Tarhan Erdem nereden sızıyorsa sızıyor, hep benim yazdığım veya bulunduğum ortamlara sızıyor. Bu kez kendi iradesi ile değil, adilmedya.com editörlerinin Radikal adlı tabloitde bir yazısını, bu sitenin okurları için de değerli bulmuş olması nedeniyle, benimle aynı ortamı paylaşmış durumda. Onun adına talihsiz bir durum. Çünkü bu yazıyı o nedenle yazıyorum.
Tarhan Erdem’i çok çok önce, Demokratik Katılımcılar Girişimi’ni örgütlediği dönem öncesinden de önce, Suha Arın vasıtasıyla, KONDA araştırma şirketi ve MTV (Milliyet Televizyonu) yöneticisi olarak tanıdım. 1989 yılı olması gerek. Kaya Erdem’in kardeşi olduğunu bilmeksizin. Hatta, daha sonra 18 yıl kadar sürdürmüş olduğu Aydın Doğan Grubu Koordinatörü olduğunu da bilmeden önce. Bana, 12 Eylül dönemindeki o ünlü seçimde, ANAP’ın kazanacağını nasıl Milliyet gazetesinin manşetine taşıdığını anlatmıştı da, şaşkınlıktan dudaklarım uçuklamıştı. Daha önce yazdım, kitaplarımın birinde var: Olay şöyle gelişmiş. Milliyet, 1983 seçimleri öncesinde Bülent Tanla’nın sahibi olduğu PİAR şirketine bir seçim tahmini araştırması yaptırıyor. Sonuç şu: MDP açık ara önde, HP ikinci, ANAP üçüncü. Tarhan Erdem’in aklı yatmıyor bu araştırmaya, Milliyet’in kurmaylarına, kendisi genel koordinatör, “sorumluluğu alıyorum, manşeti şöyle yapacağız” diyor: “ÖZAL ÖNDE GİDİYOR”:
24.10.1983 tarihli Milliyet’te yayınlanan seçim tablosu ile (soldan birinci), 28.10.1983’de yayınlananları (soldan ikinci) araştırma istatistiği açısından karşılaştırırsanız ve 23-26.10.1983 günleri arasının tablosuna bakarsanız, bir araştırma şirketinin nasıl olur da bu kadar ard arda ve ayrı örneklemlerde ve milimetrik olarak benzer sonuçları “yakaladığı” meselesinin ne olduğunu anlarsınız. 23-26 Ekim günleri % 27 civarında seyreden ANAP oylarının, dört gün sonra 30.10.1983’de (soldan üçüncü), seçimden altı gün önce nasıl birdenbire % 37’ye fırladığını da izah edebilecek yetkinlikte bir erdeme sahip olmanız gereklidir. Üstelik Kenan Evren’in MDP’yi işaret ettiği sanılan ama tamamıyla ANAP’ı arkalayan demecinin (“MGK İcraatını Sürdürecek Yönetimi Getireceğinizi İnanıyorum”) seçimden bir gün önce 5 Kasım 1983’te verdiğini de analize katarsanız (soldan dördüncü), bu anketlerin nelere kadir olduğunu da anlarsınız. Demeç şu şekilde olsaydı (“MGK’yı Sürdürecek Yönetimi Getireceğinizi İnanıyorum”) belki MDP’nin işaret edildiği zannedilebilirdi ama Evren’in demeci açık, zaten MGK’nın icraatının başında Turgut Özal var. Bizim MEME başlangıçları, yani, “medya müsveddelerinin geveze tüccarları” (Marx), manşet ve demeç okumaktan da aciz.
6 Kasım 1983 seçimi sonucu anketlerin efendisi Tarhan Bey’i de yanıltıyor: ANAP % 45; Halkçı Parti % 30, MDP % 23. ANAP açık ara önde, Turgut Özal’ı Başbakan yapıyor; kardeşi Kaya Erdem’i de yanılmıyorsam Maliye Bakanı.
