Medine Sözleşmesi kavramını daha önce belki duydunuz, belki de duymadınız.
Medine şu anda orta Arabistan’da bir şehirdir. 7. yüzyılda Medine bugünkü kasaba büyüklüğünde bir yerdi. Yaklaşık 10 bin kişi vardı. 4500 kişi Yahudi kabilelerine mensuptu, 4000 kişi Hristiyan, gayrimüslim ve başka dinsel, mezhepsel, etnik kökensel gruplara aitti. 1500 kişi de Peygamberin etrafında toplanmış Müslümanlardı.
Peygamber Muhammed Mekke’den Medine’ye göç ettiğinde böylesi bir demografi yani nüfus dağılımı ile karşılaştı. Medine’de Arap kabileleri, Yahudi kabileleri, Evs ve Hazreç aşiretleri birbirleriyle kavga halindeydi. Nereden bakılsa 300 yıldır süren Ficar Savaşları devam ediyordu. Bunlar kabileler arası savaşlardı ve kan davasına dönüşmüştü. Bitmek tükenmek bilmiyordu. Peygamber işte böylesi bir şehre göç etmişti.
Buraya geldiğinde ilk yaptığı işler aslında Peygamberin amacının ne olduğunu da bize gösteriyor. Mesela, Medine’ye gelen Peygamberi zenginler, kabile şehyleri, toprak ağaları yani bahçe sahipleri kendi konaklarında (bugünkü tabirle havuzlu villalarında) misafir etmek istediler ve bu nedenle onu davet ettiler. Peygamber bunların hiçbirini kabul etmedi. Sokakta evi olmayan, sokak başında hurma satan gencin yanında devesini ıhtırdı ve ‘’Burada kalacağım’’ dedi. Bununla bir mesaj vermek istedi. ‘’Medine’yi, yeni şehri, yeni medeniyeti, yeni yaşam biçimini sokaktan başlatıyoruz, sokaktaki evsizleri kimsesizleri ve sokak çocuklarını gözeterek, onlarla beraber olarak, onların kaderi ile kendi kaderimizi paylaşarak başlıyoruz’’ dedi. Medine’ye geldiğinde ilk yaptığı iş buydu.
Sonra 183 tane aileyi birbirleriyle kardeş yaptı. Aileler birbirlerine kardeş oluyordu, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu. Adeta komünal bir hayat kurmaya başladı, ‘’Her şeyinizi paylaşacaksınız. Yar yanağından gayrı her şey ortak olacak” dedi. Ali ve Fatma’yı da kendisine kardeş aile yaptı.
Daha sonra zenginlerin bahçelerinin etrafına çevirdikleri çitleri yıktırdı. Bahçe sahipleri, gelen geçen bahçeden herhangi bir şey almasın diye bahçelerinin etrafına duvar çevirmişlerdi. ”Allah’ın nimetlerini Allah’ın kullarından neden saklıyorsunuz?” diyerek bütün çitleri yıktırdı.
Sonra şehrin ana nüfusunu oluşturan 18 büyük kabileyi topladı. Başka kabileler de vardı ama içlerinde Yahudi kabileleri de vardı. Onlarla bir anlaşma imzaladı. İşte buna ‘’Medine Sözleşmesi’’ diyoruz. Arapçası 48 maddedir. Medine’deki yönetimin nasıl olacağı, kimin kime karşı, hangi sorumlulukları üstleneceği ve ortak belirlenen kurallara aykırı hareket edenlere neler yapılacağı tek tek izah edildi. Tarihte bir ilktir. Farklı dini grupların, etnik kökenlerin, dinlerin ve mezheplerin bir araya gelerek; ortak iyi ve ortak değerler etrafında birleşip sözleşme imzalamaları, birbirlerinin varlıklarını, kimliklerini tanımaları, birbirlerine karşı saygılı, eşit ve adil olacaklarını, herkesin kendi dininde serbest olacağını söylemeleri dünya tarihinde bir ilk olmuştur.
Daha önce dinler birbirlerinin varlıklarını kabul etmezdi. Bir din kendini hak, diğerlerini batıl ilan eder ve onu ortadan kaldırmaya yönelirdi. Krallar, imparatorluklar, fetihler, işgaller çağıydı. Uluslararası sözleşme, anlaşma diye bir şey yoktu. Sadece savaş sonrası anlaşmalar söz konusuydu. Bir arada yaşamak için farklı dinlerin bir araya gelmesi diye bir kavram o günkü dünyada yoktu. İşte Peygamber böylesi bir devrim yaptı. Medine’de Yahudi’lerle, Hristiyan’larla, bugünkü tabiriyle Deistlerle, Agnostiklerle, Ateistlerle, Mecusi kökenlilerle, Hint kökenli olanlarla, bu dinden, şu mezhepten, farklı farklı dilleri konuşanlarla bir araya gelerek bir sözleşme imzaladı. İşte buna 48 maddeden oluşan Medine Sözleşmesi diyoruz.
