En önemli Alman varoluşçu filozof ve psikiyatrlarından biri olan Karl Jaspers, kendi hayat hikayesinden de yola çıkarak geliştirmiştir kendi varoluş felesefesini. Bir gazete yazısı sınırlarını fazlasıyla aşan metinlerimden biri olan bu yazıyı daha da uzatmamak için, Jaspers’ın hayat hikayesini gelecek yazılara bırakmak istiyorum. Onun yerine felesefesinin köşe taşlarını anlatmayı seçiyorum.
Hayat boyu fiziksel acılar çekmesine neden olan hastalıklarla boğuşan Jaspers tıp fakültesini bitirdikten sonra Heidelberg’te psikiyatri alanında uzmanlaşır. Uzmanlık bitirme çalışması psikopatolojinin metodolojik olarak sistematikleştirilmesidir. O güne kadar bu zorlu işe girişen olmamıştır. Genel Psikopatoloji adlı kitabı (Allgemeine Psychopathologie, yazıda bundan sonra AP olarak geçecektir) bugün de önemli ders kitaplarından biridir. Psikiyatr olarak çalışacak bir klinik bulamadığı için, kendisine teklif edilen öneriyi kabul eder. Heidelberg Üniversitesi felsefe fakültesinde psikoloji bölümü kurmak. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Basel’e yerleşir ve hayatının sonuna kadar orada yaşar. Karısı yahudi olduğu için uzun süre kitapları basılmamış, ders vermesi engellenmiş ve ölüm tehdidi altında yaşamıştır.
AP yazımı sırasında ve sonraki düzeltilmiş baskılarında Jaspers için asıl sorunsal psikopatoloji ile felsefe arasındaki sınırı gösterebilmekti. AP ilk basımında (1913) 300 sayfayken, yayın yasağının kalkmasından sonra 1946 yılındaki dördüncü baskısında takriben 750 sayfaya çıkmıştı. Fenomenolojik temelli bir psikopatoloji tasarımından varoluş felsefesi temeline oturtulmuş bir yöne doğru evrilmişti AP geçen yıllar içinde.
Jaspers’ın AP’deki ruhbilimsel yönelimi, tıbbın ve özelde psikiyatrinin 19. yy’ın ikinci yarısında aldığı görünüm bilindiğinde daha iyi değerlendirilebilir. Doğa bilimleri 19. yy’ın ikinci yarısında çok önemli gelişmeler kaydetti. Bu gelişmeler o kadar göz kamaştırıcıydı ki, her yeni bilgi hemen tıp içinde de yansımasını buluyordu. Tıp doğa bilimlerindeki yönelimi olduğu gibi benimsemiş, kendisini de bir doğa bilimi olarak tarif etmeye başlamıştı. Burada gözden kaçırılan, tıbbın nesnesinin insan, yani aynı zamanda ruhsal ve toplumsal bir varlık da olduğuydu. İnsanın hasta oluşu, birbiriyle sıkı ilişki içindeki üç alanın yani biyolojik yaşamın, psişik yaşantının ve sosyal ilişkilerin birarada değerlendirilmesiyle anlaşılabilirdi. Oysa hasta insan 19. yy’ın ikinci yarısında saf bir doğa bilimleri nesnesi gibi algılanmaya, hasta oluşun ruhsal ve toplumsal boyutu gözardı edilmeye başlandı. Bu durum doktorla hasta arasında gittikçe büyüyen bir duygusal uzaklık oluşmasına neden olmuştu. Bu 1920’li ve 1940’lı yıllarda yaşanan ruh hastalarının ötenazisine zemin hazırlayan en önemli faktörlerdendir. Jaspers bu tehlike karşısında şu uyarıyı yapar: “İnsanın keşfinde biz, yalnızca bir yabancıyı seyreden konumunda değiliz, kendimiz de bir insanız. Başkalarını incelediğimizde aslında incelediğimiz kendimiziz.”