Tarhan Bey de, Aydın Doğan’ın yılmaz koordinatörü…
O günlerin hafızalarımızda yok olmuş olgularını tazelemek, bugünlerin 12 Eylül davalarını anlamak için de elzem ama konumuz değil.
Ben ikinci kez Tarhan Erdem’i tanıdığımda, 1993 gibi, “Demokratik Katılımcılar Girişimi” adlı hoş bir politik grubun koordinatörlüğünü üstlenmiş beni de eski hukukumuza dayanarak bu gruba davet etmişti. Orada ise gıpta ettiğim bir misyon üstlenmişti: Siyaseti normalleştirmek. Gerçekten de siyaset o sıralarda 12 Eylül tortusu ile epey anormalleşmişti. Biz de Tarhan Bey’in bu gidişatı değiştirecek ve ülkeyi demokratik yapacak kişi olarak görmüştük. Öyle ya, bir seçim kurnazlığın ile Haşim İşçan’ı kazanmadığı bir seçimde İstanbul Belediye Başkanı yapmış ve Ecevit hükümetlerinde Bakanlık’ta bulunmuş bir kişiydi. Nereden bilecektim ki, normalleşmesini istediği siyaseti anormalleştirenlerden biriydi.
Bu grup, Tarhan Bey’in başkanlığında ve davetlisi olarak her hafta gibi The Marmara Oteli’nde toplanıyor ve ülke sorunlarını tartışıyordu. İki anekdot aktaracağım: Birincisi konumuzla ilgili. Bir toplantıda önemli Kürt aydınlarından biri olan Tarık Ziya Ekinci ile yan yana düşmüştüm. Arada, “sizin ikinci adınız var mı?” diye sordum. “Hayır yok” dedi, “neden sordunuz?” “Kimlik ad ile başlamaz mı? Siz Kürt kimliğinizi öne çıkartıyorsunuz ama adınızda Kürtçe yok ve ikinci Kürtçe adınız da yok, bu nasıl oluyor, bunu merak ettim” dedim. O da pek anlamamışa yatarak, gülümsedi, sohbetimiz bitmişti.
İkinci hikaye de şu: Tarhan Erdem bir gün, CHP’li olmaktan acı ve hicap duyduğunu ve Parti’den istifa ettiğini, gruba yüksek sesle deklare etti, şimdi hatırlamadığım bir vesile ile. Eklemişti: “CHP’de politika yaparsam eğer, bana ……… deyin.” Daha sonra işi ciddiye bindirdi ki, Demokratik Katılımcılar Girişimi’ni politik parti haline haline getirme süreci başlattı. Haziran 1995’de Demokratik Cumhuriyet Programı’nı ilan etti. “Demokratik Cumhuriyet” terimini belki de ilk kez somut bir programla dile getirmişti. Sonradan bu tamlama başkalarınca da kullanıldı. Ben de dahil olmak üzere, çoğunluğumuz, “bu grupta politika yapmak istemediğimiz için bulunduğumuzu, sadece akademik ve güncel sorunları tartıştığımızı, iktidara ilişkin siyasal hiçbir hedefimizin olmadığını söyleyerek” Tarhan Bey’i ret ettik. Hatta Prof. Mustafa Aysan, “politika yapacaksak CHP’ye katılmamızı ve orada politika yapmamızı” önerdi. Tarhan Bey de, bu teklifi ret ederek, CHP ile yukarıda zikrettiğim cümleleri yeniledi. Daha sonra CHP Genel Sekreteri olduğunda bu olayı hatırlayıp içim burkuldu. 2001 yılında da CHP’den yine istifa etti.
Üçüncü tanışmamız, onun anketlerin efendisi olduğu döneme rastlar. Yine bir önceki Tarhan Erdem yoktur ortada.
