Mülkiyet konusu “İslamcı camia”nın huzurunu iyiden iyiye kaçırmış durumda. Eleştiriler hem rahatsızlık uyandırıyor hem de infiale neden oluyor. İhsan Eliaçık-Hayrettin Karaman tartışmasından sonra kafa konforları bozulan hoca efendiler, meseleyi kökünden halletmek üzere kılıçlarını çektiler. Ama ne fayda? Her nedense iş mülkiyete gelince ağabeylerin, hocaların, âlimlerin, üstatların peygamberi bir anda Abdurrahman b. Avf oluveriyor. Söylenenler, yazılanlar, çizilenler çelişkiden geçilmiyor. Klasik zihin kapitalist paradigma çerçevesinde düşünmekten bir türlü kurtulamıyor. Tartışma, mülkiyetin modern çağın tabusu olduğunu açık bir biçimde gözler önüne seriyor. Öyle ki, birbirlerine karşı korumayla gezen insanlar, mülkiyet söz konusu olduğunda aynı safta diziliveriyorlar.
“İslamcı camia”da ağabey, hoca, âlim, üstat taassubu, şahsiyet-perestlik üst seviyede. Birtakım insanlar resmen “yarı ilah” haline gelmiş bulunuyorlar. Falan zat-ı muhterem herhangi bir konuda çıkıp bir şey söyledi mi tamam, olay bitiyor. Ders halkaları, sohbet ortamları, al gülüm ver gülüm kabilinden konuların işlendiği seminerler “Simon üretim merkezleri”ne dönüşmüş durumda.
Âcizane tavsiyem; geleneğin dışındaki diğer tüm düşüncelere kapalı olan, yeni bir dünya hayal edemeyen, tarihin arka odasında yaşayan, adaleti had cezalarından ibaret zanneden, “İslam’da eşitlik ve özgürlük yoktur; kulluk vardır, kölelik vardır” diyen, kavramları fetiş haline getiren, tabiata, insana, hayata ve topluma dair söyleyecek hiçbir sözü olmayan bu zihniyeti iyi tanımanızdır. Fazlurrahman, Hasan Hanefi, Mahmud Muhammed Taha, Nasır Hamid Ebu Zeyd, Mustafa Sıbai, Emin el-Hûlî, Ali Şeriati, Abdulkerim Suruş, Nurettin Topçu, Hikmet Kıvılcımlı yoktur onlar için. İhsan Eliaçık, İlhami Güler yaşamamaktadır. Bu zihniyete göre, insanlığın tarihi, kültürel ve felsefi birikiminden yararlanmaya kalkarsanız “düşünsel sapma”ya uğrarsınız. Falan kitabı okursanız “sapık”, filan adamı dinlerseniz “kâfir” olursunuz.
Rahatsızlık uyandıran bir başka konu, hoca efendilerin kapitalizmi meşrulaştıran açıklamalarına bizim cevap veriyor olmamız. Zihniyet şu: Hoca efendilerin “ilmi” düşüncelerini en az onlar kadar ehil olan birilerinin çürütmesi gerekir!
Birincisi, bu ehliyet ölçümünü kim, ne zaman, nerede ve nasıl yaptı şahsen benim haberim yok.
İkincisi, hoca efendiler istedikleri gibi konuşup ahkâm kesme hakkına sahipken biz hangi nedenden ötürü onlara cevap verme hakkından yoksun bulunuyoruz?
Aslında rahatsızlığın nedeni gayet açık; anlaşıldı ki, daha düne kadar tek başına olduğu zannedilen ve tıpkı Ebu Zer gibi “mahallenin delisi” mesabesine indirgenmek istenen İhsan hoca yalnız değil. Aksine onun gibi düşünenlerin sayısı bir hayli fazla. Bunun yanı sıra mülkiyet konusundaki adaletçi-eşitlikçi söylemin gittikçe artan bir ivmeyle yayılması, servet ve iktidara meftun olanların uykularını kaçırıyor.
***
Evet, durum böyle; şimdi esas meseleye gelelim:
Prof. Hayri Kırbaşoğlu ve sosyolog Ali Bulaç’ın mülkiyet konusuna ilişkin görüşleri malum gazetenin bu haftaki sayısında yayınlandı. Hayri Kırbaşoğlu için pek fazla söylenecek bir şey yok; zira Kırbaşoğlu genel olarak isabetli tespitler yapmış ve meselenin bir fetva meselesi olmaktan çıkarak, tartışılması ve Kur’an’ın sosyo-ekonomik adalet temelli toplum anlayışına uygun olarak yeniden inşa edilmesi gereken bir “mülkiyet felsefesi” ve “mülkiyet teorisi” meselesi haline geldiğini söylemiş. Katılmadığım tek nokta, Kırbaşoğlu’nun, “memleketimizin toplam milli gelirinden her insanın barınma, giyim, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli miktar ayrıldıktan, memlekette açlık, işsizlik, fakirlik gibi insanlık dışı durumların kökü kazındıktan sonra bazılarımızın daha lüks bir hayat için birikim yapmayı bir ölçüde belki hak edebilecekleri” yönündeki görüşü. Bunun dışında hocaya yüzde yüz katılıyor ve isabetli yaklaşımlarından ötürü kendisine teşekkür ediyorum.