Psikiyatri de 19. yy’ın sonlarında bir tıp disiplini olarak tıptaki bu eğilime ayak uydurmuş ve ruhsal rahatsızlıkların somatik kökenini bulmaya harcamıştır tüm mesaisini. Nöroanatomi, nörofizyoloji, nörohistoloji, nörobiyoloji ve nöropatoloji alanlarında araştırmalar büyük hız kazanmıştır. Bu da ruhsal bozuklukların tedavisinde somatik tedavi çabalarını ön plana çıkarmıştır. Ama bu somatizasyon eğilimi ruh hastalıklarının oluşumuyla ilgili açıklama modellerinin ve bununla bağlantılı olarak etkili tedavi yöntemlerinin gelişmesiyle sonuçlanmamıştır. Bu bilimsel çalışmaların umulan başarıları getirmemiş olmasından dolayı, 20. yy’ın başlarında kötümser bir hava egemendi psikiyatri dünyasında. Jaspers doğa bilimlerine yaslanan bu klasik psikiyatri görüşüne karşı kendi ruhbilimsel psikiyatri yönelimini geliştirmiştir. “Somatik tıp insanla yalnızca bir doğa varlığı olarak ilgilenir. İnsanın bedenini bir hayvanın bedenini inceler gibi inceler. Oysa insan bütün bunların dışında kültürel bir varlıktır.”
Bu durumda yapılması gereken, ruh bilimlerinin psikiyatride en az doğa bilimleri kadar söz sahibi olmasına olanak sağlanmasıydı. “Tıp psikopatolojinin kökenlerinden sadece biridir. Eğer ilgilendiğimiz varlığın hayvandan daha fazla bir şey olduğunu kabul ediyorsak, biyolojiyle birlikte ruh bilimlerine de yaslanmalıyız.”
Jaspers, psikopatolojisinin kavramsallaştırılmasında felsefi olarak W. Dilthey ve E. Husserl’i temel almıştır. Husserl’den onun ilk dönemlerindeki fenomenolojik yaklaşımını almış, Dilthey’in betimleyici psikoloji anlayışından “anlayan psikoloji” anlayışına ulaşmıştır. Jaspers bu eseriyle öncelikle fenomenolojinin, daha sonra varoluş felesefesinin düşünme biçimini psikiyatriye getirmiş, insanı açıklamaktan ziyade anlamanın önemini vurgulamış ve psikopatolojinin metodolojik temelini atmıştır.
Jaspers neden en önemli işi olarak psikopatolojinin metodolojik temelinin oluşturulmasını gördü? Çünkü psikiyatride birbirinden tümüyle farklı ve kısmen de birbirinin zıddı bir çok teorinin egemen olduğunu ve bu teorilerin de kendi bakış açılarını mutlak doğru olarak görüp hareket ettiklerini farketmişti. Jaspers, bütün teorilerin ortak yanlışının, kendi temel çıkış noktalarını mutlaklaştırmaları, insanın ruhsal bulgularını kendi hipotezleri ekseninde yorumlamaları olduğunu tespit etmiştir. “Bu yöntemler belli bir şeyi çok iyi gösterirken, diğer birçok şeyi de flulaştıran gözlükler” gibiydi Jaspers’a göre. Teorilerin yaptığı, gerçekliği kesin sınırları olan şemaların içine yerleştirerek “gerçekliğe tecavüz etmek”ti. Bu nedenle bir yöntemi diğer yönteme üstün görmek, biyolojiyi ruh bilimlerine, beyni ruha tercih etmek ya da tersini yapmaktansa başka bir yol izlemiştir. Kendi görevini de, yeni bir psikiyatrik teori üretmektense psikiyatride uygulanan bütün metodları eleştirel bir gözle irdeleyip, sınırlılıklarını belirlemek olarak görmüş, “teorik bir düzenleme yerine metodolojik bir düzenleme”yi tercih etmiştir.
Jaspers’ın AP’de yaptığı en önemli katkılardan biri doğa bilimlerinin açıklama çabalarına karşı ruhbilimsel bir yöntem olarak “anlama”yı önermesidir. Psikopatolojik oluşumu yorumlarken, anlamanın “mana” bağlamında “içeriden” bir bakış olduğunu, açıklamanın ise nedensellik bağlamında “dışarıdan” bir bakış olduğunu belirtmiştir. Anlamak açıklamanın tersine insandaki niceliğe değil niteliğe odaklanır. Rasyonal değil emosyonel bir tanıma sağlar. Anlamak psikopatolojik fenomenlerin anlamsal bağlantılarının da kavranmasına olanak verir.