Öyle ya, nokta atışı ile biliyordu seçim sonuçlarını. Ama biraz daha eşelerseniz ve izlerseniz, söylediklerinin “araştırma” ile ilişkisi yoktu. Ya yapılmış araştırmaların ortalamasını alıyor, Radikal’e manşet attırıyor, (“AKP % 48” diye. Bakın nasıl itiraf ediyor ne yaptığını: Ltf. Tklz: 1), ya da elli binlik örneklemde ulusal çapta araştırmalar yapıp, sonuçlarını açıklıyordu (Ltf. Tklz: Postmodern Araştırma: Bir Tarhan Erdem Klasiği ve 2 ve 3 ve 4). Rakamlardan ve tekniklerine bakarsanız her iki yol da Tarhan Erdem’in aynı 1983’te yaptığı gibi kendi tecrübesinin spekülasyonlarından ibaretti ve bir iki defa da aynı 1983 gibi “tutturdu”. Mesele şuydu: Türkiye’de elli bin kişilik bir örneklemde kısa sürede anket yapmak mümkün değildir. Tutturduğu seçim tahminleri de araştırmalardan değil, onların ortalamalarından yapılan gelişigüzel, spekülatif çok yetkin tahmin tecrübesinden gelen tahminlerdi. Yani, “biliyordu” ama şansına tutturuyordu. Bazıları buna “manipülasyon” diyor.
Ben de tüm yaptıklarını anlatan yazılar kaleme aldım (Bkz: Bir önceki linkler). Kıyasıya eleştirdim. Beni ve Erhan Göksel’i mahkemeye verdi, sekiz dava açtı hakkımda ve hepsinden aklandım.
O yazılarda, Kürtlerin önemli olduğunu söylüyordu. Nüfusları ve yapıları çok önemliydi. Kürt sorunun çözmek gerekiyordu. Oysa, Demokratik Katılımcılar Girişimi toplantılarında, “ne demek bu Kürt sorunu, Denizli’deki Türk de, Kürt de eziliyor bu memlekette, siyaset normalleştirilmeli” demiyor muydu? Ne olmuş da değişmişti? Bilinmez.
Ancak, Tarhan Erdem’in adilmedya.com da iktibas edilen yazısında var bazı ipuçları (Ltf. Tklz: 5): Erdem’in yazısında “Kürt Meselesi” olarak lanse edilen durumun kendisinin de önceden kabul ettiği gibi hiç de Kürt meselesi olmadığını, tümüyle sınıfsal bir sömürünün global örtüsü olarak ortaya çıktığını görmezden gelmek, işte yukarıda anlattığım Tarhan Erdem gibilerinin kurnaz ve dahiyane buluşları ile tarhana çorbası kıvamına getirilmesinden başka bir şey değil. Oysa, mesele çok daha başka bir düzlemde ve yerde (Ltf. Tklz: 6).
Kürtlerin, İdris Naim Şahin’in dininden olmayabileceği ya da dinsizliklerinin vurgusu, işte bu sömürünün karşılıklı perdelenmesine yarıyor. Üstelik bu perdeleme, “Kürtlerin din ve mezheplerinin ne olduğunu işim gereği biliyorum; fakat yurttaşlık haklarının, ana dil eğitim ve öğretiminin, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün, toplanma hakkının konuşulduğu yerde bunun ne anlamı, ne değeri var bilmiyorum!” diyen bir Erdem’in yüzeysel haklılığının girdabına kapıldınız mı, “onlar dinsiz ama biz başka şeyi konuşuyoruz” demenin dümen suyunda yol alamazsınız. Ayrıca Tarhan Erdem gibilere güvenemezsiniz, bir iktidarı desteklerler, bir desteklemezler; elde ettikleri nema yükliyse mesele yok; kısılınca da döner döner vururlar. Bir öyle derler, bir böyle. Türkiye’de Kürt Sorunu, Ermeni Meselesi, “komünizm, bölücülük veya irtica” tehdidi yoktur: “Medya Sorunu” vardır.