Ancak ne yazık ki, aynı şeyleri Ali Bulaç için söylemek mümkün değil. Zira Bulaç, bir yandan İslamcı yazarların çokça sözünü ettikleri, bizim de epey merak ettiğimiz “üçüncü ve orijinal” yolu ortaya koymaya çalışırken, öte yandan farkında olmaksızın “ılımlı” bir kapitalizm öneriyor.
Kendisiyle özel olarak çalışmış, editörlüğünü yapmış biri olarak öncelikle şunu söylemem icap eder ki, Ali Bulaç, hakikat arayışı içinde olan iyi niyetli bir insandır. Birtakım zat-ı muhteremlerin iddialarının aksine meseleleri bile isteye çarpıtmaz. Dolayısıyla ben, onun mülkiyet konusundaki yanlış yaklaşımının, iyi niyetli bir “üçüncü ve orta yol” arayışına karşın meseleye mülkiyeti “temel hak” kabul eden klasik anlayış doğrultusunda bakmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Bu bakımdan Bulaç, her ne kadar İslam’la kapitalizmin arasını ayırmaya çalışsa da mülkiyet konusunda geleneği ve buna bağlı olarak verili dünyayı aşamıyor.
Mülkiyetin modern iktisat tarihinin en tartışmalı konusu ve anahtar kavramlarından biri olduğunu söyleyen Bulaç, meseleye öncelikle Avrupa’daki feodal dönemi ve buna bağlı olarak kapitalizmle Marksizmin ortaya çıkışını tahlil ederek giriş yapıyor. Marksizmin kontrolsüz ve güç temerküzü sağlayan bir mülkiyet anlayışına dayanan kapitalist iktisada ciddi anlamda eleştiri yönelttiğini ifade eden Bulaç, “İslam dünyası”nın bu tartışmayla uzaktan yakından ilgisinin olmadığını söylüyor ve hemen ardından İslam’ın ilk ortaya çıktığı anda mülkiyeti kabul ettiğini, ancak mülkiyetin özüne emeği yerleştirdiğini savunuyor. Buna göre, mülkiyetin özünde emek varsa, emekle elde edilmiş olan maddi mal ve servete sahip olmak kişinin “hakkı”dır.
Birincisi, “İslam mülkiyeti kabul etmiştir” demek başlı başına problemli bir yaklaşım. Zira İslam, havaic-i asliye dışındaki mülkiyeti, bir başka ifadeyle “özel mülkiyet”i kabul etmemektedir. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle basit bir “özel mülkiyet” tanımlaması yapalım:
Özel mülkiyet, üretim araçlarının ve üretimden elde edilen tüm gelirin, yani kârın kişiye ait olmasıdır (kişisel sermaye). Bir başka ifadeyle özel mülkiyet, toplumun genelinde olmayan fakat birilerinin elinde bulunan üretim araçları (toprak, makine) ve bu üretim araçlarının sağladığı kâr vasıtasıyla elde edilen (ihtiyaç fazlası) şeylerdir. Bunun yanı sıra özel mülkiyette kişi herhangi bir şey üzerinde tek başına mülkiyet hakkına sahiptir. Dolayısıyla bu yararlanma hakkını “ortak mülkiyet” veya “toplu mülkiyet”te olduğu gibi diğerleriyle paylaşmak zorunda değildir. Aksine bu haktan doğan tüm yetkileri tek başına kullanır. Bu bağlamda özel mülkiyet, kapitalizmin devamını sağlayan en önemli unsurdur. Özel mülkiyetin olmadığı yerde kapitalizmden söz edilemeyeceği gibi, meşru kabul edildiği yerde de İslam’dan söz edilemez.
İkincisi, özel mülkiyet emek yoluyla elde edil(e)mez, ancak hırsızlık yoluyla elde edil(ebil)ir. Zira sermaye, doğası gereği büyümek zorundadır ve bu da ancak kâr elde etmekle mümkündür. Daha fazla kâr elde edebilmek için kaçınılmaz olarak emek ucuza satın alınmalı ve kendisinden azami oranda faydalanılmalıdır. Üstelik emekçi hiçbir zaman emeğini satın alabilecek duruma gelmemelidir. Aksi halde Hint’in, Bilal’i Ebu Bekir’e satan Ümeyye b. Halef’e söylediği gibi bir sonraki mevsim için çalıştıracak köle bulmak mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla özel mülkiyet, emek yoluyla değil, emeğin hakkını vermeyerek, bir başka ifadeyle emeği sömürerek elde edilmektedir. Şu halde özel mülkiyetin özünde emek yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Havaic-i asliye dışındaki mülkiyet hak değil, hırsızlıktır.
