Aklın gözü, gönül/sezgi gözünün ufuk açılımına göre çok daha yavaş ve sınırlıdır. Daha emin ve güvenli bir yol izler gibidir. Akıl, büyük ölçüde bilimde, mantıkta karşılık bulur. İkili uzlaşmaz karşıtlıklar temelinde, tarihsel süreçte dikey olarak yükselen diyalektik yöntemle daha çok ilişkilidir. Duygularsa; gönülle kaynaşır, sezgilere hitap eder, gönüllerde karşılık bulur ve her yöne yayılabilen yatay rizomatik ağlarla ilişkilidir. Aklın/bilimin sınırları giderek ilerlese de, gönlün sezgisel ufku sınırsızdır. Ve gönlün sezgisel deryası, anlamların biriktiği bir ummandır.
Yaşamın içinde insanları birbirine bağlayan duygudaşlık bağları, en anlamsız olana bile kendince bir anlam katar ve insanları kaçınılmaz bir şekilde birbirine eklemleyen içsel, yatay rizomatik bir ağ oluşturur. Bu insanı insan tutan rizomatik ağ, istenildiğinde her bireyden her bireye ulaşabilen vicdani, ahlaki bir ağdır ve tarihin başlangıcından beri toplumsallığın içinde örülmekte, insanı sarıp sarıp sarmalamaktadır. Toplumu ve tarihi, sistemli olarak kuramsal bir çözümlemeye tabi tutarken, olgulara sadece akıl/mantık gözüyle ve sadece ve sadece ikili zıtlıklar temelindeki diyalektik yöntemle bakmak, toplumsal/tarihsel süreçteki tıkanma ve kaosun kaynakları konusunda verimli, tatmin edici ve sonuç alıcı olasılıkların çoğulluğuna ulaşmamızı ve farklı olasılıkları kavramamızı engeller. Ancak toplumların ve insanların duygusal isteklendirilmelerini, ruhsal şekillenişlerini, iyilik ve kötülüğü nasıl hissettiklerini, gönül ve vicdan muhasebelerini yani toplumda yatay olarak yayılan rizomatik ağları, ikili diyalektik karşıtlıklarla birlikte ve birbirlerini besleyen yönleriyle birlikte hesaba kattığımızda; toplumsal/tarihsel süreçlerin olası sonuçları, gerçeğe daha yakın bir şekilde açıklanmış olur. Bu anlamda ‘kesinlik’ içeren ikili karşıt yargıların geçiciliği, göreceli süreçlerin geçiş dönemleri olduğu daha anlaşılır olur. Öyleyse diyalektik ikilikler, ancak rizomatik olasılık ağının içinde açık bir anlam, somut bir varlık ve fiili bir güç kazanır. Yoksa dayatma ve otoriterleşme, hiyerarşik iradevi süreçlerle beslendikçe tekilleşir ve yalnızlaşır, toplumsal gerçekliğin çoğulluğuna yanıt veremez ve çözüm üretemez.
Tarihsel ikileştirmelerin tahakküm pratiklerinin sonucunda toplum, giderek tekleştirme kıskacında sıkıştırıldıkça, toplumsal çoğulluğun çok renkliliği ve toplumun doğal ahengi yok olur ve toplum, insafsız bir anlam boşluğu yaratan kutuplaşmalarla, derin bunalımlara sürüklenir.
Tekleştirme; karşı-devrimin, tutucu ve çarpık mantığıdır. Çokluğun sınırsız gelişimine açık olmak ise değişimin ve adaletli özgürlüğün mantığıdır. Ülkelerin, ulusların, halkların ve bir bütün olarak insanlığın vicdanında en derin yaralar açan bütün kutuplaşmalar; katliamlar ve soykırımlara kapı açarak cehennemin ateşini körükler. Çoğulluğun bir arada yaşayabilmesini sağlayan sevgi ve merhametin dili ise insanların vicdanlarını özgürleştirerek, onlara büyük ve tek bir aile olduklarını hatırlatır ve gönülleri kaynaştırır.
Toplumu sadece egemen tapınakçı bilimin ya da sadece tapınak inançlarının statükocu gözüyle görmek; yanılgıları, toplumsal çatışmaları, derinden derine besler ve toplumu kutuplaştırarak, onu ikiliklerin cenderesinde hapseder. Toplumsal yaşamsa, rizomatik ağlarla her yöne yayılıp, iç içe geçen engellenemez bir çoğulluktur, sürekli bir çoğullaşmadır.
Toplumun, ikiliklerin ve kutuplaşmaların acımasız çarkında öğütülmesine neden olmak, ikici ve tekçi hiyerarşileri besler. Adeta toplum; kendi kendisiyle savaşarak, bölüp parçalanarak, kendi kendini yiyip bitirir. Aslında toplumsal alanda çatışan bilim ve din değildir. Bir yaratıcının varlığını inkâr edenlerle, yaratıcıdan; kötülük yapmayarak, yalan söylemeyerek, hırsızlık yapmayarak ve kendini savunma dışında öldürmeyerek sakınanlar çatışmaktadır. Çünkü yalandan, riyadan, zulümden kibirden ve tahakkümden sakınanlar; ortak iyilikten ve insani adaletten yana olan tek bir yaratıcıya inanarak, ‘Salih ve Kamil’ olup tevhidi bilince ulaşarak, toplumda adaletin ve iyiliğin güçleneceğine inanmaktadırlar.