin ama her şeyin bilgisinin onda olduğuna inanılmasını getiriyor. Kur’an kendine kapanıyor. Kur’an tüccarları türüyor. Her şeyi bu şekilde kucaklayan bu “Kur’an”, bilinci, aklı ve ruhu da dümdüz ediyor. Bu dümdüzlük cenneti anıştırıyor kimilerine.
Peygamber’i devredışı bırakmak, Kur’an’daki kavgayı, cihadı da devredışı bırakıyor. “Gerçek müminler malları ve canları ile cihad edenlerdir” diyen Kur’an gidiyor, yerini her türlü huzursuzluğa, aykırılığa ve çelişkiye karşı tekil-bireyleri teskin eden bir yatıştırıcıya bırakıyor. Bu yönüyle liberalizmin ve özelde sekülarizmin insan bireyleri ile tanrı arasındaki aracıları yok etme ve imanı bireylerin kafasının içine hapsetme teşebbüsü, bu tip Müslümanlar eliyle gerçekleştiriliyor. Bu tipten Müslümanlar geçmişte İngilizlerin, şimdilerde ABD’nin dümen suyuna kolayca giriveriyorlar hem de Allah, Kur’an ve İslam adına!
Peygamber ile bir olma Kur’an’a, Kur’an ile bir olma Allah’a ulaşma amacını güdüyor. Ama bir adı da Furkan yani farklar olan, farklarla ayrımları akıl ve ruh ile anlamaya işaret eden Kur’an ile birlenip onun devredışı bırakılması işlemi hızını kesmiyor ve Allah da aynı akıbete uğruyor, O da devredışı bırakılıyor. Böylelikle yeryüzünden elini eteğini çekmiş, kendine kapalı, kendinden menkul bir hiçliğe varılıyor.
Benzer bir işlemin marksist cenahta da örnekleri mevcut. Kimi marksistler de Marx’ı “tarih bilimi”nin “peygamber”i kabul edip onu devredışı bırakarak bu yüce bilimle hemhal olmayı meziyet sanıyorlar. Bu bir’leşme, seyir itibariyle, Marx öncesine, doğal olarak, bağlanıyor.
Saf, ak, temiz ve “mikemmel” olanın temsilini satmak bireylere gerekli kapıları açıyor. Tarih bilim’ci ya da Allah’çı olmak her ne kadar bireye ve beşeriyete karşı imiş gibi görünse de özünde bu karşıtlık, yegâne birey’in ve beşer’in kendisi olduğu ön fikri ile tanımlıymış gibi görünüyor.
Burjuva devrimlerinin ve onlara maddî zemin sunan sanayi devrimlerinin ak, saf ve temiz olarak “birey” adında sivrilttiği şey, artık kul değil, köle, bu gerçek ise görülmüyor. Liberalizm etiketi ile isimlendirilen bu zafer bireylere kendilerinden başka hiçbir şeye hizmet etmeme yemini ettiriyor. Ancak teorinin aksine, gerçekte kendinden menkul, her şeyden azade, özgür bir birey olamayacağından, her türden hizmet etme pratiği bir tür köleliğe bağlanıyor. Allah, doğa ya da insan gibi üst yüce değerler gerçeğin elinde tel tel dökülüyor.
Küçük burjuvanın dünyasında liberalizm-muhafazakârlık geriliminde cisimleşen seyir esasta aynı köleliğe tabi. Yani özde birey, bir tür hukuk ya da ahlâk üzerinden, içte ya da dışta, ancak kendisi gibi yüce bir varlığa hizmet edebileceğinin sözünü veriyor. Liberal, kendi cumhuriyeti dışındaki her şey ve herkesle ilgili emek harcayana alaycı tavırla yaklaşıyor ve onu köle olarak görüyor; muhafazakâr ise aynı yoldan ilerleyerek emek harcayan herkesi kendisine köle tutmak istiyor. Her ikisinde köleleştirme esası teşkil ediyor.
