Bürokrasi devletlerin işleyişinde önemli bir yere sahiptir. Sivil, askeri ve yargı bürokrasisi devlet adına, devlet için ve devlete rağmen bir iradeye sahiptir. Kendi içinde geçirgen ve dönüştürücü etkisi vardır. Bürokrasiye hâkim olmak devlete hâkim olmak gibidir. Tabanda, sahada devlet işleyişini yürüten bu kesim özerk varlık alanları oluşturarak gücünü korumaya çalışmıştır.
Türkiye’de son yüzyılda sivil, askeri ve yargı bürokrasisine hâkim olmak ideolojik ve siyasal grupların en önemli amaçlarından biri olmuştur. Bürokrasiye hâkim olmak; kendi ideolojik arka planı yansıtacağı, bu kanaldan oluşacak imkânların kendi siyasal ve sosyal çevresine akacağı, siyasal iradeye doğrudan veya dolaylı müdahale edeceği ve oluşan rantı kanalize edebileceği inancı taşınmaktadır.
Cumhuriyet bürokrasiyi parti merkezli inşa etmiştir. Bütün bürokratik kademelerde CHP’li vasfı temel teşkil etmiştir. Bürokrasi bu geniş imkân ve gücü sonuna değin kullanmaya çalışmıştır. Bürokratik işleyişin kontrollü yürümesi için parti merkezli atama ve kontrol sistemi uygulanmıştır. Bu yeni bürokrasinin inşa edilmesi için halk evleri, eğitim enstitüleri ve askeri okullar başta olmak üzere bütün kurumlar harekete geçirildi. Ekonomik alanda bürokrasi KİT’ler vasıtasıyla oluşturuldu. Devlet bir nevi bürokrasi devleti olmuştu. Bürokrasi devletin temsilcileri olarak devlet adına güç ve yetki kullanımının verdiği algıyı muhafaza etti.
Bürokratik işleyişte 1950 ile birlikte değişen hükümet ve yeni parti kendi kadrosunu kurmak istedi. Müdahil alanları belirleyerek değiştirmeye çalıştı. Sınırlı alana müdahil olabilen sağ- dindar- muhafazakâr kesim bürokratik işleyişe katılmaya çalıştı. Ancak 1960 darbesi bürokratik işleyişe hâkim olamadığını, eski bürokratik sistemin hâkimiyetinin devam ettiğini gösteriyordu. Darbeler sadece siyasal tasfiyeyi değil bürokratik tasfiyeyi kendisiyle beraber getiriyordu. Üniversite, asker, yargı ve sivil bürokraside büyük bir kıyım süreci yaşandı.
1960 sonrasında devlet demek bürokrasi demekti. Ve bürokrasi ele geçirilmeliydi anlayışı ile kanallar açılmaya çalışıldı. Eğitimli Anadolu çocukları için artık onları yarı- kapalı eğitim sistemi ile devlete angaje olmak zorlaşmıştı. Üniversiteler farklı ideolojilerin varlığına imkân tanıyordu. Eğitim demek, üniversite demek devlet kademsinde bürokratik bir makam elde etmekti. Garanti iş- garanti maaş algısıyla bulunduğu konumdaki imkânları açarken ve yayarken ideoloji ve grupsal varlık alanı önemli olmuştur. Tek parti dönemi evrilerek yeni kapasitelere sahip olarak ve bunu da darbelerle güçlendirerek yoluna devam etti. 1960 darbesi tehlike olarak addedilen kesimlerin bürokratik alana sirayet etmesini engelleyecek kurumlar ve işleyiş getirdi. 1971, 1980 ve 28 Şubat müdahalesinin askeri ve sivil bürokratik boyutu ön plandadır.
Sistem içi dizayn çabalarında bürokrasi mazeretler oluşturarak hedef seçtiği kitleyi elindeki gücü kullanarak egemenlere göre düzenlemeye girişmiştir. Bu süreç parti kapatmalardan, siyasi mahkûmiyetlere, idamlara, sivil kurumların kapatılmalarına, görevden almalara, delil karartmalara, operasyonel müdahalelere kadar genişledi.