Ancak Ali Bulaç, İslam’da mülkiyet var mı yok mu tartışmasının doğru olmadığını, Müslümanların modern dünyaya ve kapitalizme alternatif olarak söyleyebilecekleri şeyin “adalet” olduğunu söylüyor. Bunun yanı sıra iktisadi hayatın emek üzerinde cereyan etmesi, emeğin maddi hâsılasının korunması ve adaletin tesis edilmesi gerektiğini ifade ediyor ve bunun için üretim yapısının gözden geçirilmesi, hatta değiştirilmesi, bölüşüm mekanizmasının, harcama ve tüketim felsefesinin sorgulanması gerektiğini vurguluyor. Bunlar gerçekten önemli ve yerinde tespitler; ancak hem yukarıda ele aldığımız bir önceki paragrafla hem de metnin sonraki bölümleriyle çelişiyor.
Birincisi, insanca yaşayabilmemiz için gerekli olan yaşam araç gereçlerini, bir başka ifadeyle “küçük mülkiyet” olarak nitelendirebileceğimiz temel ihtiyaçları tartışmıyoruz; “özel mülkiyet”i, yani kişisel serveti tartışıyoruz.
İkincisi, özel mülkiyet meşru kabul edildiği andan itibaren iktisadi hayatın emek üzerinde cereyan etmesi, emeğin maddi hâsılasının korunması ve adaletin tesisi -ki, adalet, eşit bir şekilde paylaşmaktır (bkz. Rağıb; Müfredat)- söz konusu olamaz. Zira yukarıda da izah etmeye çalıştığım gibi bu, sermayenin, dolayısıyla özel mülkiyetin doğasına aykırıdır.
İslam farklı şeyler mi söylüyor?
Bence gazetede yayınlanan metnin en önemli kısmı burası. Zira Ali Bulaç, bu bölümde üretim yapısının, bölüşüm sisteminin, harcama ve tüketim felsefesinin değişmesi noktasında İslam’ın kapitalizmden ve sosyalizmden farklı şeyler söylediğini vurgulayarak “üçüncü ve orta” yolu izah etmeye çalışıyor. Ancak öyle bir çelişkiler yumağının içine düşüyor ki, inanılır gibi değil.
Önce Bakara suresi 219. ayete takla attırmadan çeviriyi dosdoğru veriyor ve ayetin “ihtiyaç fazlası”ndan veya “ihtiyaçtan arta kalanı”ndan bahsettiğini, modern iktisadın insanın sınırsız ihtiyaçları ve tabiatın sınırlı kaynakları arasında denge kurmak anlamına geldiğini, oysa insanın ihtiyaçlarının değil, arzularının sınırsız olduğunu, kapitalizmin ihtiyaç yerine arzuları ikame ettiğini, bu durumda dengeyi korumanın mümkün olmadığını, mülkiyetin, paranın ve servetin mutlaklaştırıldığını söylüyor. Ardından kapitalizmin sınırsız sermaye biriktirme özgürlüğü olduğunu, sistemin buna göre kurulduğunu, bu bakımdan kapitalizmle İslam arasında hiçbir yakınlık olmadığını, çünkü İslam’da sınırsız sermaye biriktirmenin yeri olmadığını ifade ediyor. Buraya kadar her şey tamam. Ancak bir sonraki paragrafta film kopuyor. Zira Bulaç, birden bire şeriatın tayin ettiği meşru çerçeveyi takip etmek suretiyle kişinin istediği kadar servet sahibi olabileceğinden, servetin herhangi bir sınırının olmadığından, fakat aynı zamanda servetin istenildiği gibi harcanamayacağından söz ediyor. Buna göre İslam, bu noktada kapitalizmden ve sosyalizmden ayrılıyor: “Meşru yolları takip etmek suretiyle istediğin gibi servet sahibi olabilirsin, burada komünizmden veya sosyalizmden ayrılıyorsun. Fakat sahip olduğun serveti istediğin gibi harcayamazsın, burada da kapitalizmden ayrılıyorsun…”
Birincisi, haram yoldan kazanmamak; yani faiz, karaborsa, hırsızlık, gasp, kumar, fuhuş, içki-uyuşturucu-kadın ticareti vb yollardan kazanmayacaksın.
İkincisi, serveti atıl hale getirmeyeceksin, kamu yararına üretime sokacaksın (ki, kişisel servetin meşru kabul edildiği yerde bunun pek fazla bir anlamı olmamaktadır).
Üçüncüsü, istediğin gibi harcayamazsın; yani kırkta bir zekâtını vereceksin, çevrendeki fakir-fukaraya “seni sarsmayacak şekilde” yardım edeceksin vs.