Bu anlamda liberalizmin ve muhafazakârlığın İslâmî ve sosyalist kanala giriş kapısı küçük burjuvalardır denilebilir. Onlar gökte, üstte, yücede, yüksektedirler ve ancak orada olduğuna inandıkları güce kulluk ederler. Özelde kapitalizm, genelde sınıflı toplumlar tarihinde bu kulluk her daim kölelik olarak vücut bulacaktır.
Fiilî gerçeğe ait sömürü ve zulüm ise onların dünyalarında yoktur. Sömürülen “aptal”dır, mazlum ise “ahmak”. Onlar bireysel hesapları ile gemilerini yürütmektedirler. Ne kadar özgürleşip ne denli göğe yükselseler, bağlı oldukları ipe o kadar dolanırlar. Birey, “ben ancak kendim gibi yüce olana bağlanır, ancak ona hizmet ederim.” diyor ancak pratikte bu “kulluk” köleliğe bağlanıyor. Allah’ın ipi devlete, cemaate ve aileye bağlanıyor ama o devletin, cemaatin ve ailenin iplerinin ne türden kölelik ilişkilerine bağlandığı görülmüyor. Kulluk köleleşmeyi örtüyor. Dindarlaşma temayülü, “ben o kadar yüceyim ki ancak bir yüce’ye hizmet ederim” diyenleri öne çıkartıyor, sömürüye ve zulme karşı öfkesinde “hepinizden büyük Allah var” diyeni değil.
* * *
Saf, temiz ve ak durmak için gayret edenler cenneti kendilerinde kuruyorlar. Allah’çılık, Lâ ilahe illah’taki redde tabi tutulan bir tür ilahlaşma serüvenini kendi içinde barındırıyor. Bugünde Allah olmaya soyunanlar, efendilerin elbiselerini giyiyorlar. Allah’ı, Kur’an’ı ve İslam’ı korumak için saldırdıkları unsurların o efendilere karşı dövüşenler olmalarına şaşırmamak gerekiyor. Bir 1 Mayıs eyleminde polisten kaçıp camiye sığınan devrimciyi tartaklayıp emniyete teslim etmek bir tür İslam’ın öldüğünü başka bir türünün diriltildiğini gösteriyor. Mekke’nin sıcağından boğulup serinlemek, hurma yiyip muhabbet etmek için kullanılan bir mescidin Peygamber eliyle yıkıldığı rivayet ediliyor. İşte o devrimcinin cami cemaatince teslim edilişi, peygamberin kulluğunun yeni dönemin köleliği altında ezildiği gerçeğine işaret ediyor.
“14- Bedevîler ‘inandık’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama ‘İslâm olduk.’ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve Resul’üne itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”
15- Gerçek müminler ancak Allah’a ve Resul’üne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.”
Hucurât Sûresi bunları söylüyor. Korkuyla, yükselen bir güce hinlikle bağlanmak isteyenlere bu uyarıyı yapıyor. Allah’çılık, bunların Müslümanlık tarzı oluyor. Bu iki âyet bugün de Müslüman ile Mümin’i bir bıçak gibi ikiye ayırmaya yetiyor. “İslam olan”, “Kur’an olan” ve “Allah olan” aynı kavşakta buluşuyor. Kalpler imansızlaştıkça, kalp paraya dönüşüyor. Onlar giderek paranın ve metanın kölesi oluyorlar.
Ezcümle: kulluğun ve köleliğin ayrışması gerek. Kulluğa kölelik lehine ipotek koyan Allah’çılara “lâ” demek, onların aklî ve ruhanî saltanatlarına karşı Allah’ın ipine tutunmak, o ipi sömürücünün ve zalimin boynuna dolamak gerek. Zonguldak’taki grizu patlamasında vefat eden madencileri kendi Allah’çılığı adına kadere razı etmeye çalışanlara, madencinin iş kazası sonucu ölümünün kader olmadığını, bunun zalim sömürücülerin kâr hırsı sonucu gerçekleştiğini ama aynı zalim sömürücülerin aynı madencilerin elleriyle boğulmasının ise onların kaderi olduğunu hatırlatmak gerek.
Cidal Haksoy