Jaspers anlamanın sınırlarını da çizmeye çalışmıştır. Ona göre anlamanın sınırları aşağıdan ve yukarıdan belirlenmiştir. Anlamanın alanı “bilinçdışı mekanizmalar” ile “varoluşun keşfedilemez olanaklılığı” arasında tam orta yerde durur. Doğa bilimsel olarak açıklanabilirlikle felsefi olarak aydınlatılabilirlik arasındadır insan ve insanı anlama çabası. Bu sınırların belirleyicileri nöroloji ve felsefedir. Jaspers’a göre anlamanın aşağıya doğru sınırlarını Freud derinleştirirken (bilinçdışının keşfi), yukarıya doğru olan sınırlarını da Ludwig Binswanger (sevgi aracılığıyla dünyada oluşu aşmak) genişletmektedir. Ruhsal fenomenleri salt somatik nedenlerle açıklamaya çalışanların ise anlamayı yadsıdıklarını belirtir Jaspers.
Psikopatoloji “anlaşılabilir” olanla ilgilenirken, felsefi varoluşsal aydınlanmanın nesnesi “anlaşılabilir olanın ötesi”dir Jaspers’a göre. Jaspers psikolojik anlama ile felsefi aydınlanma arasına bir sınır çekerken, felsefenin bilimden ayrıldığı noktaya vurgu yapmaktadır. Bilim insanla bir araştırma nesnesi olarak ilgilenirken, felsefe insanla hep bir “özgürlük” nesnesi olarak uğraşmaktadır.
SINIR DURUMLAR
“Sınır durumlar” kavramı Karl Jaspers’ın felsefesindeki temel kavramlardan biridir. Sınır durumlar, insanın tüm yaşamı boyunca önemini koruyacak en önemli sorunsaldır. Jaspers’a göre “daima belli bir “durum”da varoluruz. Durumlar durmadan değişime uğrar. “Durum”un değişmesinde kendim aktif olarak rol oynayabilirim. Ama öyle belli “durum”lar vardır ki, anlık görünümleri değişse de temelde değişmeden kalırlar: Ölmek zorundayım, acı çekmek zorundayım, savaşmak zorundayım, kaçınılmaz bir şekilde suça batmış durumdayım. İnsanın karşılaştığı bu temel durumları “sınır durumlar” olarak adlandırır Jaspers. Yani, “bu “durum”lardan kaçamayız ve onları değiştiremeyiz. Yalın varoluşumuz içinde bu sınır durumlar önünde çoğunlukla gözlerimizi kapayıp, onlar yokmuş gibi yapmayı tercih ederiz.” Jaspers bununla, bu sınır durumların, insanın bilgisi ve isteğiyle yani kendi gücüyle aşabileceği bir şey olmadığını belirtmektedir. Dışsal bir olgu gibi herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde insanın karşısına rastlantısal olarak çıkmadıklarını, insani varoluşun derinine yerleşmiş olarak bulunduklarını ifade etmektedir. Sınır durumların bu nedenle insanın tarihsel gelişimi boyunca ortaya çıkan durumlar değil, tam aksine tarihsel etkinliğini sekteye uğratan süreçler olduğunu söylemektedir. Sınır durumlarda insani yeteneklerimizin görece bir zayıflığıyla değil, bilakis insani oluşun mutlak zayıflığıyla yüz yüzeyizdir. İnsan “kendi oluşun” temelsizliğini algılar sınır durumlarda. “Sınır durumları yaşantılamak, varoluşun kendisidir” der Jaspers. Kendini sınır durumların bilincine varmakla sarsan insan, varoluş olanağına yaklaşmış demektir. Sınır durumlardan kaçınmaya çalışmayan, onu kendisine verilmiş bir ödev gibi algılayan insan, varoluşu kavramış demektir. Varoluş ancak sınır durumlarda gerçekleşebildiği için, Jaspers bu durumları “Signa der Existenz” (varoluşun göstereni) olarak tanımlamıştır – Signum burada işaret değil, gösteren olarak anlaşılmalıdır –. Jaspers, Dasein ile varoluş (existenz) arasında kesin bir ayrım yapar. Dasein “de facto” yani verili bir durumdur, oysa varoluş niteliksel bir şeydir ve ona ancak sınır durumlar aracılığıyla ulaşılır.
