“Allah, sözün en güzelini birbirine benzer, ikili (manalar ifade eden) bir kitap halinde indirdi.” (39/23)
“Biz, bu Kur’an’ı vahyetmekle, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz.” (12/3)
Kur’an, kâinatın özünde yasa şeklinde yerleşmiş bulunan bu ilahi rehberliğin kemâle ermiş son şeklidir. Dili semboliktir. Tıpkı önceki kitaplar gibi temelde manevi-ahlaki ilkelere dayanır. Bu ilkeler, dinin siyasi-ideolojik boyutunun da altyapısını oluştururlar. Dolayısıyla Kur’an, söz konusu manevi-ahlaki ilkeler doğrultusunda insan hayatına ve toplumsal yapıya ilişkin düzenlemeler getirir. İnsanın yaratıcısına, hemcinslerine ve mahkukata/tüm yaratılmışlara karşı yerine getirmesi gereken sorumluluklarının altını çizer ve bu sorumluluklar çerçevesinde ona kâinattaki asli konumunu hatırlatır. Buna göre insan, dünyadan ahirete -ki, bu ister dünyevi ister uhrevi olarak anlaşılsın fark etmez- yolculuk etmekte olan bir yolcudan başkası değildir. Bu yolculukta ondan istenen tek şey, “sahip” değil “emanetçi” olduğunun farkına varması -ki, yeryüzünün mülkiyeti bütünüyle insana emanet edilmiştir (yeryüzü hilafeti)- ve ilahi rehberliğin ışığında sağ-salim yolun sonunu getirmesidir. O, bu yolculuk sırasında kimi zaman ebeveyninin şefkatine muhtaç bir çocuk kimi zaman ana-baba, kimi zaman hemcinslerinin emeğini sömüren bir patron, kimi zaman emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan bir işçi, kimi zaman öğretmen kimi zaman öğrencidir. Kimi zaman üzüntülü kimi zaman neşeli, kimi zaman sağlıklı kimi zaman hasta, kimi zaman üstte kimi zaman alttadır. Devletler kurup devletler yıkar, bazen muslih/ıslah edici, bazen de müfsid/fesad çıkarıcı olarak hayat denen tiyatro sahnesinde boy gösterir. Tarih, onun hareketlerinin toplamından ibarettir.
İnsani bir bilinç içerisinde onu anlamak/kavramak ve hayata taşımak maksadıyla Kur’an’a yönelen herkes, tüm şek ve şüphelerden uzak bir biçimde bu manevi-ahlaki rehberlikten istifade eder (2/2). Kur’an kendi içerisinde tafsilatlı olarak açıklanmış ve onda hiçbir karmaşıklığa/çapraşıklığa yer verilmemiştir (6/114, 44/3, 18/1). Bununla birlikte Kur’an, üzerinde düşünülmesi ve öğüt alınması için kolaylaştırılmıştır (54/7, 22, 32, 40), dili ve içeriği itibariyle apaçıktır (Mubin’dir 43/2, 5/15). Dolayısıyla Kur’an’ın yolu aydınlık, düz ve kestirmedir.
Kur’an, rehberlik işlevini çeşitli şekillerde yerine getirir. Burada birkaçını zikredecek olursak; insana sürekli olarak yaratıcısını, yaratılışını, varlığının ifade ettiği anlam ve amacı, kendisine bahşedilen nimetleri, hilafet (yeryüzü hilafeti) görevinin gereklerini, amellerinin -iyi ya da kötü- hangi sonuçlara yol açacağını, ölümü ve nihai yargıyı hatırlatır, ona bu minvalde öğüt verir (Zikir’dir 68/52, 81/27, 38/1). Yaratılış gayesini unutarak, haktan uzak hareket etme ihtimaline karşı onun kalbini yumuşatacak sevap veya ceza türünden hatırlatmalar yapar ve ona korkuyla karışık nasihatlerde bulunur (Mev’iza’dır 10/57). İnsanın varlığa, eşyaya, hayata, tarihe ve topluma bakışını doğru temeller üzerine oturtmasını, geçmişte yaşananlardan ibret alarak düşünce, tutum ve davranışlarını ıslah etmesini sağlayacak kıssaları/yaşanmış hikâyeleri, belli bir sıra gözeterek, adım adım, en güzel/en doğru şekliyle anlatır(1) ve onu bu yolla eğitir (Ahsene’l-Kasas’tır 12/3). Ne zaman, nerede ve nasıl davranacağı hususunda ona hak ile batılı ayırt edecek bir ölçü sunar (Furkan’dır 25/1, 8/29). Yaptığı yanlışlar karşısında onu dünya ve ahiret tehlikelerine karşı uyarır (Nezir’dir 44/4), dürüst ve erdemli davranışlar sergilediği takdirde onu dünya ve ahiret nimetleriyle müjdeler (Beşir’dir 44/4). Yolculuğu sırasında insanın yoluna ışık tutar (Nur’dur 7/157, 4/174) ve ona ileriyi görerek hareket etme imkânı verir (Besair’dir 45/20).
