Yirmi dördüncü yazı…
(Başlıktaki tanım, 1924 Anayasası yapım sürecinde Komisyon Sözcüsü Celal Nuri Bey’e ait.)
1924, 1961 ve 1982 Anayasaları’nın meclis görüşmelerinde ‘anayasa komisyonu’ sözcülerinin açıklamalarına ve madde ‘gerekçeleri‘ne bakıldığında, ‘Türklük’ sıfatının yurttaşlık karşılığı olarak kullanıldığı düşünülebilir. Çünkü maddelerin lafzında ‘dil, ülkü ve kültür’ birliği ideali yazılı değildir!
Kendimizi yalnızca ilgili maddelerin (yurttaşlık tanımının yer aldığı) ‘sözü’yle sınırlamayıp meclisteki konuşmalara, özellikle kimi üyelerin doğallıkla dile getirdiği ‘köken’e dayalı düşüncelerine ve yıllara yayılan uygulamalara bakıldığında, maddelerin ‘sözünde’ olmayan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu fark edebiliriz.
Öncelikle, ‘ne önemi var ki’ ile ‘en önemli konu bu’ kanıları arasında bir başka ‘konuşma/düşünme’ zemini olduğunu, olabileceğini kabul etmek ferahlatıcı olabilir.
Koskoca Cumhuriyet tarihini eşit yurttaşlık bağlamında okumak ne bu yazı dizisinin ne de yazarının harcı. Kuşkusuz 1930’lardan sonrasına ilişkin ve burada sayılması imkansız mebzul miktar kötü anı, uygulama, örnek bulmak mümkün. Şark Islahat Planı, Haziran 1932’de kabul edilip 2003’te kaldırılan Türk Vatandaşlarına tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun (vatandaş olmayan ‘yerleşik’ Rumların bir kısmının işlerinden edilmesine neden olan), Haziran 1934 tarihli İskan Kanunu (ülke nüfusunu ‘Türk kültürü’ne ve ‘Türk ırkı’na göre yeniden düzenlemeyi, özellikle ‘tek dil‘i amaçlayan), Dersim vs…
Hepsi bir yana yalnızca Varlık Vergisi Kanunu (Kasım 1942) uygulaması dahi, yeni kimlik yaratma hedefinin yalnızca bir isim verme çabasından ibaret olmayıp aynı zamanda nasıl bir sermaye transferini de hedeflediğinin açık göstergelerinden. Savaş koşullarında ekonomik sıkıntıları aşma amacıyla gerekçelendirilen yasanın uygulaması, verginin büyük ölçüde Gayrimüslimlerden alınması ve insani trajedilerle sonuçlandı.
O esnada milletvekili olan Faik Ahmet Barutçu’nun anılarında (Siyasi Hatıralar) naklettiğine göre, yasa görüşülürken gerçekleştirilen ‘kapalı oturum‘da Başbakan Şükrü Saraçoğlu; yasa sayesinde piyasamızada var olan gayri-Türk unsurların bertaraf edilip Türk piyasasının Türklerin eline verileceğini ve İstanbul’daki Gayrimüslim mülklerin bu sayede Türklerin eline intikal edeceğini belirtiyordu. İstanbul defterdarı Faik Ökte de anılarında (Varlık Vergisi Faciası, Nebioğlu Yayınevi, 1951), yasanın ‘asıl’ niteliğini anlatır. (Bu kitap şu anda elimde olmadığı için alıntı yapamıyorum.)
Yaklaşık iki yıl sonra bir başka yasayla devlet, tahsil edemediği alacaklarından vazgeçmiş olsa da ‘ekonomik zorluklar’la gerekçelendirilen, ancak verginin çok büyük ölçüde Gayrimüslimlerden tahsil edilmesine (yargıya itiraz edilemiyordu!) neden olan uygulama sayesinde, önemli boyutta mal mülk transferi gerçekleştiğine kuşku yok. Ocak 1943’ten sonra Aşkale’ye (ve Sivrihisar’a) sürgün edilenlerin ‘zorunlu çalışma kampları‘ndaki hali ve orada yaşamını kaybedenler, 6-7 Eylül 1955’te yaşananlar, ayrıca hatırlatılmalı mı?