Askeri ve yargı bürokrasi ise oligarşik egemenler tarafından korunmaya alındı. Bu kurumlara geçişler kontrol altına alındı. Kurumlara başvuran insanların aile, sosyal çevre, inanç ve görüşleri takip edildi. Kendi anlayışları açısından meşru görmedikleri kişilerin kurumlara alınmasına karşı çıktılar. Özellikle Dindar, İslamcı, Sol, Kürt, Alevi, Roman, Rum ve Ermenilerin bürokratik işleyiş içinde yer almaları cumhuriyet projesi kapsamında engellendi. Bu unsurlar içinde Sol, İslamcı, Alevi olanların sistem içi dönüşüm ve tehlike kodlarının değişimi ile birlikte yaklaşımları değişmekteydi. Devlet bürokraside bazen sol kesimin önünü açarken, bazen Alevi kesimi kolluyor, bazen de İslamcı- dindar kesimi görevlendiriyordu. Bu kesimler birbirine karşı karşıtlık içinde tehdit algısı beslenerek devletin kendilerine oynadığı oyunun farkına varmadılar. Bürokratik egemenliği devlet egemenliği ile karıştırdılar. Devlet siyasi- sermaye olarak egemen kesimlerin hâkimiyetini kesintisiz devam ettirmesini sağladı. İdeolojiler ise bürokratik alandaki hâkimiyet mücadelesini gerçek alan olarak düşünüp bu kazanımları korumak ve aktarmak istediler.
Darbeler ve artçı sarsıntılar dindar muhafazakâr kesimde bürokrasiyi en temel ele geçirilecek bir merkez halini almasına sebep oldu. Gelecek planlaması eğitim başta olmak üzere sivil alana müdahaleyi mümkün kılacak konumlar elde etmeyi amaçlaştırdı. Mevcut kurum ve kuruluşlardaki bürokrasi değişirse hak ve özgürlüklere ulaşmada daha hızlı mesafe alınacağı iddia edildi. Bunun için hükümetler yoluyla sivil bürokrasinin değişik basamaklarında konumlar elde edildi. Asıl hedef askeri ve yargı bürokrasisi idi. Çünkü diğer kazanımlar ne kadar çok olursa olsun askeri ve yargı bürokrasisinde bulunmayıştan dolayı kalıcı bir güç elde edilemiyordu. Cemaatler bürokratik alandaki değişim için belli bir plan dâhilinde çalışmalar yaptılar.
1950 ile başlayan süreç 27 Mayıs darbesi ile kesintiye uğrasa da 12 Mart müdahalesi siyasi olarak dindarların elini güçlendirdi. 60 darbesi ile birlikte soğuk savaş konsepti içinde sol kesiminin Türkiye içinde birincil tehlike olarak gösterilip milliyetçi unsurların önü açılmaya çalışıldı. 71 darbesinden sonra dindarlar bu sürece eklemlendi. 12 Eylül müdahalesi artık İslami kimlikli kadroların sivil bürokraside hâkim olmasının yolunu açacaktı. Sağ- muhafazakâr kadrolar askeri ve yargı bürokrasisine girmenin de yolunu bulmaya çalıştılar. Bu yol bulma arayışı sürerken askeri ve yargı bürokrasisi, sermayenin yedeğinde dindarlar öncülük ettiği partinin cumhuriyet tarihinde ilk defa hükümet kurabilecek güce erişmesini tehlikenin üst boyutu olarak görerek 28 Şubat müdahalesini gerçekleştirdiler. Sermaye akışındaki hareketlilik sağlanmış, sivil bürokraside hâkim olduğunu iddia eden kesinlere hadleri bildirilmiş, yeni uluslararası düzen içinde tehlike olmaktan çıkarılmış bir halde iken seçimlerde Ak Parti’nin ezici bir güçle zaferle çıkması yeni sürecin başlangıcı oldu.