Medine Sözleşmesi’nde en çok geçen kavram ”el-adl” adalet sözcüğüdür.”İşlerimiz aramızda adaletle yürütülecektir” diye sık sık bu kavrama gönderme yapılır.
İkinci en çok geçen kelime ”el-maruf” ortak iyi. ‘’İşlerimiz marufa göre yürütülecektir, marufta neyse o uygulanacaktır’’ diye sık sık cümleler geçtiğini görüyoruz.
Peki maruf ne demek? Maruf, tanınıp bilinen demektir. Yani Yahudilerin, Hristiyanların, inananların, inanmayanların, Müslümanların, Arap olanların/olmayanların, Medineli olanların/olmayanların, ensar ve muhacirlerin ortak olarak iyi bildiği şeyleri esas alacağız. Maruf bu demektir. Bugünkü karşılığı ile maruf, temel insanlık değerleri demektir. Dünyanın neresine giderseniz gidin iyi bilinen şeyler demektir. Bugün Birleşmiş Milletler’e kayıtlı 230’u aşkın devletin anayasasının girişinde adalet, eşitlik, hak, hukuk, özgürlük, barış, birlik, kardeşlik vs. yazmaktadır. İşte bunlar insanlığın temel değerleridir. Medine Sözleşmesinde de ‘’Aramızda ortak değerlere göre hareket edeceğiz, ortak iyiyi esas alacağız’’ diyor. Buna ‘’maruf’’ yani ‘’ortak iyi’’ diyoruz. Kendine göre iyiyi değil; hepimize göre iyi olan şey üzerine kamusal hayatı bina edeceğiz ama herkesin kendi özel iyisi de kendine ait olacaktır diyor.
Üçüncü en çok geçen kelime ”es-sulh” barıştır. ‘’Daima barış esas alınacaktır, kimse kimseyle kavga etmeyecektir, kavga edenler derhal barıştırılacakcaktır’’ diye hükümler görüyoruz.
Dördüncü en çok geçen kelime ”ed-dif’a” savunma. ‘’Medine’yi beraber savunacağız. Yahudiler, Hristiyanlar, inananlar, inanmayanlar, Arap olanlar/olmayanlar, kadınlar, erkekler herhangi bir saldırı olduğunda Medine’yi hep beraber savunacağız, buna söz veriyoruz’’ deniliyor. Bununla ilgili de birkaç madde olduğunu görüyoruz.
Beşinci en çok geçen kelime ”dinukum ve dinehun” yani herkesin dini kendinedir. Bu anlattığım beş konu ”adalet, ortak iyi, barış, savunma ve herkes dininde serbest olacaktır” konuları Medine Sözleşmesi’nin bel kemiğidir. 48 maddelik Medine Sözleşmesi bu kavramlar üzerine kuruludur.
Her anayasanın girişinde temel değerlerin ifade edilmesi gibi Medine Sözleşmesinin temel değerleri de bunlar. Adalet, barış, ortak iyi, savunma, dini çoğulculuk ve özgürlük…
Aşağı yukarı bugün de toplumsal sözleşmelerin, ortak yaşam inşalarının, ortak ve temel kavramları bunlardır. Barış, adalet, savunma, özgürlük, eşitlik, hak, hukuk… Dünyamızda da temel değerler bunlar olarak görülüyor. Mesela Avrupa Birliği Sözleşmesi’nin girişinde, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın girişinde de aşağı yukarı bunlar yazıyor. Yeryüzünde Birleşmiş Milletler’e kayıtlı 230’u aşkın devletin bir çoğunun anayasasını inceledim, hepsinin girişinde aşağı yukarı bunlar yazıyor. Bunu Peygamber Medine’de 7. yüzyılda yapmış.
Medine Sözleşmesinde önemli bir şey daha var. Bakıyoruz ki; Medine Sözleşmesi’nde Muhammed Allah’ın Peygamberi olmasına, insanlara Kur’an diye bir kitap getirmiş olmasına, İslam diye bir din vaaz etmiş olmasına rağmen Medine Sözleşmesi’nde Kur’an ve İslam kelimeleri geçmiyor. Yani Medine Sözleşmesi’nin resmi dini İslamiyettir veya Medine Sözleşmesi’nde Kur’an esas alınacaktır , Kur’an’da ne yazıyorsa aynen onlar uygulanacaktır, Allah’ın hakimiyeti esas alınacaktır, İslam’ın egemenliği esastır gibi diktatoryal, totaliter, dini teokratik kavramlar geçmiyor. Bunun yerine adalet, barış, maruf, savunma, serbestlik, özgürlük gibi evrensel değerler geçiyor. Sözleşmeye katılan toplulukların ortak yönlerini almaya çalışıyor ve onları barış içerisinde bir arada yaşatmaya çalışıyor.