Tüm bunlara bakıp Türkiye’de resmî kimlik siyaseti ve anayasadaki yurttaşlık tanımının, kapsayıcı ve çoğulcu bir yurttaşlık ideali anlamına geldiğini iddia etmek, üstün bir çaba gerektiyor!
Öncelikle üç makale önermek istiyorum. İkisi, Cogito’nun (YKY) ‘Sivil İtaatsizlik’ konulu 67. sayısından (2011). Ozan Erözden’in ‘1924, 1961 ve 1982 Anayasalarında Vatandaşlık Tanımı Üzerine.’ (s.239) Diğeri, yine aynı sayıda Haldun Gülalp’in ‘Türk Itlak Olunur: Anayasalarımızda Vatandaşlık’ (s.226) başlıklı makalesi. Üçüncüsü, Mesut Yeğen’in ‘Yurttaşlık ve Türklük’ (Toplum ve Bilim, 92.sayı, 2002) yazısı.
Anayasalarda:
1924: Önceki yazıda 1924 Anayasası’nın ilgili hükmünü anlatmıştım. Anayasa’nın 88/1.maddesi “Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir (ıtlak olunur).” diyordu. Tabii, ben yalnızca ilk fıkralarındaki yurttaşlık tanımlarını aktarıyorum; sonrasında yurttaşlık ‘hakkı‘nın nasıl edinileceği, toprak esasının mı yoksa kan esasının mı öncelikli olduğu düzenlenir. 1924 Anayasası bu bakımdan da daha ‘esnek’. Yurttaşlık hem kan bağı hem toprak bağı esasıyla edinilebilir. Erözden’in altını çizdiği gibi bu hüküm, “…kapsayıcı milliyetçilik ya da dışlayıcı milliyetçilik arasında herhangi bir tercihte bulunmaz.”
Şunu bir kez daha hatırlatmakta yarar var: 1924’tekilerin derdi, eskiden Osmanlı denilen ahaliye Cumhuriyet ardından ne diyeceklerini bilememekti. Bir isim vermek zorunda değillerdi kuşkusuz. Anayasalarda çok da âdetten değil böyle tanımlar. Yurttaşlık bir haktır ve asıl olarak nasıl edinileceği ve beraberinde getireceği hak ve yükümlülükler önemli. Demokrasiler içinde Almanya gibi bir örnek var, ancak Alman Temel Yasası’nın 116. maddesi, o toprağın tarihinden çıkmış özgül bir madde. Alman vatandaşlığına sahip olanları Alman olarak tanımladığı ilk fıkrasında ayrıca (vatandaşlık için), “Alman soyundan olup 31 Aralık l937 tarihindeki Alman İmparatorluğu sınırları içinde kabul edilmiş olan mülteci veya sürgün edilenler ile bunların eşi veya füruu” şeklinde bir düzenlemeye yer verilmiş.
Buna mukabil Türkiye’de 1924 Anayasası’nın kurucu iktidarı, yurttaş tanımı yapmak istemişti. Tutanaklar okunduğunda bazı kavramlar konusunda o yıllar bakımından anlaşılabilir bir bilgi eksikliği olduğu anlaşılır. Örneğin Anayasa Komisyonu sözcüsü Celal Nuri Bey’e göre 88. madde ‘etnografya itibariyle’ değil, ‘sadece milliyet’ belirliyor ve ona göre bir ‘cumhuriyette’ tabiiyet olmaz, milliyet olur. Ozan Erözden, haklı olarak Nuri Bey’in ‘tabiiyet’ ile ‘tebaa’yı karıştırdığını tespit eder: “Celal Nuri Bey de, Hamdullah Suphi Bey de, ‘öz’ Türkün hanefi Müslüman ve Türkçe konuşur olduğunda görüş birliği içindedir. Kafa karışıklığı, ‘milliyet (nationality…)’ ile ‘vatandaşlık (citizenship…)’ ayrımındadır.” Oysa malumunuz, milliyeti (etnik, kültürel, dinsel ayrımlar) ayrı olanların yurttaşlığı bir olabilir.