Bu rehberliği tüm insanlığın huzurunda canlı bir temsiliyet ile son kez görünür kılan/somut hale getiren ise, Allah’ın son elçisi Muhammed’dir ki, onun nübüvvetinin üçte birini kıssalar teşkil eder. Bu bakımdan her bir kıssa, ilahi rehberliğin küçük birer halkasıdır. Dolayısıyla Kur’an’ın manevi-ahlaki evrensel mesajı, bir bütün olarak her bir kıssada mündemiçtir. Bunun yanında kıssalar, insanın düşünce, söz ve eylemlerini doğru temeller üzerine bina etmesini sağlayıcı bir muhtevaya sahiptir. Bir başka ifadeyle kıssalar, kişinin bir bütün olarak hayatına yön veren, onu doğru düşünmeye ve doğru davranmaya sevk eden ibret vesikalarıdır. Bununla birlikte kıssalar, ferdi olduğu kadar içtimai muhtevalarıyla da dikkat çekicidirler. Bu bakımdan Kur’an kıssaları, muhataplarını manevi-ahlaki açıdan inşa ederken aynı zamanda sosyal, siyasi, iktisadi, hukuki ve askeri organizasyonların hangi perspektiften hareketle, ne şekilde ortaya konulması gerektiği hususunda da yol gösterici niteliktedir. Şu halde kıssalardan gerektiği şekilde istifade edebilmek, son tahlilde özümsenmeleri ve pratiğe/amele yönelik okunmaları neticesinde mümkündür.
Daha geniş çerçevede konuşacak olursak; kıssalar, Kur’an’ın rehberlik işlevini yerine getirmesi açısından hayati önem taşırlar. Zira Kur’an’ın üçte biri kıssalardan müteşekkildir. Kıssalarda ağırlıklı olarak geçmiş toplumlardan ve peygamberlerin mücadelelerinden söz edilir. Bu bakımdan öncelikli olarak tarihi bir içeriğe sahiptirler, toplumların akıbetine ilişkin yasaları/sünnetullahı anlamamıza yardımcı olurlar ve muhataplarına tarihe nasıl bakılması gerektiği hususunda belli bir fikir verirler. Söz konusu kıssalar, kendilerini hakikate kapalı tutan birey ve toplumlara yönelik ciddi uyarılar içerirken, kâinatın oluş ve bozuluş yasalarına (kevn ve fesad), bir başka ifadeyle varlık kanunlarına gönülden boyun eğen salih kullar için teselli edici, sağlamlaştırıcı ve yol gösterici niteliktedir. Diğer kıssalarda ise insanın yaratılışı, Allah’ın ölüleri yeniden diriltme kudretine sahip oluşu, insanın düşünce ve davranışlarındaki sebep-sonuç ilişkisi, sahip olduğu zihniyetin -iyi ya da kötü- yol açtığı/yol açacağı sonuçlar gündelik hayatın içinden aktarılan kareler vasıtasıyla etraflıca anlatılır. Kur’an’ın temel kavramları kıssaların muhtevasında önemli bir yer tutar. Olaylar, mükemmel bir anlam örgüsü içerisinde ve devamlı surette temel kavramlara vurgu yapılarak okuyucuya aksettirilir. Bu bakımdan Kur’an kıssaları, kavramların zihni inşasına oldukça geniş katkıda bulunur. Her bir kıssa temelde aynı hakikati (Tevhit) dile getirmekle birlikte kendi içerisinde ayrı bir manevi-ahlaki mesaj taşır. Okuyucu, her kıssada duygu, düşünce, tutum ve davranışları itibariyle kendi hayatından bir kesitle karşılaşır. Böylelikle kişi, kendi benliğiyle yüzleşme fırsatı bulur. Bu anlatım şekli, -inansın ya da inanmasın- Kur’an mesajına muhatap olanların bu kıssalardan kendi paylarına düşen hisseyi almalarını ve verilen mesaj doğrultusunda düşünce ve davranışlarına yön vermelerini sağlamak açısından oldukça etkilidir. Bu yönüyle kıssalar, Kur’an’ın küçük birer özeti mahiyetindedirler.