Şunları yazdım 2009’da (Bkz: Tamamı için bir önceki 6. link):
“Global modernitede, modernist dönemde olduğu gibi, bu üst ve alt kavram/yapıların tamamının bir arada yaşayabileceği bir dünya eğer mümkün değilse, ki en azından “ulus-devlet” fikri bir tür mağlubiyet yaşıyor gibi ve modernitenin en ayrıcalıklı yapısı olduğu için diğerlerini içinde barındırıyor ve belki de onların da mağlubiyetini hazırlıyor, Arif Dirlik’in önerisi, bu parçlanmışlık ve post-olan her şeye, bütünsel bir açıdan bakarak, ekonomi-politiğin merceğinden, ekümenik bir anlayışla dünyayı kullandığımız (iskan ettiğimiz) kadarıyla birimleştirip, idrak edebiliriz fikrinin çerçevesinde kuramlaşıyor. Bu öneriden ben dünyayı idrakımızın ancak iskan ile başlayabileceği fikrini; iskanımızın ötesine taşmaması projesini çıkartıyorum; yan yana yaşamışlıkların ve “öteki” ile karşılaşmaların işbirliğine dönük algısal çözümü bu. Ya da, bir başka şekilde söylersek, iskan edenlerin, kendi yaşadıkları yerlerin ötesindeki diğer yerlere uzanmalarının sadece algısal ve dayanışmalı boyutta olabileceğini ve oralarla sadece gevşek bir sempati, yani “ekümenik” bir yapı kurulmalı fikrinin nüvesini görüyorum. Bu ekümenik yerküre idrakı önerisi, … Arif Dirlik’in yazısında yer aldığı içeriğin çok ötesinde Çin dışı mekanlara da uygulanabilir ve özellikle bugünlerde “açılım(!)”lı bir biçimde esnafçı-yarı köylücü/burjuva-kapitalist siyasal iktidarca (AKP) da gündeme getirilen Kürt Sorunu için de önemli bir gerçek işlerlikli açılım olabilir; bu da olmazsa, en azından sosyalist sola bir öngörü kazandırabilir düşüncesi içindeyim. Çünkü, “ekümen” olma fikri, sadece bir fikir değil, ekonomi-politiğin yarattığı somut bir kaynaşma. “Kürt sorununa”, ki bence böyle bir sorunu kimlikli-etnik terimleştirme bile post-modern söylemin girdabında sınıf ilişkilerini yok ettiğinden melûn bir adlandırmadır, ekümenikliği uygaladığımızda, ekümeniklik modernite haritalandırmalarda ayrık kalmış olanların, diğer coğrafyalara kolonyal ya da emperyal olarak sarkmadan, üst algısal bağlarla bağlanmaları demek olacak ki, nasıl “ortodokslar” veya dinsel cemaatler bunu yapabiliyor, Irak, Suriye, İran ve Türkiye’ye yayıldığı ve diasporaları bulunduğu söylenen Kürtler de bunu yapabilme olanağına kavuşucaklar. Bu kafayla biraz zor tabii. Neden böyle bir algısal çözüme ihtiyaç duyulur deniyorsa, çok ayrıntılı bir açıklamaya girmek mümkün ama kısaca, ulusal-devlet’lerin öyle post-modern söylemde dile getirildiği kadar kolay kolay ortadan kaybolacağı yok da, ondan. Ulus devletle savaşılacağına, daha gevşek fizikî sınırların, algıda değiştirilmesi daha kolay.”
Algıyı eşitlikçi, özgür ve paylaşımcı yapmak için, yandaş, candaş tüm medyayı değiştirip dönüştürmek gerekiyor. Anketlerin efendisi zannedilen ve demokrat diye bilinen Tarhan Erdem gibi “gazete müsveddelerinin geveze tüccarlarına,” Aydın Doğan zer-zevat UNM’lerine ve/veya koordinatörlerine ve yandaş-candaşlara lâfın düşmeyeceği bir zaman-mekanın bu topraklara gelmesi dileği ile… Çok uzak değil mi?