Dolayısıyla, 1924 Anayasası’nın “Vatandaşlık bakımından Türk denir” tanımı bugünkünden daha başarılı olsa da, anayasa yapıcı, Türklükten ‘hakiki Türklüğü’ anlıyordu. Hükmü koyanlar, ‘Osmanlı’ ifadesi yerine ‘Türk’ adının konulması ile ‘cumhuriyet rejimi’ arasında kurdukları ilişki nedeniyle, etnik kökeni Türk olmayanlara da ‘vatandaşlık bakımından’ Türk demeyi tercih ediyor.
1924 Anayasası’ndaki yurttaşlık tanımı üzerine konuşurken, Celal Nuri Bey’in yaptığı ‘öz vatandaş’ tanımı gözardı edilmemeli: “Mesela bugün bizim öz vatandaşımız Müslüman, Hanefiyül mezhep, Türkçe konuşur.” (TBMM 20 Nisan 1924,
1961: Yurttaşın ‘sıfatı’ konusu 1961 Anayasası’nın yapım aşamasında da gündeme geldi.
Anayasa’nın 54. maddesi: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlık durumu kanunla düzenlenir…”
Görüldüğü gibi 1924’teki esnek formül terk edilmiş ve kan bağı ile toprak bağı arasındaki tercih, kan bağından yana yapılmıştır.
Yükseköğretim üyelerinden kurulu Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan Anayasa Öntasarısı’nın 57. maddesinde: “Türkiye halkına, din ve ırk ayrımı gözetilmeksizin, vatandaşlık bakımından Türk denir.” hükmü yer alıyordu. 1924’teki ‘esnek’ tanım benimsenmişti.
Anayasa’nın yapımında son derece önemli yeri olan Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari İlimler Enstitüsü’nün Gerekçeli Anayasa Tasarısı ve Seçim Sistemleri Hakkındaki Görüşü’nün 25. maddesi ise ‘tanım içermeyen’ şöyle bir düzenleme önermişti: “Türk vatandaşlığı ancak kanunun açık olarak gösterdiği hal ve şekillerde kazanılır ve kaybedilir. Türk babadan olan herkes, kanunun gösterdiği istisnalar dışında, Türk vatandaşıdır.”
Darbeden sonra oluşturulan Kurucu Meclis’in iki kanadından biri Temsilciler Meclisi’nin Anayasa Komisyonu raporunda, “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” (md.52) önerisi yer aldı.
1961 Anayasasını hazırlayan mecliste, anayasada nasıl bir milliyetçilik anlayışı olması gerektiği üzerine uzunca tartışılır, ancak bu daha ziyade ‘Cumhuriyet’in nitelikleri‘ne ilişkin madde bağlamında yapılır. Konuya başka bir yazıda geleceğim.
Anayasa Tasarısı ve Anayasa Komisyonu Raporu üzerine yapılan görüşmeler sonunda, Komisyon Sözcüsü Muammer Aksoy, yöneltilen eleştirilere şu yanıtı veriyordu:
“Bu hüküm, Atatürk’ün Türkçülük ve milliyetçilik mefhumunu izah ederken kullandığı formülün tâ kendisidir. Eski Anayasa’nın (1924) 88 inci maddesi aynen şöyle diyor: ‘Türk ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.’ Görülüyor ki, biz hükmü Türkçeleştirerek yeni Anayasamıza koymuş bulunuyoruz. Bunu çıkarmak, bahis konusu olmamalıdır.”
Ancak, Aksoy’un açıklamasından farklı olarak, ‘Türk denir’ ile ‘Türktür’ arasındaki farkın yalnızca ‘Türkçeleştirme’ isteğinden ibaret olmadığını görmek zor olmasa gerek. Aksoy gerek bu farkı ve gerekse yeni metinde ‘vatandaşlık bakımından’ ifadesinin yer almamasını açıklamıyor.
1982: 1982 Anayasası’nın ‘Türk vatandaşlığı’ başlıklı 66. maddesine göre: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür…”
66. madde, ‘yabancı baba ve Türk anadan olan çocuğun yurttaşlığı’nı yasaya bırakıyordu ki, bu ‘berbat’ düzenleme 2001’de kaldırıldı.