Sonra? Sonra yolun açık olsun; istediğin kadar servet elde edebilir, bir başka ifadeyle dilediğin gibi Karunlaşabilirsin. Elbette Ali Bulaç’ın niyeti Karunlaşmanın önünü açmak falan değil. Ancak kendisi farkında olmasa da söyledikleri bu anlama geliyor. Çelişkiye bakın; hoca hem “ihtiyaçlar sınırlı, arzular sınırsızdır” diyor hem de kişinin “şeriatın tayin ettiği meşru çerçevede” istediği kadar servet sahibi olabileceğini söylüyor. Hem “İslam’da sınırsız sermaye biriktirme özgürlüğü yoktur” diyor hem de “meşru çerçevede” sınırsız servet edinmenin caiz olduğunu savunuyor.
Birincisi, burada sorulmamış birtakım sorular var. Örneğin servetin doğasında iyilik olabilir mi? Boyun eğmesini ve yaltaklanmasını bilen kişilerden başkası için servet hâsıl olabilir mi? (bkz. İbn-i Haldun; Mukaddime). İhtiyacından fazlasını elinde tutmadan (malı kenz etmeden), rızık kaynaklarından fazla pay alarak diğerlerinin mahrumiyetine sebep olmadan, bir başkasının emeğini kendi üzerine geçirmeden servet sahibi olunabilir mi? Eğer bu mümkün değilse, “şeriatın tayin ettiği meşru çerçeve”den ve bu çerçevede sınırsız servet edinmenin caiz olduğundan söz edilebilir mi?
İkincisi, ihtiyaçlar sınırlı, arzular sınırsız ise kişi niçin sınırsız servet edinme derdine düşsün, dahası niçin ihtiyaçtan fazla malı elinde tutsun? Madem ihtiyaçlar sınırlı, buna ne gerek var?
Üçüncüsü, sermaye doğası gereği kâr elde ederek büyümek ve bu bakımdan kaçınılmaz olarak emeği sömürmek zorunda olduğu için, her ne kadar “meşru çerçevede” elde edilmiş olursa olsun ihtiyaç fazlası servetin temelinde hırsızlık (emek hırsızlığı) yatar ki, bu da haramdır.
Eğer İslam buysa, kapitalizmden farklı bir şey söylememekte, sadece insanlığı bir nebze insafa davet etmektedir. Dolayısıyla buna “kapitalizmden ayrılmak” denmez, ancak “ılımlı kapitalizm” denir.
Ali Bulaç, bu noktada bir başka önemli meseleye, sınıf meselesine değiniyor. Yukarıdaki çelişkilerle dolu paragrafın ardından yeni bir paragraf açıyor ve konuyu şu şekilde bağlıyor: “O halde Müslüman toplumda veya Müslümanların yaşadığı toplumda sınıf farkı olmaz. İktisadi gelir farkı olabilir. Fakat üç aşağı beş yukarıdır. Yani birbirine yakındır. Yoksulla zengin arasında uçurum yoktur. Birbirine yakındır. Eğer uçurumlar varsa, orada sınıf farkı var demektir…”
Bunu bir önceki paragraftan ayrı değerlendirmek gerekir. Zira “O halde” diye başlayan bu paragraf, bir önceki paragrafla ilişkilendirildiği takdirde “Müslüman toplumda sınıf farkı yoktur” denemez, aksine “sınıf farkı had safhadadır” denebilir. Ancak “O halde”yi aradan çıkararak paragrafı tek başına ele alacak olursak, Ali Bulaç’ın söyledikleri tamamen doğrudur. Gerçek anlamda “Müslüman” olarak nitelendirilebilecek bir toplumda sınıf farkı yoktur. Matematiksel eşitlik de söz konusu olamayacağı için ancak üç aşağı beş yukarı gelir farkı olabilir.
Ancak Bulaç’ın bu noktadan sonra söyledikleri oldukça sorunlu. Önce İslam’da zenginken fakir, fakirken de zengin olunabileceğini söylüyor, ardından da “Müslümanların tarihinde hiçbir zaman sınıf olmamıştır” diyor. Bulaç, tezini şu şekilde temellendiriyor: “Sınıfın teşekkül edebilmesi için bir geleneğe dayanıyor olması lazım. İktisadi gelirin siyasi ve hukuki imtiyaza da mesnet teşkil ediyor olması lazım. Sınıflar arasında geçişkenliğin olmaması lazım. Hâlbuki İslam’da zenginken fakir, fakirken de zengin olabilirsin. Müslümanların tarihinde hiç sınıf olmamıştır. Zenginlik hukuki ve siyasi bir imtiyaz sebebi değildir. Bu açıdan da başka bir galaksiden söz etmiş oluyoruz…”
Birincisi, “sınıflar arasında geçişkenliğin olmaması lazım” derken sınıf farklılığı olduğunu peşinen kabul ediyor. Yani Müslüman toplum sınıflı bir toplumdur, ama sınıflar arasında geçişkenlik vardır.