Kur’an kıssalarının bir diğer özelliği ise muhataplarının önüne örnek/model şahsiyetler koymasıdır. Bu örneklik, kimi zaman olumlu kimi zaman ise olumsuzdur. Bir başka ifadeyle kıssalarda, iyi ve kötü örneklik teşkil eden bütün insan tiplerini görmek mümkündür. Bu doğrultuda okuyucudan, olumlu örneklikleri içselleştirmesi, olumsuz örnekliklerin akıbetlerinden de ibret alması istenir. Buradaki temel amaç, kişinin, hayatını manevi-ahlaki ilkeler doğrultusunda şekillendirmesini sağlamak ve mesajı topluma taşıma görevini üstlenecek model bireyler inşa etmektir.
Ancak bütünüyle modernist ve tarihselci düşünce kalıplarına hapsolanlar -ki, hiçbir düşünce baştan aşağı doğru kabul edilemez, her düşüncenin eksik ve yanlış yönleri bulunmaktadır- tarafından kıssaların yaşanmış olayları/tarihi gerçekleri yansıtmadığı; mesajın daha iyi anlaşılabilmesi için kurgulanmış birtakım senaryolardan ibaret olduğu iddia edilmiştir. Buna göre Kur’an’da insanın ibret almasını, onun duygu, düşünce, tutum ve davranışlarına yön vermesini, bir başka ifadeyle hayatını vahyin yol göstericiliğinde tanzim etmesini sağlamak için, hayatın ve tarihin gerçeklerine dayanan canlı örneklere yer verilmemiş, bunun yerine bir bütün olarak tasvir sanatının incelikleri sergilenmiştir. Şu halde nübüvvetin üçte birini, aslı astarı olmayan birtakım uydurma haberler teşkil etmektedir.(2) Oysa hayatın ve tarihin akışı içerisinde, insanoğlu için ibret teşkil edecek yığınla olay varken, Allah’ın ya da peygamberin senaryo kurgulamaya ve bu senaryolar üzerinden mesaj vermeye ihtiyacı yoktur. Zira hiçbir şey, insan üzerinde yaşanmış olaylar kadar etki bırakamaz. Bu tür yaklaşımlar, Mekke müşriklerinin Kur’an hakkındaki düşünceleriyle benzerlik göstermesi açısından da ibret vericidir:
“Onlara: “Rabb’iniz ne indirdi?” denildiğinde: “Bunlar eskilerin masallarıdır/esatiyru’l-evvelin’dir” dediler.” (16/24)
Yani müşriklerin iddialarına göre, vahyin herhangi bir gerçekliği yoktur. Doğal olarak bunun bir adım ötesinde, Kur’an’ın Allah adına yazılmış yalan ve iftiralardan ibaret olduğu iddiasıyla karşılaşıyoruz:
“Bu, onun sabah akşam kendisine okusunlar diye yazdırdığı eskilerin masallarıdır/esatiyru’l-evvelin’dir.” (25/5)
Buna karşın Yaratıcı Kudret, kitabı hak ile indirdiğini, gerçeği anlattığını bildirmekte (39/2, 6/57) ve Ashab-ı Kehf’ten söz ederken kıssada anlatılan olayların bire bir yaşanmış olduğunu ifade etmektedir:
“Şimdi sana, onların kıssasını bütün gerçekliğiyle/bi’l-hakk anlatacağız…” (18/13) “Yani zaman içerisinde insanlar tarafından ilave edilen ve kıssanın amacını bulandıran her türlü masalsı süsten arındırılmış şekliyle.”(3)
Kur’an kıssalarından en üst seviyede istifade edebilmek için sağlıklı bir okuma faaliyetine ihtiyaç vardır. Derinlemesine ve bütüncül bir okuma… Ağır ağır, düşüne düşüne (tertilen 73/3)(4), tezekkür, tedebbür (38/29, 4/82) ve tefekkür (13/3) içerisinde, aklederek (2/44), kavramlar arasında, diğer ayetler, kıssalar ve surelerle bağ kurarak… Hızlı, yüzeysel ve parçacı okumalar, kıssalarda -ve pek tabii bir bütün olarak Kur’an’da- verilmek istenen mesajın doğru şekilde algılanmasına ve dolayısıyla içselleştirilmesine engel teşkil eder. Bu tür bir yaklaşım, okuyucuya gerçek anlamda hiçbir fayda sağlamaz.