Sivil, askeri ve yargı bürokrasisine kendini yaslayan devlet geleneği yeni dalga karşısında tutunamadı. Genetik darbe geleneğini sürdürecek gücü bulamadılar. Dindar- muhafazakârların sivil alandaki varlığı yavaş yavaş askeri ve yargı bürokrasisinin hareket alanını sınırlandırmaya başladı. Hâkimiyetinin hiçbir zaman sonlanmayacağını düşünen kesimler için zorunlu daralma oluştu. Daralmayı- kuşatmayı aşmak için bazı manevralar yapmış olsalar da, artık zaman onların zamanı değildi. Yerel ve ulusal yapılanmaları sürece karşı önce itiraz etmek istediler ama nafile bir şekilde yavaş yavaş sahneden çekilmeye zorladılar. Zamanın ruhu değişmişti. Yeni zamanın sınavını başkaları verecekti.
Bürokratik bir devlet olan cumhuriyet yeni egemen kesimin elinde yeni bir sınav vermeye hazırlanıyordu. Normalde yönetim denildiğinde istişare, adalet, özgürlük, ehliyet sözcüklerini dillerinden düşürmeyen, “Halka hizmet Hakk’a hizmet” sloganını kendine düstur edinen, Hz. Ömer’in mumlarının hesabını verme hassasiyetini her yönetim- kazanım ilişkisinde dile getiren, yönetimde kim olursa olsun –kendi kızı dahi olsa- adaletle hükmetmekten vazgeçilmeyeceğini iddia eden, yönetimde kendisi ve çevresi için rant oluşturmayacağını ilk edinen, uygulamada mezhep, cemaat, parti, hizip ayrımı gözetmeden hareket edeceğine yemin eden insanlar bürokratik alanda söz sahibi olmaya başladılar.
Bürokratik alana hâkim olmak istemek başka, hâkim olduktan sonra ortaya çıkan tablo başka olacaktı. Yıllar yılı dışlandıklarını, haklarının gasb edildiğini, ezildiklerini iddia edenler bu taleplerin öncüleri oldular. Özelliklede imam-hatip ve ilahiyat kökenliler birer erdemliler devletine talip olmuş gibi süreçte öne çıktılar. Yeni zamanlarda herkesin talep ettiği en büyük istek bürokratik bir konum, aşama, güç olacaktı. Bürokratik konum taleplerinden öncelikle mağdur olanlar mağduriyetlerini yarıştırarak bu konumlara asıl layık olanların kendileri olduğunu iddia ederek hak- makam talebinde bulundular. Diğer önemli kesim ise bu mücadeleye verdikleri emekleri yarıştırarak; “dava”ya hizmetleri ölçüsünde yeni konumlarda en çok hakkın kendilerinde olduklarını iddia ettiler.
Yeni egemen bürokrasi her kurumda tam da muhafazakâr kimliğine uygun olarak kurumsal değişim çabalarına karşı çıkmaya başladılar. Var olan kurumların artık hizmet üretmeyen, adil bir paylaşım sağlamayan, insanları dışta bırakıp mesafeleri çoğaltan yapısından çıkartılmak istenmedi. Atamalarda “Bizden” ölçüsü içinde Sünni- sağ- Hanefi mezhebinden olmayanlar hakim bürokratik işlerlikten uzaklaştırıldı. Onlar için bürokratik mücadele alanı olarak “sıra bizde” anlayışı ile önceki egemenlerden farklı davranmadılar.
Demokratikleşme söylemlerinin doruğa ulaştığı dönemde bürokratik gelenek Ankara merkezli yapılanmasını daha da kuvvetlendirdi. Sanal imkânlar ile “Big Brother” anlayışı ile merkezi kontrol ve yönlendirme iradesi devam ettirildi. Alt bürokrasi üst bürokrasi arasındaki iletişim hızlandırıldı. Bu hızlılık güç paylaşımını değil merkezi güç toplama çabasına dönüştü.
Yeni egemen güç bir taraftan geçmiş bürokratik gelenek artıklarının kendi ayaklarına bağ olduklarını, hareket etmeye fırsat vermediklerini söylüyor, diğer taraftan yeni bürokratik sınıfın aynı karakterde olduğunu unutuyordu. Bürokratik olarak konum zenginliğine sahip olan, en büyük istihdam ve işveren olan devlette 90 yıldır ötekileştirildiklerini iddia edenler konum kapmak için sıraya girdiler. STK’lar, sendikalar, cemaatler, gruplar, dernekler, vakıflar hepsi “Devlet Baba”dan bürokratik bir güç devri istiyordu.