Medine Sözleşmesi’nden ilham alınarak Orta Doğu toplumları, Müslüman halklar, İslam dünyası bir kurtuluş yolu bulabilir. İslam tarihi boyunca Medine Sözleşmesi’ne ihanet edilmiştir. Padişahlık, saltanat rejimlerine kayılmıştır. Sasani, Bizans, Moğol taklit edilmiştir. Peygamberin Medine’de yapmış olduğu Medine Sözleşmesi, Kerbela ile beraber doğduğu topraklara gömülmüştür. Ondan sonrası saltanattan, krallık sevdasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla İslâm’ın amaçları yeryüzünde gerçekleşmemiştir. Peygamberin hayalleri yarım kalmıştır.
Medine Sözleşmesi’nden çağımıza yönelik bir ilham geliştirirsek, bunun çağımızdaki karşılığı demokratik çoğulculuk, demokratik cumhuriyet, konfederalizm dediğimiz şey olur. Bu coğrafyada bulunan halklar demokratik birliktelikler oluşturmalıdırlar. Dinler, mezhepler ve etnik kökenler barış içinde bir arada, adil, eşit ve özgür birliktelikler kurmalıdırlar. Kurdukları birliktelikleri ortaklaşa savunmalıdırlar. Herkes kendi dininde, dilinde, kimliğinde, folklöründe, kültüründe serbest ve özgür olmalıdır. Bütün farklılıklar bir arada fakat eşit bir şekilde yer almalıdır. Devlet bir ortaklık kurumu olmalıdır. Yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik, otoriter devlet değil, aşağıdan yukarıya doğru çoğulcu, halkların, mahallelerin, şehirlerin kendi kendini yönettiği, üzerlerinde bir vesayet ve baskının olmadığı, özgür yurtlar ve halklar olmalıdır. Bugün Medine Sözleşmesinden çıkan sonuç budur.
Türkiye’de böyle bir yönetim yok, neredeyse dünyada da yok. Avrupa’da bile tam olarak olduğu söylenemez. Burada bambaşka bir şey söyleniyor. Şöyle düşünelim. Nasıl ki doğada öbek öbek hayvan grupları var ve herkesin bir bölgesi var. Bunu insani hayata aktardığımızda, doğadaki gibi yeryüzünde sınırlar kalkmalıdır, halklar bulundukları yerlerde yaşamalıdırlar, hiçbir halk başka bir halka saldırmamalı, barış esas alınmalıdır. Halklarda kendi içerisinde çoğulculuğa sahip olmalıdır. Serbestlik, özgürlük ve birbiri üzerinde tasallut kurmama, herkesin kendini doğada olduğu gibi ifade edebilmesi esas alınmalıdır. İlham alınması gereken ve sonuç itibarı ile ulaşılması gereken yer budur.
Bir dilin, bir dinin, bir ideolojinin, bir tarih görüşünün, bir etnik kökenin, bir ırkın kamusal olana yani devlete egemen olması ve diğerleri üzerinde tasallut ve tahakküm kurması Medine sözleşmesi’ne kesinlikle aykırıdır. Medine Sözleşmesi’nde felsefe egemenlik ve hakimiyet üzerine değil; ortaklık ve birliktelik üzerine kurulmuştur. Şu anki yeryüzündeki devletlerin neredeyse tamamı hakimiyet ve egemenlik mantığı ile hareket ediyor. Bir görüşü, bir dini, bir dili, bir ırkı, bir kişiyi, bir grubu hakim ve egemen kılıyor, diğerlerini ötekileştiriyorlar. Halbuki Medine Sözleşmesi’nde paradigma tamamen değişiyor. Egemenlik değil; ortaklık, hakimiyet değil; birliktelik… Bir arada beraber olma, birlikte yapma ve herkesin birbirine eşitliği temelinde yapılanıyor toplum.
Sonraki yıllarda üç Yahudi kabilesinin sözleşme hükümlerini tek yanlı ihlal ederek ayrılması onun bittiği anlamına gelmez. Nitekim diğer Yahudi kabileleri devam etmişti.
Bu çerçevede bakıldığında Medine sözleşmesi ütopya değil; gerçekliktir… Önerdiği kamusal hayat, toplum ve dünya ideali hala yaşayan bir ihtiyaç olarak kendini hissettirmektedir.