İkincisi, hem “Müslüman toplumda zengin-fakir uçurumu yoktur” diyor hem de İslam’da zenginken fakir, fakirken de zengin olunabileceğini söylüyor. Baştan sona mantıki çelişki barındıran bir yaklaşım. Zira “zengin-fakir arasında uçurum yoktur” demek, hiç kimsenin iktisadi gelir açısından bir diğerine ezici üstünlüğünün olmaması demektir ki, zaten kendisi de “üç aşağı beş yukarıdır” diyerek bunu doğruluyor. Dolayısıyla böyle bir toplum aslında zenginin ve fakirin olmadığı bir toplumdur. Ancak Bulaç, bu noktada verili dünyayı aşamıyor; zira iyi niyetli olmasına ve “Müslümanların tarihinde hiç sınıf olmamıştır” demesine karşın ne zenginin ne de fakirin olmadığı sınıfsız bir toplum hayal edemiyor.
Üçüncüsü, “Zenginken fakir, fakirken zengin olabilirsin” demek bir nevi “Fırsatlar ülkesi Amerika” demek gibi bir şey. Kapitalist sistemde emekçinin emekçi olarak kaldığı sürece sınıf atlaması söz konusu değil; ancak daha başka yollarla kapitalist sistemde de sınıf atlamak mümkün. Bunun yanı sıra kapitalist sistemde de zenginken fakir olunabilir. Dolayısıyla bu noktada “üçüncü ve orta” yol ile kapitalizm arasında herhangi bir farklılık yok.
Dördüncüsü, Ali Bulaç’ın iddia ettiğinin aksine Müslümanların tarihinde ziyadesiyle sınıf çelişkisi vardır. Servet ve iktidarın -ki, servetle iktidar birbirinden ayrı düşünülemez; kimi zaman servet iktidarı, kimi zaman da iktidar serveti doğurur- siyasi ve hukuki açıdan imtiyaza mesnet teşkil etmediği dönem hemen hemen yok gibidir. İslam tarihinde sınıf geleneğinin kökleri, Osman’ın hilafet dönemine dayanır. Aradan 14 yüzyıl geçmiş ve bu gelenek ziyadesiyle oturmuştur. Bu konuda onlarca örnek sıralanabilir; ancak Ali Bulaç “hiç olmamıştır” dediği için onun tezini bir tek örnekle çürütmek, hem konuyu dağıtmamak hem de lafı fazla uzatmamak açısından yerinde olacaktır. Evet, üçüncü halife Osman’ın iktidar yıllarına kısa bir yolculuk yapacağız.
Osman b. Affan, halifeliği döneminde işe kadrolaşmayla başladı:
* Kufe valisi Sad b. Ebu Vakkas’ı azledip yerine anne-bir kardeşi Velid b. Ukbe’yi tayin etti.
* Mısır valisi Amr b. As’ın yerine süt-kardeşi Abdullah b. Ebi Serh’i tayin etti.
* Basra valisi Musa el-Eş’ari’yi görevden alarak yerine dayısının oğlu Abdullah b. Amir’i atadı.
* Başkâtipliğe amcasının oğlu Mervan b. Hâkem’i getirdi.
* Sadece Şam valisi Muaviye’yi değiştirmedi. Hatta Humus, Kınnesrin ve Havran gibi şehirleri de ona bağlayarak yetki alanını genişletti.
Böylece “şekil a”da görüldüğü gibi tüm eyalet valiliklerinin Ümeyyeoğulları’nın eline geçmesini sağladı.
* Taif’e sürgün edilen amcası Hakem’i Medine’ye getirtti ve kendisine 100 bin dirhem (ulufe) verdi.
* Fedek arazisini Hakem’in oğlu Mervan’a tahsis etti.
* Medine çarşısının gelirini Mervan’ın kardeşi Haris’e tahsis etti.
* Damadı Abdullah b. Halid’in hesabına 400 bin dirhem aktardı.
* Mısır’dan getirilen, Ömer’in “parçalayıp yoksullara dağıtın” dediği, ancak bozulur diye parçalanmayan devasa inciyi kızının çeyizine kattı (Osman’ın kızı Mervan’ın kardeşi Haris’le evlenmişti).
* İfrikiye’nin fethi sırasında 1,5 milyon dinar ganimet elde edilmiş, beşte biri Medine’ye gönderilmişti. Bu ganimetleri yapılan ihale/müzayede sonunda 500 bin dinar karşılığında Mervan’a sattı. Mervan aldığı malların çok azını ödedi, kalan borcu da kendisine bağışlandı.
Daha sayayım mı?
* Ömer’in toprak politikasında iki önemli değişiklik yaptı: Kureyş’in Medine dışına çıkamayacağı ve toprak sahibi olmayacağı yasağını kaldırdı. Böylece ölü araziler (bataklık/mevât) savaş ganimeti olarak bir grup azınlığın (Emevi) eline geçti. Buralarda büyük çiftlikler kuruldu ve Afrika’dan getirilen köleler buralarda çalıştırıldı.