Şimdi Kur’an’ın gereği gibi anlaşılması açısından önemli gördüğümüz bazı konulara kısaca değinelim.
II. Tarihi, coğrafi, kültürel, siyasi ve sosyo-ekonomik şartlar
Kur’an’ın manevi-ahlaki mesajı indiği dönemin şartlarıyla sınırlandırılamaz. Ancak bununla birlikte Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemin tarihi, coğrafi, kültürel, siyasi ve sosyo-ekonomik yapısını bilmek, Kur’an’ın doğru anlaşılabilmesi açısından hayati öneme sahiptir. Zira Kur’an, vazettiği ilkeler itibariyle evrensel/zaman ve mekân üstü olmakla birlikte, ilkin seçilmiş bir bölgede, seçilmiş bir topluma ve seçilmiş bir insana indirilmiştir. Bu bakımdan bir yönüyle evrensel diğer yönüyle de tarihseldir. Tarihsel oluşu evrensel oluşuna engel teşkil etmez. Zira tarihsel bir metnin evrensel hükümler içermesi gayet tabiidir. Hulâsa Kur’an’ın içeriği, verdiği misaller, anlattığı kıssalar, kullandığı deyimler, kelime ve kavramlar ilk indiği dönemin tarihi, coğrafi, kültürel, siyasi ve sosyo-ekonomik yapısıyla yakından ilişkilidir. Bunu, “hidayet” ve “takva” kavramlarıyla açıklamaya çalışalım.
II. I. Hidayet ve Takva
Bir an için Mekke’de olduğunuzu düşünün: Şam’a gidip gelmek üzere mallarınızı kervana yüklediniz ve bir Hâdi’nin rehberliğinde yola düştünüz. Rehber son kez konaklama emri verir ve doğal olarak herkes ona uyar. Ancak yolculuğun meşakkatine daha fazla dayanamayan biri çıkar ve şöyle der: “Ben konaklamayacağım, bakın Şam’ın ışıkları görünüyor; dönüşte görüşürüz.” Rehber onu ikna etmeye çalışır: “Çölde ışığın ne kadar mesafeden geldiğini anlamak zordur, sakın böyle bir şeye kalkışma, aksi halde telef olur gidersin.” Buna rağmen adam gitmekte ısrar eder ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak ertesi sabah aynı adamı yolunuzun üzerinde ölü olarak görürsünüz. Oysa rehber, nerede ve nasıl konaklanması gerektiğini, nerede yatılıp kalkılacağını, haşeratın (akrep, yılan, çıyan vs) deri kokusuna gelmediğini vb. konuları çok iyi bilmektedir. Şam’ın ışıklarına aldanarak konaklama gereği görmeyen tüccar, yolun sonunu getiremeyerek konaklamak zorunda kalmış ve haşerat onu zehirlemiştir.
