Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım, karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!.. (Jurnal I)
Tecessüsün tecessüm etmiş haline, ‘Bir mabed bekçisi’ne ithâfen…
Tanımak uzun bir bekleyiştir. Sonsuz ufuklara kanatlanmak ya da meçhule yelken açmak..
Bilmediğimiz göz kamaştırıcı kıtalara uğramak zahmetine katlanma hevesi. Her şeyde olduğu gibi bunda da azıcık çile… Zor olan tek yanı devamlı ve sürekli oluşunda, tanımanın devamlı oluşu bize onun tazelemek ve tazelenmekle birlikte anılması gerektiğini hatırlatıyor.
Tanımak, tazelenmektir. Yenin ve eskimezin yeniden keşfi.
Hele tanımamız gerekenin mütecessis ve mütefekkir bir fikir işçisi olduğu düşünülürse her şey daha da zorlaşır. Zorun karşısında inadımız dimdik. Ama tedariksiz…
Yine de kiminle yola çıktığımızı bilerek sarp yokuşlarda buluruz kendimizi.
Cemil Meriç’i tanımak, tanıdığımız Cemil Meriç’i vuzuhla keşfetmek gibi… Yani ne öncesi ne de sonrası belli bir zamansızlık ikliminde bulunma.
Yanılmıyorsam 1992 senesiydi. Henüz on altı yaşında taze ve genç bir beyin, tecessüsü çehresinde mukaddesleştiren bir eda ile nefesi kadar yakın, sıcak bir dost arıyordu kendine.
O günlerde, bütün arayışlarının meyvesini topladığına delil bir gazete kupürü geçmişti ki eline; Bir ses mezarların ötesinden ta maveradan seslenir gibiydi çağına daha doğrusu “ülke”sine… Cemil Meriç’in sesi…
Yankısı olmaysan bir sesti bu. Yani o kadar yakındı ki, içinde renk cümbüşü barındıran,
Tek renkte yükselip ışıldayan bu ses içimizde hayat buluyordu.
Ve biz düşüncenin gökkuşağını bütün renkleriyle sevmeyi öğreniyorduk. Güneşin saldığı beyaz ışıklar sonsuzun sesinin habercisiydi. Bazen bir gülün yaprağında, bazen ışıldayan bir derenin kabarcığında bazen de genç fidanların omuzlarında gürültüsüz işliyordu bu ses.
Kolay mı bir nesil büyüyordu böyle gürültüsüz kavgasız.
Değil mi ki ıtır gülün sesi; ışık sonsuzun…
Henüz delikanlı çağında; ama eline geçen bir gazete kupüründe gördüğü bu yeni ve tanıdık sesin “batı” yı özetleyen ifadelerinde buluyordu yepyeni dünyaları yine de.
“İdeolojiler batı’nın kurt masallarıdır.” Diyordu Meriç.
Hani içinde azgın iştihaların kölesi, hep bir şeyleri parçalayıp yutmak adına kendini kılıktan kılığa sokan bu zillet tecessümü kurdun başrol oynadığı masallar. Bu tarifin bizde bıraktığı hoşnutluk hayranlıktan öte bir şeydi elbette.
Ya delikanlı gence neleri düşündürmüştü. Oysa bu genç, sevgilinin ilk bakışına sevdalanması gibi sonsuz sürecek bir sergüzeşte atılmaya dünden razıydı. Bu gencin anlamak ve anlatmak heyecanında, titrek dudaklarından dökülmeyip de orada asılı kalan kelimelerini tek tek toplayıp yine kendisine çiçek demeti diye sunan bir dost Cemil Meriç olmasa mıydı?
Onun ılık ve okşayıcı kelimelerinin serpintisinde büyülenerek büyüyen bu delikanlı şimdi gençliğinin baharında. Meriç’in gönül kıyılarından devşirdikleriyle daha aydınlık daha bir kendinden emin.
Düşünmek, seninle ne kadar kolaymış anlıyorum. Oysa düşünmek zor bir iştir ki; ona çok azları talip olur.
Bu bakımdan nezleye yakalanır gibi bir düşünceye tutulanları –yatsıyı beklemeyen mum üfleyişleri bile- tüy hafifliğinde çok uzaklara uçururken. Meriç dimdik ve derin hem de çok daha asil.
Cemil Meriç hep insanı konuştu. Öyle ya biz de insanı konuşalım.
İnsan, elmaslarını cam parçacıkları fiyatına satmayandır. İnsan, mukadderi olandır. İnsan, hırlaşmayıp konuşan, maruz kalmayıp seçendir. Seçtiğini de derinleştirip ona bin bir cepheden bakmasını bilendir.
Söyler misiniz dilde fikirde hayalde kolayı zorlaştıranlar, zorların zoruna talip Cemil Meriç’i nasıl anlasın.
Meriç, hani seninle başladığımız yolculukta diyordun ki: “Arkamdan geleceksen kiminle yola çıktığını bil; ama yol dikenlidir, ama hazırlıksızsın.”
O gün, canımızı, etimizi, kanımızı ve ruhumuzu katarak başladığımız yolculuk ebed tarafının meçhul meşhur’una doğru devam ederken aklımızın kıyısına bir soru işaretinin çengeli takılıveriyor. “Acaba bizler nesl-i atiye memur, şimdiye sahip bir gelecek zamanı mı yaşıyoruz?”
Diyebilirim ki bilmiyorum… Belki sen biliyordun Cemil Meriç. Belki sen biliyordun…
Nesillerin seni sevgiyle nasıl kucakladığını gördüğüm vakit seni daha iyi anlıyor olacağım.
Cemil isminin tecellisine öyle bir ayna olmuşsun ki ismindeki mana zihinlerimize hemencecik yerleşiverdi. Hayatın bize köprü olduğu gibi ismin de mi olacaktı? Sen güzelsin Cemil Meriç hem de ne güzelsin.
Biz bu günlerde “güzel”i aramıyor muyduk hep birlikte? Evet arıyoruz. Ve seni çok özlüyoruz.
Araf’tan öteye geçtiğin gün, yani ebed yarınında, ebedi manzaraların seyrinde beraberce olma temennisiyle görüşürüz Cemil Meriç!..
(*) 1996 yılının mayısında Cemil Meriç’in anısına ve kendim için kaleme aldığım bu yazıyı ölümünün 24. yılında sizlerle paylaşıyorum.
Cemil Meriç’in aziz hatırasına rahmetle…