* Muhaliflerden Ammar b. Yasir’in feci şekilde dövülmesine karşın hiçbir hukuki işlem yapmadı.
* Abdullah b. Mesud’u, Velid’in israfına karşı çıktığı ve onu eleştirdiği için Medine’de cezalandırdı. Ayrıca Ebu Zer’in cenazesine gittiği için kendisine sopa vurdurdu.
* Muhalif konuşmalar yapan Aişe’yi tahsisatını azaltarak susturmak istedi.
* Ebu Zer’i çöle sürdü.
* Beytu’l-Mal’den sorumlu olan Abdullah b. Erkam, Osman’ın Beytu’l-Mal’den akrabalarına para dağıttığını görünce, “Ben ümmetin Beytu’l-Mal sorumlusu olduğumu sanıyordum, senin kişisel hazinelerinin değil” diyerek anahtarları yüzüne fırlattı ve istifa etti. (Âdem Pak, Hz. Osman’ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasi Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler; Abdulaziz Dûrî, İlk Dönem İslam Tarihi, Çev: Hayrettin Yücesoy, Usul Dergisi, 4. Sayı, s. 92-105; Mustafa Demirci, Hz. Osman Devri Fitne Olaylarının Sosyo-ekonomik Boyutları, İslamiyât Dergisi, c. 7. Sayı 1, s. 155-170; İhsan Eliaçık, Mülk Yazıları (2), Hiç İbret Alınsaydı Tekerrür Eder miydi? s. 147-153)
Müslümanların tarihinde sınıf hiç olmamıştır, servet ve iktidar, siyasi ve hukuki imtiyaza mesnet teşkil etmez(!) Bu hadiselerin yaşandığı yerde “sınıf farkı yoktur, olmamıştır” denebilir mi? Bütün bunlar olup biterken halkın yaşadıklarını, üsttekilerle alttakiler arasındaki uçurumu siz düşünün. Hani Müslümanların tarihinde sınıf çelişkisi yoktu, hiç olmamıştı? Bu ne yaman çelişkidir hocam?
Ancak Ali Bulaç, hemen akabinde günümüz Türkiye’sindeki durumu masaya yatırıyor ve oldukça doğru tespitlerde bulunuyor. Türkiye’de insanların “İslami” olmayan yollardan, daha çok da kamu kaynaklarından, iktidarın ve yönetimlerin avantajlarından istifade ederek mal-mülk ve servet sahibi olduklarını, “üzerimize farz olan zekâtı ödedikten sonra istediğimizi yapabiliriz, harcayabiliriz” dediklerini ifade ediyor ve ekliyor: “Hayır, istediklerini yapamazlar. Zekâtlarını verdikten sonra da yapamazlar. Çünkü zekâtın dışında da toplumun o servette bir hakkı vardır…” Güzel ve bir o kadar da yerinde bir yaklaşım olmasına karşın yine de çelişkili.
Kişi “meşru çerçevede” istediği gibi servet elde edebilir ama istediği gibi harcayamaz. Niçin istediği kadar servet elde edebilir ama istediği gibi harcayamaz? Bu, şekeri çocuğun eline verip “yeme” demeye benzer. Oysa tam aksine kişi kazancı üzerinde -ki, aslında bu onun kişisel kazancı da değildir- istediği gibi tasarrufta bulunamayacağı, eline geçeni istediği gibi harcayamayacağı için sınırsız servet sahibi olamaz. Zira İslam, şahsi serveti kabul etmemektedir. Dolayısıyla kişi havaic-i asliye dışında kalan ne varsa tümünü zekât müessesi ve infak yoluyla topluma devretmekle yükümlüdür. İhtiyaçtan fazlasını biriktiremeyeceği (yığamayacağı), istediği gibi harcayamayacağı, dolayısıyla servetin toplumsal hale getirildiği bir sistemde eline ihtiyaçtan fazlası geç(e)meyeceği için hiçbir zaman sınırsız servet elde edemez.
Bununla birlikte yine devreye “fakat” giriyor. Fakat… “Fakat bu, bizim anladığımız, yani savunulduğu gibi ihtiyaçtan arta kalanın yoksullara devredilmesi değildir. Bu öyle olacak şey değil.”
Peki, nasıl olacak bu iş?
“Bu, üretim yapısının, bölüşüm düzeninin, tüketim ve harcama düzeninin İslamileştirilmesidir. Yoksa para aktarmak suretiyle değildir. Yani diyelim ki, benim bir milyar param olsun, onun dışındakini infak olarak dağıtacağım… Bu İslam’ın arzu ettiği bir şey değildir. Öyle sorun çözülmez.”