Yaşanan bu tecrübe, insanı doğal olarak rehbere harfiyen uyma, elem ve zarar verici tehlikelerden korunmak amacıyla onun sözünden hiçbir şekilde dışarı çıkmama (takva) noktasına getirecektir. Bu nedenledir ki, dönemin Mekke’sinde insanlar “Hidayet” sözcüğünü duyduklarında ister istemez dikkatlerini o yöne çevirmiş ve gerek gizli gerekse aşikâr olarak Kur’an dinlemeye gitmişlerdir. Zira “Hidayet” ve “Takva” dendiğinde bunun, o dönemin insanı için ifade ettiği anlam paha biçilmez değerdedir. Bir başka ifadeyle, çölün şartlarında hidayet ve takva demek, bizzat hayatın kendisi demektir. İşte bunun için Kur’an kendisinden “Hidayet” olarak söz etmekte ve dünyadan ahirete yolculuk etmekte olan insanı takvaya sarılması hususunda uyarmaktadır. Aksi halde, tıpkı çöl gibi hemen her konuda değişkenlik arz eden dünya hayatında, nerede, ne zaman ve nasıl hareket edeceğini bilmeyen insanın telef olması kaçınılmazdır. Bu durumda, yolun sonu cennet bahçelerine değil, cehennem çukurlarının ortasına çıkacaktır. Ancak ne yazık ki, günümüzde hidayet ve takva kavramları gerek bireyler ve gerekse toplum için maddi-manevi kurtuluşun yollarını göstermesi açısından pek fazla bir anlam ifade etmiyor. Öyle ki, bugün toplum içinde “Aydın” olarak nitelendirilen şahsiyetler dahi yaşanan maddi-manevi tüm sorunların Kur’an ışığında çözülebileceğini düşünmüyorlar.(5)
Habeşistan’a hicret sırasında Müslüman kafilesine başkanlık eden Cafer b. Ebi Talib’in Necaşi’ye hitaben yaptığı konuşma, Mekke’nin sosyal yapısını çok net bir biçimde ortaya koymaktadır:
“Ey Kral! Biz putlara tapan, ölü eti yiyen, her türlü fuhşu işleyen, akrabalık bağlarını koparan, komşuya kötü davranan, cahili bir toplum idik. Bizden güçlü olan zayıf olanı yerdi. İşte Allah bize, içimizden nesebini, doğruluğunu, güvenilirliğini ve iffetini bildiğimiz bir Rasul gönderinceye kadar bu haldeydik. Oysa güvenilen bu Rasul bizi, Allah’ı birlemeye, O’na ibadet etmeye, O’ndan gayrı babalarımızın taptığı taş ve putları terk etmeye çağırdı. Bize doğru sözlülüğü, emaneti yerine getirmeyi, akrabalarla ilişkiyi devam ettirmeyi, iyi komşuluğu, haramlardan (gayri ahlaki-gayri meşru şeylerden) ve kan dökmekten el çekmeyi emretti ve bizi fuhuştan, yalan sözle şahitlikten, yetim malı yemekten, iffetli hanımlara iftira etmekten yasakladı. Bize yalnızca bir olan Allah’a kulluk etmemizi ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emretti.” Daha başka İslam emirlerinden saydıktan sonra devamla: “Biz de onu derhal tasdik ettik, ona inandık ve Allah’tan getirdiğine uyduk. Yalnızca Allah’a kulluk ettik, O’na hiçbir şeyi ortak koşmadık. O’nun bize haram kıldığını haram, helal kıldığını da helal kıldık…”(6)
İdari yapıya gelince; tüm cahiliye toplumlarında olduğu gibi dönemin Mekke’sinde de belli bir sınıfın hâkimiyetine dayanan/oligarşik bir düzen söz konusuydu. Hükümet fonksiyonları tevarüs yoluyla geçmek üzere on kadar ailenin elinde bulunduruluyor ve idari işler bu on aileye mensup çok sayıda fert tarafından ifa ediliyordu.(7) Mekke’nin ileri gelenleri, bu oligarşik düzen içerisinde kendilerince kutsal beldenin Rableri idiler. Zira siyasi, iktisadi ve askeri gücü elinde bulunduran hâkim sınıf, kendisini kutsal beldenin sahibi/efendisi olarak görüyor, toplumu terbiye etme ve yönetme konusunda tek yetkin güç olarak kendisini ön plana çıkarıyordu. Mevcut kanunlar, doğal olarak güçlüden yanaydı. Bir başka ifadeyle, Mekke site-devletinde orman kanunları geçerliydi. Bu durum, insan hayatına ve toplumsal yapıya müdahale etmeyen/otoritesi gökyüzüyle sınırlandırılmış bir Allah inancının doğal sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
“…bizden güçlü olan zayıf olanı yerdi…”
Bu, meselenin hem bireysel hem de sosyal yönüne vurgu yapması bakımından, cahiliye toplumunun genel karakterini bir bütün halinde ortaya koyan en belirgin ifadelerden biridir. Helal ile haram arasındaki farkın bilinmediği, sistemin güçlüden yana olduğu Mekke toplumunda -bazı kimselerin istisna teşkil eden tutum ve davranışları hariç- paylaşımdan, yoksulların, yetimlerin, öksüzlerin ve dulların korunup gözetilmesinden, dolayısıyla genel olarak sosyal adaletin varlığından söz etmek imkânsızdı. Kişinin kazancında kendisinden başka hiç kimsenin hakkı yoktu. Servet sahipleri bir yandan müreffeh bir hayat sürüp diğer yandan servetlerine servet katarlarken; toplum içerisinde hiçbir sosyal güvenceleri olmayan yoksullar, aç, sefil ve borçluydular. Manevi-ahlaki açıdan zaten bitmiş bir toplumunun fertleri olan bu insanlar, karınlarını doyurmak için her türlü suçu işlemeye (hırsızlık, gasp, fuhuş vb) müsait bir durumdaydılar. Müşriklerin, sahip oldukları sakat Allah inancı doğrultusunda meseleye nasıl yaklaştıklarını Ebu Cehil’in şahsında görmek mümkündür:
“Onlara: Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden infak edin denildiğinde o kafirler, iman edenlere dediler ki: İstediği takdirde Allah’ın yedirip içireceği kimseyi biz mi doyuracak mışız? Doğrusu siz apaçık bir sapıklık içindesiniz.” (36/47)
Buna karşın Kur’an, müşriklerin bu zihniyetini ilk surelerden itibaren şiddetle eleştirmektedir (89/17-20).