1980 darbesi sonrasında, ‘Siyasal Bilgiler Fakültesi İdarî İlimler Enstitüsü’nün Gerekçeli Anayasa Tasarısı ve Seçim Sistemi Hakkındaki Görüşü’ başlığıyla sunulan öneride, yurttaşlık tanımı 25. maddede yer alıyor: “Türk vatandaşlığı ancak kanunun açık olarak gösterdiği hal ve şekillerde kazanılır ve kaybedilir. Türk babadan olan herkes, kanunun gösterdiği istisnalar dışında, Türk vatandaşıdır.” Görüldüğü gibi, burada da bir ‘Türklük’ tanımına gerek görülmemiş.
1982 Anayasası’nda yurttaşlığı düzenleyen maddenin gerekçesinde, 1961 Anayasası’nın 54. maddesindeki ‘vatandaşlık’ başlığının ‘Türk vatandaşlığı’na dönüştürülmesi şöyle açıklanıyor: “Bu şekilde vatandaşlık bağının Türklüğü kazandırmada daha kuvvetli bir bağ olduğu vurgulanmak istenmiştir.” Madde başlığındaki vurgu vatandaşlığa değil, Türklüğedir.
Yurttaşlık konusu darbe sonrası oluşturulan Kurucu Meclis’in iki kanadından biri olan Danışma Meclisi’nde tartışmalara neden olur. (27.08.1982, B.137/O.2 ) Fıkranın şu haline dahi itiraz yönelten üyeler vardı. Özellikle, adları tutanakta bulunabilecek ‘dokuz üye’nin birlikte itirazı, darbe sonrası kimi temsilcilerin haleti ruhiyesini göstermesi bakımından çok çarpıcı. Bu nedenle, hükümlerin lafzından/sözünden büyülenmeden ve “Bu tanımlar herkesi eşitleyen yurttaşlığı anlatıyor, o amaçla kabul edildi” gibi tekrarlar yapmadan önce, tutanaklara/anayasa görüşmelerine biraz göz atmakta yarar var. (Meraklısı için buraya bırakıyorum. Vatandaşlığa ilişkin madde 36. sayfadan sonra görüşülüyor.)
Söz konusu üyeler, maddenin ikinci fıkrasındaki “Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür” ifadesine dahi çok içerlemiştir! Üyelerden İhsan Göksel’in uzun değişiklik önerisinden bazı alıntılar yapmak istiyorum: “Bir kimsenin vatandaşlığa kabul edilmesiyle, onun damarlarındaki kanını değiştirip yerine Türk kanı dolduramayız; onun gönlünde ve kafasındaki değerleri alıp, bunun yerine onun maddi ve manevi varlığını Türk kültürü, Türk meziyetleri, Türkün tarihsel hazinesi ve hele hele Türk soyunun soyluluğu ile öremeyiz… Bir kimseyi vatandaş yapabilirsiniz, ama Türk yapamazsınız. Bean şart ki, vatandaşlığa alınan kimse Türklüğü benimsemiş olsun.”
Göksel, yukarıda andığım Haziran 1934 tarihli İskân Kanunu’nun üçüncü maddesine göndermeyle “Muhacir olarak Türkiye’ye kabul edilebilmek için bile Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olmak, gerekmektedir” diyerek devam eder: “Görülüyor ki Türk olmak kolay iş değildir. Sadece Türk babadan olan, ya da Türk anadan doğan bir çocuk Türk olmamakta, ancak ‘Türk vatandaşı’ olabilmektedir.”
Dolayısıyla anayasa görüşmelerinde konuşan kimi üyelerin zihnindeki Türklük, tam da bugünkü itirazın gerekçesini karşılar türden. Türklüğü kapsayıcı bir yurttaşlık tanımı olarak değil, ‘soy, tarih, ülkü, kültür’ birliği kabul edip bunları üzerinde taşımayan kimsenin Türk olamayacağını savunurken, ısrarla ‘kan’, ‘soy’ ve ‘ırk’a vurgu yapıyorlar. Bugünden bakınca 12 Eylül darbesinin başarısı daha açık görülüyor!