Ölüm: Ölüm derken hem kendi, hem de en sevdiğimizin ölümünden bahseder Jaspers. En sevdiğimizin ölümü hayatta yaşayabileceğimiz en sarsıcı olaydır. Yapayalnız kalmışızdır, hiçbir şey geriye döndürülemez, ölüm karşısındaki tekbaşınalığımız mutlaktır. Eğer bu ölümü yalın bir üzüntü, zamanla kapanacak bir yara olarak değil de, varoluşsal bir sarsıntı olarak yaşantılayabilirsek, Dasein’dan varoluşa olan yolculuğumuz başlar.
Kendi ölümümüz ise yaşantılayabileceğimiz bir şey değildir. İnsan kendi ölümüne mana olarak çok yaklaşabilir belki, geldiğini hissedebilir, ama ölümün kendisini yaşantılayamaz. Ölürken ölümün acısını çekebilirim, ama onu yaşayamam. Ölümden korkumuz, onun bilinemezliği, öbür taraftan geriye gelişin mümkün olmaması ile ilgilidir çoğunlukla. Eğer insan unutarak ya da yok sayarak, ölümden, yani bu bilinemezlikten kaçınmaktan kurtulursa, ölümün anlamını bir sınır durum olarak yaşantılayabilir. Ölüm sayesinde insan, hayatı sonu olan bir şey olarak yaşama olanağına kavuşur ve ölüm varoluşun aynası olur.
Acı çekmek: Acıyla yalnızca ondan kurtulmak için savaşan insan mutsuzluğun içinde yatan şansı kaçırmış olur. İnsan mutluluktan daha ziyade mutsuzluk içinde kendi olur, çünkü acı çekmenin, insanı harekete zorlayan bir gücü vardır. İnsan acı çekmeyi geçici, eninde sonunda kurtulacağımız kötü bir yaşantı olarak değil de, kendi oluşunun bir parçası olarak ve aynı zamanda bu “sınır durum”da kendisine bir sorumluluk yükleyen bir ödev olarak algılarsa, basit gündelik bir Dasein’dan varoluşa geçer. Sınır durum böylece insanın kendine varabildiği en temel deneyime dönüşür.
Savaş: Jaspers iki çeşit savaştan bahseder. Dasein’ı, yani yalın varlığımızı korumak için giriştiğimiz, şiddet ve güçten bağımsız olmayan savaş ile varoluşun kendisi için sevgi ile girişilen savaş.
Suçluluk: Suçlu olmamız kaçınılmazdır. Her eylemimiz bir seçimdir ve her seçim başka olasılıkları dışlar. Seçmek varolmak için kaçınılmazdır. Herhangi bir olasılığı seçmemiş olmak kendi başka olası yaşamlarımızla birlikte, başkalarının varoluşuna da ket vurmak ve onlara karşı suçlu olmaktır bir bakıma. “Ben ancak suçlu olarak kendim olabilirim” der Jaspers. Suçluluğumuzun sorumluluğunu aldığımızda özgürleşiriz.
Sınır durumların, Jaspers’ın en önemli felsefi söyleminin kendi hayatında nasıl yer ettiğini gösteren bir anekdotla bitirmek istiyorum. Ölümüne çok yakın olduğu, ama bilincinin yerinde olduğu anlardan birinde asistanı Saner’e şunları söylemiştir: “Hastalığımın karşısında tamamen çaresizim, o yüzden onu olduğu gibi kabul ediyorum. Hayat bunu da yaşayabilmeme izin verdiği için kendimi şanslı addediyorum.”(Radikal)