Sünni-sağ-muhafazakârlar, hâkim oldukları andan itibaren bu kelimelerin oluşturduğu söylemleri unuttular. Tıpkı yetki devri gerçekleşmişti. Nasıl, hangi kurumlarla, hangi işleyiş ile yönetildiği önemli değildi. Önemli olan; bu gücün sürekliliğini sağlamak ve çevreye katkısını en maksimum seviyeye çıkartmaktı. Elde edilen konumun sürekliliğini sağlarken; artık halka hizmetin olup olmadığı, yapılıp yapılmadığı değil kendilerini bu konumda tutacak iradenin oluşmasını sağlamaktı. Dedikodu ve gıybet ile yeni bürokratik kültürün vazgeçilmez öğesi oldu. Dindarlar konumları elde etmek veya sürdürmek için alabildiğine dedikodu ve gıybet üretmeye başladılar. Birbirlerine olmadık iftiralar atmaya başladılar.
Artık cemaat- tarikat ve sivil toplum kuruluşları baskı gücü olarak bürokratik işlerlikte güç kazanımının parçası oldular. Yeni bir atama için baskı güçleri devreye sokuluyor, gücü en fazla olan bürokratik kazanımını elde ediyordu. Artık emanetin ehline değil çevresine tevdi edilmesi devri başlamış olacaktı. Bürokratik kazanımlarda cemaat, tarikat, sendika ve stkların etkisini gören pragmatist bürokratlar bu defa o çevrede yer almak için sıraya girdiler.
“Nasıl” sorusunun cevabı her şey yine eskisi gibi olacaktı. Sadece yönetenler değişecek, yönetim mantığı ve kültürü devam edecekti. Geç ve güç elde ettiğini yitirmemek için alabildiğine korkular üretmeye başladılar. Allah’a iman insanlar Devlet’e iman ederek imanlarını yenilediler. Allah korkusu, inancı ve sınırları yerine devlet korkusu, inancı ve mevzuatı yerini almıştı. Muhafazakârlığın doğasına uygun olarak bir şey yapmama esası üzerine kendilerini konumlandırdılar. Bir şey yapacakları zamanda olası kazalara karşı kendilerini sağlama almak için üst bürokrasiden onay ve garanti almaya başladılar. Sessizlik ve suskunluk en önemli karakterleri oldu. Bir şey yapılacak diye korkmaya başladılar. Yıllar yılı uzak kaldıkları kazanımları kimsenin ellerinden almaması için mücadeleye girdiler. Görev aldıkları konumu gereğini layıkıyla ve fazlasıyla yapmak yarışına girmediler.
Tam anlamıyla bürokratik devlet olan Türkiye’de devlet imkânları bürokrasinin hizmetine sunulmuş durumdadır. Bürokrasi bu güçle beraber sermaye ile işbirliği yaparak bu güç alanını genişletmektedir. Bürokrasinin maddi ve manevi imkânlarıyla varlık alanlarına yeni katkılar sağlamaktadırlar.
Sünni-sağ muhafazakâr anlayış vahiy dinamiğinden koptuğu için değişim ve hâkimiyet algısını hegemonya üzerinden kurdu. Hegamonik mücadele önceleri batıcı-laikçi- muhafazakârlarda iken artık Sünni-sağ- muhafazakârlara geçti. Yenilik adına devleti yönetmeye talipli olan bürokrasi kesimi oligarşik karaktere bürünerek geleneği devam ettirmektedir. İmparatorluğu yıkan, medeniyet düzleminde geriye düşüşün, iman olarak insanlık için umut olamamanın sebepleri ve çözüm yolları üzerine bir hasbihalleşme ve değişim iradesi gözlenmemektedir. Umut olma iddiası ile ortaya çıkanlar yeni muhafazakâr kimlikle aynı geçmişin devamını sağlamaktadırlar.