Sonunda önerge kabul edilmiyor neyse ki. Vurgunun ‘vatandaşlık bağı’na yapılması gerektiği, Türklükten vatandaşlığın anlaşılmasının doğru olduğu, ‘Türk nüfus cüzdanı taşıyan herkesin Türk kabul edilmesi gerektiği’, Komisyon tarafından özellikle dile getiriliyor. (Komisyon Başkanı Kemal Dal). Bir başka üye M. Utkan Kocatürk ise 1924’e atıfla, ‘Türkiye Devleti’ ifadesini önerir, ancak reddedilir.
Anayasa’nın vatandaşlık tanımı bir yana, metnin çeşitli yerlerine serpiştirilmiş ve yurttaşlık bağını çok aşan Türlük ifadeleri olduğunu söylemekte yarar var. Bunların en akılda kalıcı olanı, 1995 yılında değiştirilen Başlangıç kısmının ilk satırıydı: “Ebedi Türk vatan ve milletinin bütünlüğüne ve kutsal Türk Devletinin varlığına karşı…” Böylece bir yandan Türkiye Cumhuriyeti’ne Türk Devleti denilip diğer yandan hem ‘kutsal’ hem ‘laik’ ilan edilmişti! Başlangıç’ta halen, “Hiçbir düşünce ve mülahazanın… Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının… Türlüğün tarihi ve manevi değerleri… karşısında koruma görmeyeceği…” gibi, doğrudan kökene vurgu yaparak anayasal yurttaşlık anlayışını çok aşan ifadeler varlığını sürdürüyor.
Tarihsel kökenleri olan sorunlardan mustarip yurttaş kümelerini karar süreçlerine dahil etmek, sözcüklerin tarihini ciddiye alıp yeni bir şeyler söylemeyi hedeflemek, bir tür siyaset yapma tercihi ve çoğulcu toplum vadediyor. Yönetimde ‘oooh ooh’ ilkesi ise bir diğer siyaset tercihi ve nasıl bir toplum-ülke vadettiği malum. Eğer insan gibi ve eşit yaşam hedefi varsa, anayasal (siyasal-tarihsel) sorunlar üzerinde konuşurken ilk yaklaşımı tercih etmekte sonsuz yarar var.
Bir not ve okuma önerisi:
Türkiye’de, söze ‘dünyada’ sözcüğüyle başlayanların ortak bir niteliği genellikle dünya hakkında pek bir fikirlerinin olmamasıdır. Boğaziçili bir grup öğrenciye yönelik ‘devlet’ ve ‘şıracı muhalefet’ tepkisi, bir kez daha ‘dini değerlere‘ atıf yaptı ve ifade özgürlüğü ile ilgili son derece iri sözcükler sarf etti, ediyor. Türkiye laik/seküler bir devlet değil. Nicedir, yönetimde ve onunla yarışmaya azimli muhalefet söyleminde büyük ölçüde ‘dini değerlerin’ yönelendirici olduğu, dindar olmayan siyasetçilerin dahi dindar görünmek zorunda hissettikleri bir ülkede yaşıyoruz. İdare inançlar karşısında yansızlık ilkesini tümüyle bir yana bırakıp bir mezhebin sözcülüğünü üstlenmiş durumda. Dün kamu kurumlarının yapmış olduğu açıklamalara şöyle bir göz atmak yeterli. Eğer, bizden farklı olarak laik-seküler-demokratik hukuk sistemlerinde bu konunun nasıl ele alındığını merak ediyorsanız, Kerem Altıparmak’ın zamanında kaleme aldığı şu yazıyı öneririm.
Bir de, illa dünyadan söz edeceksek; ana muhalefetten biri çıkıp da dünyanın neresinde dört beş öğrencinin, her ne yapmış olurlarsa olsunlar, neredeyse tüm devlet organları ve ana muhalefet tarafından en sert sözcüklerle kınandığına dair tek bir örnek verebilir mi? Tek bir örnek. Ana muhalefetten bir hukukçu, mümkünse hamaset yapmadan, ilgili hukuk dalının terminolojisi içinde kalarak, söz konusu eylemde yer alan suçun ne olduğunu anlatabilir mi? Bir kişi. Ana muhalefetin yönetimine de, o yönetimde yer alan akademisyenlere de bravo. Hakikaten bravo. İki çocuk tutuklandı, hadi kutlayın zaferinizi.