Her türlü haksızlığın ve adaletsizliğin kol gezdiği Mekke’de -ve pek tabii Arap yarımadasında doğal olarak iki sınıf insanın varlığı söz konusuydu: Müstekbirler-mustaz’aflar, refah ve servetle şımaranlar-yoksullar.
Bütün bunlar göz önüne alındığında ve bugün dünya nüfusunun üçte ikisinin açlığa ve sefalete mahkûm edildiği düşünüldüğünde, Kur’an’ın içerdiği mesaj ve ifade ettiği anlam daha iyi anlaşılacaktır.
IV. Mekkî-Medenî
Mekke’de inen ayetlerle Medine’de inen ayetler arasında muhteva açısından gözle görülür bir fark vardır. Zira iki dönemin şartları da birbirinden farklıdır. Mekki ayetler, genelde kimlik inşasına yönelik ve bireyleri manevi-ahlaki açıdan terbiye edici niteliktedirler. Çoğunlukla yeminler vasıtasıyla kainat ayetlerine/varlık kanunlarına dikkat çekilmiş ve bunlar üzerinde etraflıca düşünülmesi istenmiştir. İlk nazil olan ayetlerden itibaren (96/1-5) temel kavramlar ayetlerin anlam örgüsü içerisinde basitten karmaşığa doğru açıklanmış, insanın yaratılışından, Allah’ın isim-sıfatlarından (Yaratan Rab 96/1-5, Âlemlerin Rabb’i 1/1, Rahman, Rahim, Din Günü’nün Malik’i 1/2-3, Ehad, Samed 112/1-2…), O’nun insana bahşetmiş olduğu nimetlerden söz edilmiş, ahiret gününün dehşeti, cennet ve cehennem tasvirleriyle detaylı olarak işlenmiştir. İnsanın yaratılış amacına aykırı/gayri ahlaki tüm tutum ve davranışları yerilmiş, cahiliye toplumunun inanışları temelden çürütülmüş ve müşriklere karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği ortaya konulmuştur.
