Bazen istemesem de yazmak zorunda hissettiğim konular olur. Hele ki konu uluslararası siyaset ile ilgiliyse bana pek sevimli geldiğini söyleyemem. Ben bir uluslararası ilişkiler uzmanı değilim. Bir ortadoğu uzmanı, analist ya da bir hariciyeci de değilim. Hal böyle olunca, söz konusu Suriye olduğunda sadece şu iki yol göstericiye sahibim: Vicdan ve tarih bilinci. Sanırım bu noktadan hareketle birkaç kelam edebilirim.
Baasçılık, Sovyet tipi tek parti rejimi anlayışının pan-arabizm ile konjönktürel olarak girdiği gayri-meşru ilişkinin soğuk savaş dünyasına özgü bir yan ürünüdür. Bugün ortadoğu topraklarında bir geleceğinin olmadığını görmek için müneccim olmaya gerek yoktur. Küreselleşme çağında, 21.yy insanını ulusçuluğun zindanına hapsetmenin yolları azalmaya başlamıştır. Ayrıntıları atlayarak sadeleştirirsek, böylesi bir dünyada köktenciliğin etnik-milliyetçi ve dinsel bütün formları ya mülteciliğin ve göçmenliğin bir başınalık ikliminde bir savunma refleksi şeklinde (Avrupa’da olduğu gibi) ya da emperyalist siyasetin proje çalışmaları olarak zuhur edecektir/etmektedir. Dolayısıyla köktenci ulusçuluğu ve totaliter muhtevası ile Baas ideolojisi, bu ideolojinin kurumsal yapıları, medeniyet ve dünya tahayyülü ve politik hedefleri, bir bütün olarak tarih dışı kalmış nesnelerdir. Havada artık başka bir dünyanın kokusu vardır ve Baas ideolojisi, tepki olarak geliştiği İngiliz siyaseti’nin çizdiği sınırlar ile birlikte tedavülden kalkmaya mahkûmdur. Tarih, bu çelişkilerin biriktiği noktada bizi “arap baharı” adı verilen yönü ve hedefleri muğlak ve manipüle edilmeye son derece açık kitlesel ayaklanmalar dizisi ile tanıştırmıştır.
Suriye ise arap baharı’nın toplu katliam ve ona eşlik eden diplomatik bir savaş formuna bürünerek başkalaştığı bir ülke oldu. Halihazırda yaşananlara dair sınırları çok net çizmek gerekiyor: “Esed hanedanı”’nın tepesinde saltanat sürdüğü Baas oligarşisinin yarattığı insani felaketi savunmanın hiçbir makul ve meşru bahanesi bulunmamaktadır. İşkence’nin ve ağır silahlar ile gerçekleştirilen toplu kıyımların gündelik bir hal aldığı böylesi bir vahşet rejiminin savunulacak tek bir doğrusu bile yoktur. Körfez medyası ve CNN işbirliği ile yürütülen kara propaganda, ABD başta olmak üzere Batılı güçlerin Esed’i gözden çıkarmış tutumları, Suud rejimi ve Katar emirliğinin cepheden düşmanlığı ve hatta Batılı servislerin Suriye içinde operasyonlar yaptığı şayiaları da (gerçek olsalar dahi) bu hakikati değiştirmemektedir. Baas rejiminin kıyıcı kimliği geçmiş icraatlarıyla (Hama katliamı) ve bugünkilerle sabittir. Tüm dünya kamuoyunun gözleri önünde ağır silahlar ile bombalanan Hama, Humus, İdlib gibi hiçbir insani yardımın ulaşamadığı şehirlerde yaşanan felaketler silsilesi, NATO kuvvetlerinin eseri değildir.
Öte yandan, mevcut insani durumun yarattığı aciliyet resmin görülmesi elzem başka bir kısmını gölgelemektedir. Şu an Suriye üzerinden neredeyse bütün dünya birbiriyle diplomatik savaş vermektedir. Çin’inden Rusya’sına, Fransa’sından ABD’sine, Türkiye’sinden İran’ına bölge ve dünya aktörleri Suriye üzerinden birbirleriyle itişme halindedir. Bu kadar fazla küresel ve bölgesel çıkarın kesiştiği bir ülke’de halk ayaklanmasına başka kırk bin çeşit operasyonel faaliyetin de eşlik edeceği bir olasılıktan fazlasıdır. Bu nedenle, pervasız bir şekilde Suriye’ye müdahale edilmesi için kamuoyu yaratmaya çalışanları çok masum bulmamaktayım. Yine de Suriye’ye müdahale edilmesini talep edenlerin pervasızlığı, Baas rejiminin pervasızlığına kıyasla çok daha kabul edilebilir bir düzeydedir.
Körfez ülkelerinin “Suriye dostluğu” komedisi de manzaranın başka bir boyutunu oluşturuyor. Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan gibi ülkelerin demokratik standartlar açısından içinde bulundukları durum düşünüldüğünde bu komediye peşi sıra bir trajedi eşlik etmektedir. Kendi ülkelerinde demokrasinin esamesinin okunmadığı gaddar tiranlar, Suriye halkı için timsah gözyaşları dökmektedir. Bu ikiyüzlü ağıtçıların koro şefliğini de görünüşe göre Türkiye üstlenmiştir. Elbette, Türkiye’de mevcut rejimi Suriye’deki ile kıyaslamak pek doğru olmasa da, hükümetin bir samimiyet testine ihtiyacı olduğu kesindir. Kendi ülkesinde daha birkaç gün önce muhaliflerinin toplantı, gösteri ve yürüyüş düzenleme hakkını çiğneyerek polis copları ve panzerlerle meydanları terörize eden bir anlayışın demokrasi algısı sorgulanmayı gerektirmektedir. Türkiyeli islamcılar için ise esas sınav Suriye’de Baas’ın ölüsü kaldırıldıktan sonra başlayacaktır. Her şeyden önce, AKP’nin kanatları altından çıkıp çıkmayacakları netlik kazanacaktır. Zira bu coğrafyadaki her toplumsal ayaklanma NATO konseptine ve Türkiye’nin dış politika hedeflerine uymayacaktır. Bahreyn’de uymadığı gibi.