Birincisi, bunlar muğlâk ifadeler. Ne demek üretim yapısının, bölüşüm düzeninin, tüketim ve harcama düzeninin İslamileştirilmesi? Niçin bunu üretim ilişkilerinin emeği önceleyecek şekilde düzenlenmesi, servetin toplum geneline yayılması, yani kişisel olmaktan çıkarılarak toplumsal sermayeye dönüştürülmesi, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” prensibinin hayata geçirilmesi şeklinde ifade etmiyoruz? Etmiyoruz, çünkü böyle ifade ettiğimiz zaman iş dönüp dolaşıp bir şekilde sosyalizme, anarşizme, hatta komünizme gelip dayanıyor. İslam “üçüncü ve orijinal” yol olduğuna göre farklı şeyler söylemeliyiz.
Oysa bu din, bunu 7. yüzyıl Arap yarımadasında zaten söylemişti. “Allah’tan başka ilah yoktur” diyerek statükoyu yıkmış, her türlü hiyerarşiye, ast-üst ilişkisine son vermişti. “Allah’tan başka güç-kuvvet (sahibi) yoktur” diyerek toplumu ön plana çıkarmıştı. “Kölelere özgürlük” diyerek tüm boyundurukları kırıp atmıştı. “Göklerin ve yerin mülkü O’nundur” diyerek, rızık kaynaklarını kamulaştırmış, toplumun ortak mülkiyeti haline getirmişti. “İnsan için emeğinden başkası yoktur” diyerek “herkesten yeteneğine göre”, “ihtiyaçtan fazlasını verin” diyerek “herkese ihtiyacı kadar” prensibini vazetmişti ve böylece efendilerle köleleri eşitlemişti. Peygamberin Medine’de tesis ettiği toplumu dikkatli bir biçimde incelerseniz, bu söylediklerimi aynen görürsünüz.
İkincisi, hocanın verdiği örneğe sadık kalarak diyelim ki, bir milyar paramız var ve bu para bizim her türlü ihtiyacımızı karşılıyor; geri kalanını ne yapacağız? Ortada üretim ilişkilerinin sağlıklı bir biçimde düzenlendiği, adaletli bir bölüşüm mekanizmasının varlığından söz edebileceğimiz bir sistem olmadığına göre “İslam bunu arzu etmemiştir, bu iş böyle çözülmez” diyerek yastık altı mı edeceğiz? Ya da “serveti kamu yararına üretime sokmak” ve “daha fazla istihdam alanı yaratmak” adına ücretlerde kısmi iyileştirme yoluna giderek işçinin alın terini sömüreceğimiz yeni işletmeler mi kuracağız? Yoksa birilerinin yaptığı gibi yılsonu vergiden düşmek kaydıyla kamu yararına ucuz maliyetli (düşülecek verginin yanında devede kulak kalacak) hastane, okul vb yerler mi inşa edeceğiz? Hoca kusura bakmasın ama yuvarlak ifadelerle bir yere varamayız.
Oysa ben, Ali Bulaç’ın ağzından “ilk ve son tercihimiz fakirlerdir” sözünün çıktığını kendi kulaklarımla duymuştum. Aynen öyle yapacağız hocam. Havaic-i asliyemizi alacağız geri kalanını da ihtiyaç sahiplerine devredeceğiz. İnfak fonları kuracağız, topluma örnek teşkil edecek model üretim ilişkileri geliştireceğiz, bunları yaygınlaştıracağız, yâr yanağından gayri her şeyimizi paylaşacağız. Aksi halde “İhvan İslamcılığı”ndan bir adım öteye gidemeyiz. Hele bir İslam gelsin, hele bir üretim ilişkileri rayına otursun, şöyle adaletli bir bölüşüm mekanizması oluşturalım, her şey kendiliğinden hallolacak… Eğer meseleye böyle bakacak olursak, daha çok bekleyeceğiz demektir.
Üçüncüsü, Ali Bulaç’ın ortaya koymuş olduğu yaklaşımla tüketim ve harcama düzeninin sağlıklı bir biçimde yeniden yapılandırılması söz konusu olamaz. Zira bir yandan kişisel sermayenin, bir başka ifadeyle özel mülkiyetin meşru olduğunu, kişinin “meşru çerçevede” istediği kadar servet elde edebileceğini söyleyip öte yandan harcama ve tüketim çılgınlığının önüne geçemezsiniz. Öyle ki, bu da sermayenin (kapitalin) doğasına aykırı düşmektedir. Sermaye doğası gereği büyümek zorundadır ki, bu da ancak azami miktarda kâr elde etmekle mümkündür. Sermayedar daha fazla kâr elde edebilmek için kaçınılmaz olarak daha fazla üretip daha fazla satmayı amaçlar. Aksi halde büyüyemez, büyüyemediği takdirde de otomatikman küçülür. Hal böyle iken hem buna cevaz verip hem de sermaye sahibine “üretme, reklam yapma, tüketimi teşvik etme” diyemezsiniz. Eğer derseniz zulmetmiş olursunuz. Dolayısıyla tüketim çılgınlığı burada sebep olarak değil, sadece bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Turnusol kâğıdı: Ebu Zer
Mülkiyet söz konusu olduğunda iş dönüp dolaşıp yine Ebu Zer’e geliyor. Deyim yerindeyse Ebu Zer mülkiyet konusunda turnusol kâğıdı işlevini görüyor. Zira Ebu Zer’e karşı takınılan tavır mülkiyet anlayışıyla doğru orantılı. Mülk sahipleri ondan hoşlanmıyorlar; açlar, yoksullar ve köleler için o, ezilen kitlelerin çığlığı; iki arada bir derede kalmış olanlar ise orta yolu bulmaya çalışıyorlar.