Medeni ayetler ise ağırlıklı olarak sosyal ve siyasi içeriğe sahiptirler. Bu dönemde inen ayetler, genel olarak hukuka ilişkin düzenlemeleri (hudud/hadler, feraiz/miras hükümleri, cihad ahkâmı ve devletlerarası hukuk) içermekle birlikte, Cihad’ın fazileti, menasik/ibadet yöntemleri, Ehl-i Kitap’la ilişkiler ve münafıkların durumu üzerinde yoğunlaşır.(8)
V. Ayetlerin nüzul sebebi
Kısaca ifade etmek gerekirse, Kur’an’ın büyük bir bölümü, belli bir olaya/sebebe bağlı olmaksızın, doğrudan inen ayetlerden müteşekkildir. Ancak bir kısım ayetler, yaşanan birtakım olaylar nedeniyle inmiştir. Örneğin; müşriklerin, münafıkların, Ehl-i Kitap’ın veya sahabenin tutum ve davranışları (soruları, önerileri, itirazları vs.), Hz. Peygamber’e sahabe tarafından muamelat ve ahkâm ile ilgili yöneltilen sorular vb. olaylar üzerine nazil olan ayetler mevcuttur. Ayetlerin inmesine neden olan bu olaylar, “Esbab-ı Nüzul/İniş Sebepleri” olarak adlandırılır. Vahidi, nüzul sebeplerini “Ayetlerin kıssası” olarak nitelendirmiştir. Nüzul sebeplerini bilmek, ayetlerin doğru anlaşılmasına ve olayların günümüzle ilişkilendirilerek mesajın güncelleştirilmesine yardımcı olur. Zira okuyucu, tıpkı Kur’an kıssalarında olduğu gibi ayetlerin nüzulüne sebep olan olaylarda da kendi hayatından kesitlerle karşılaşır. Nüzul sebeblerini öğrenmede en sağlam kaynak, Hz. Peygamber’le birlikte bulunmuş, onun rahle-i tedrisatından geçmiş, ayetlerin inişine şahit olmuş, dolayısıyla ayetlerin hangi şartlar altında ve niçin indiğini bilen sahabilerden yapılan sahih rivayetlerdir.(9)
Son olarak şunu söylemek icap eder ki, Kur’an bugün anlaşıldığı şekliyle “son söz” olmayıp bir “önsöz” niteliği taşımaktadır. Birtakım hukuki düzenlemeler içermekle birlikte klasik anlamda bir hukuk kitabı değildir. Muhataplarına temel bir perspektif verir, her çağa hitap eden genel bir varlık, tarih, toplum, siyaset ve iktisat felsefesi ortaya koyar ve manevi-ahlaki açıdan temel ilkeler vazeder. Bundan ötesi insanın aklına ve vicdanına kalmış bir durumdur. Dolayısıyla Kur’an, “son söz” şeklinde algılanarak dondurulmamalı, “önsöz” telakki edilmeli, süreklilik arz eden bir tefekkür ve yorumlama faaliyeti içerisinde güncelleştirilmelidir.
Esenlikle…
—————————————————–
Dipnotlar:
1. Kassa fiilinin açıklaması için bknz. Muhammed Esed, Kur’an Mesajı (Meal-Tefsir), Çev: Ahmet Ertürk-Cahit Koytak, İşaret Yay. Aralık 1999/İstanbul, 6. Baskı, Yusuf Suresi 3. ayet, 6. dipnot, shf. 454
2. Muhammed Ahmed Halefullah, el-Fennu’l-Kasasi Fi’l-Kur’an, 1972/Kahire, shf. 21-22’den M. Said Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, 1998/İstanbul, shf. 53
3. Muhammed Esed, a.g.e, Kehf Suresi, 13. ayet ve 13. dipnot, shf. 585, 587
4. Tertil teriminin anlamı için bknz. Muhammed Esed, a.g.e, Müzzemmil Suresi 3. ayet, 3. dipnot, shf. 1200-1201
5. Atilla Fikri Ergun-Ersan Doğan, İlkadım: Oku (Alak Suresi Tefsiri), Kasım 2005/İstanbul, Gözden geçirilmiş 2. Baskı, shf. 21-23 (Bu çalışma, 60 sayfalık bir risale olup tarafımızdan bastırılmıştır).
6. Abdulmelik b. Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye, I. 336; İAhmed b. Hanbel, el-Müsned, I. 203
7. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Çev: Salih Tuğ , İrfan Yay.-Anadolu Gençlik Dergisi, Tarihsiz/Ankara, Birinci Kısım: Giriş: Mekke’nin Bir Merkez Olarak Seçimi, C. 1, shf. 25. prgf. 49
8. Mekki ve Medeni ayetlerin kesin özellikleri hakkında detaylı bilgi için bknz. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Çev: M. Said Şimşek, Esra Yay. 1994/İstanbul, Üçüncü Bölüm: Kur’an İlimleri-Üçüncü Fasıl: Mekki-Medeni, shf. 190-192
9. Esbab-ı Nüzul hakkında geniş bilgi için bknz. Subhi es-Salih, a.g.e, Üçüncü Bölüm-İkinci Fasıl: Nüzul Sebebleri, shf. 135-172; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, TDV Yay. Ankara/2003, 13. Baskı, 2. Bölüm: Kur’ani İlimler-Nüzul Sebepleri, shf. 115-121; Abdulfettah el-Kadi, Sahabe ve Muhaddislere Göre Esbab-ı Nüzul, Çev: Salih Akdemir, Fecr Yay. Kasım 1996, 3. Baskı, Nüzul Sebeplerini Bilmenin Yararları, shf. 15-22