Ali Bulaç, son bölümde Ebu Zer’le ilgili görüşlerini beyan ediyor. “Üçüncü ve orta yol” arayışı onu bir dizi çelişkiye daha sürüklüyor. Zira Bulaç, önce Ebu Zer’i ve Abdurrahman b. Avf’ı iki meşru örnek olarak nitelendiriyor, “Müslümanlar arasında Abdurrahman b. Avf da olacak Ebu Zer de olacak. Burada imamın, yani devletin veya şeriatın ikisi arasında denge kurması ve bunları birbirine yakınlaştırması esas alınmalıdır” diyor, ancak ardından her iki iktisat anlayışının da mümkün olmadığını söylüyor. Benim merak ettiğim şey şu: İslam, kapitalizmden ve sosyalizmden farklı olarak “üçüncü ve orta” bir yol öngördüğüne göre, acaba Ebu Zer burada sosyalist, Abdurrahman b. Avf da kapitalist mi oluyor? İslam açısından her iki anlayışın da pratiğe yansıtılması söz konusu olamayacağı düşünüldüğünde böyle bir değerlendirme yapmak gayet normal. Nitekim biri mülkiyete düşman, diğeri ise tutkun.
Peki, hal böyle iken ikisinin arasında ne tür bir denge kurulabilir? Üstelik her ikisi de hayatta iken bu denge kurulamamış olduğu halde? Devlet bir sistem kuracak ve her ikisini de buna mecbur mu edecek? Burada da bir çelişki var. Zira Bulaç’ın önerdiği “üçüncü ve orta” yol, Abdurrahman’dan yana. Öyle ya, dileyen “meşru çerçevede” istediği kadar servet elde edebilir. Zaten Abdurrahman’ın da buna itirazı yok; itirazı olan Ebu Zer.
Ancak bu noktada Ali Bulaç bir manevra daha yapıyor ve ideal olanın, arzu edilenin, Ebu Zer’in tasvir ettiği şekilde bir iktisadi sistem kurmak olduğunu, devletin reel politiği bu ideale göre ayarlama çabası içinde olması gerektiğini söylüyor. Hani böyle bir şey mümkün değildi? Mümkün olmayan bir hayal uğruna devlet niçin çaba sarf etsin?
Bununla birlikte Bulaç, metnin sonunda Ebu Zer’in de Abdurrahman’ın da uç örnekler olduğunu, fakat ikisinin de bir gerçekliği, bir hakikati ifade ettiklerini söylüyor. Dolayısıyla ikisi de meşru ama uç örnekler. Her ikisi de bir gerçekliği, bir hakikati ifade ediyorlar, ancak her iki iktisat anlayışının da sistem haline getirilmesi söz konusu değil. Fakat şu da var ki, ideal olan Ebu Zer’in iktisat anlayışı. Gel de çık işin içinden. Nasıl oluyor? Aynı anda hem meşru hem uç hem sistem haline getirilemez hem de biri ideal. Meşru ise, gerçeklik ise, niçin İslam açısından uygun değil? Her ikisi de meşru ise niçin sadece biri ideal? İslam hak olduğuna ve orta yolu gözettiğine, Ebu Zer ve Abdurrahman da uç örnekler olduklarına göre, her ikisinin de İslam açısından meşru olmaması gerekir.
Maalesef neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Tam bir çelişkiler yumağı. Hoca bir yandan “üçüncü ve orta” yol diyor, diğer yandan her ikisinin de birer gerçekliği ifade ettiğini, fakat ideal olanın Ebu Zer’in iktisat anlayışı olduğunu söylüyor. Acaba aynı anda üç-dört gerçeklik birden mi var? Karar ver hocam; hangisi doğru hangisi yanlış?
Anlaşılan o ki, hoca iki arada bir derede kalmış durumda. Bu nedenle ortada durmaya çalışıyor. Zira aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık. Kime doğrudan tavır alsın, hangisine “meşru değil, yanlış yapmış” desin? Ebu Zer’e mi, yoksa Abdurrahman’a mı? Klasik anlayışa göre her halükârda sahabeye hakaret olacak. Üstelik yılların İslamcısı Ali Bulaç… Hocayı gayet iyi anlıyorum ve onu vicdanıyla baş başa bırakıyorum. Yaşadığımız şu çelişkiye bakın. Allah hepimizin yardımcısı olsun.
Esenlikle…