Hüseyin Çelik Ertuğrul Özkök’e neden sert çaktı?
AKP Genel Başkan Yardımcısı, solcu ve Marksist İletişim Yayınlarında Ali Süavi kitabı basılan, Milli Eğitim Eski Bakanı ve DYP’liyken Demirel’in gençlik kolları başkanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik ile batmaya yüz tutmuş amirallerin gemisi sermuhariren kaptanı, pasif ve çözgün kitlelerin efendisi, Türkiye’de MEME kurucusu, Milliyet’ini ve Vatan’ını, yakında da Hürriyet’ini satacak olan, belki de daha önce satmış bulunan, ser muharrirlerinin ve eski UNM’lerinin ifrazatlarında doğduğunda boğulan doğan medya tower’dan Doç. Dr. Ertuğrul Özkök kapışmış durumda.
[ARA NOT 1: Doç. Dr. Ertuğrul Özkök’ün polemiğe konu olan yazısı ve özür dileyen yazısı için:
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/17600856.asp;
http://www.medyaradar.com/haber/medyagunlugu-60955/artik-haddimi-ve-konumumu-bilecegim-ozkokten-huseyin-celike-yanit.html
Doç. Dr. Hüseyin Çelik’in basın toplantısı için:
http://www.haberhakki.com/medya/huseyin-celikten-ertugrul-ozkoke-cok-agir-sozler-cuntanin-gozdesi.html ;
http://www.adilmedya.com/haber.php?id=16846 ]
Biri yeni burjuvazinin muktedirlerini, diğeri eski burjuvazinin mağdurlarını temsil ediyor.
Uzun zamandır medya ile ilgilenmiyorum. Siyaset daha eskilerden ilgi alanım dışına itilmiş durumda ancak bu kapışmanın analizini yapmadan edemedim. Anlaşılan meslek deformasyonuna uğramış bulunuyorum.
Bir hipotezim vardı bundan on-onbeş yıl öncesi kalemimden çıkmış olan: Bu medyayı ve Türkiye’yi dört kalemşör bu hale getirdi: İlhan Selçuk, Çetin Altan, Zafer Mutlu ve Ertuğrul Özkök. Şimdi hatırlayanınız yoktur ama 2003 ile 2007 arasında bu kare asın sonuncusu “kapital kapitanı” Ertuğrul, bugün karşı çıktığı iktidarın dümen suyunda amiral gemisine rota çizmekle kalmıyor; başta belediye başkanlarının bekleme salonlarında görülmek üzere kapı kuyruğunda kapı kulluğuyla bekler yakalanıyordu, güvenlik kameralarına ve özel kalem müdürlerine; üzerine üstlük AKP’yle sarmaş dolaş AKP’ye ve Türkiye’ye de derin sularda yön tayin ediyordu.
Ben de rahmetli Ömer Tarkan’ın buğulu ve şimşek çakan gözlerinin kısarak sorduğu “korkmuyor musun?” sorusuna inat, Ertuğrul için güzellemeler yazıyor ve MEME olarak tabir ettiğim medyanın Türkiye’yi çıkmaz sokaklara iteceğini söylüyordum (Bkz: Medyaya Düşman Yetiştiriyorum, 3. Baskı, Salyangoz Yayınları, 2010). Eminim bugün aralarına kara kedi girmiş bulunan Hüseyin Çelik veya arkadaşları, yönelen ikaz ve eleştirilerimi okuyordular ise, Ömer Tarkan’ın sorduğu soruyu kendilerine soruyorlardı: “Korkmuyor mu?”
Bu soru boşuna da değildi. Onlar korkuyorlardı. Çünkü Ertuğrul o sıralarda benden ve benim gibilerden, dorduncukuvvetmedya.com sitesinde ve haber3.com’da yazdıklarım nedeniyle “Internet medyasının kara gözlüklüleri ve azgın azınlığı” tabirini kullanarak söz ediyor; mafyanın hainlerine uyguladığı işlemler için ettikleri “Omerta” yeminini başlık yapan yazılar yazıyordu (Bkz: Medyaya Düşman Yetiştiriyorum). Yani açıkça ben ve benim gibileri tehdit ediyordu. Daha sonradan, o sıralarda Türkiye’yi türban ile türbülansa sokan Kemal Alemdaroğlu’nun ve Doğan Medya’sının fahri Dekan’ı Suat Gezgin’in Ertuğrul abisinden aldığı gazlama ile, televizyondaki bir mülakatta, “türbanlı öğrenciye hak ettiği notu vermeyeceğiz” diyen (Bkz: http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=646618 ) Mesut Parlak’ın hışmına uğruyor, sekiz ayrı soruşturma geçiriyor, on iki ay öğretim üyeliği ve yönetim görevinden alınıyor, yani üniversiteden kovularak maaşsız kalıyordum. Ben yine korkmuyor ve Mesut Parlak’ı böyle bir sözü ettiği için Savcılığa şikâyet ediyor ve Savcılığın yetkisizlik kararı vererek konuyu YÖK’ten lüzum-u mahkeme istemine karşılık, elektronik yolla yazılı olarak lüzum-u mahkeme talep etmeme karşın YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan bu sözü sarf eden Mesut Parlak için men-i mahkeme kararı veriyor ve Hüseyin Çelik gibiler sus pus yerlerinde Milli Eğitim Bakanlığı yapıyordu.
Zaman nehrinin içinden çok sular aktı. Bugün, bahsetmeye değmez ama konum belirlemek için söyleyeyim, Suat Gezgin İstanbul Üniversitesi’nin bugünkü yönetimince “itibarlı” sayılan eski yöneticilerinden biri olarak, Doğan medya towerın dümen suyuna lüzumu halinde yeniden girmek üzere hafifçe çark etmiş durumda; Mesut Parlak ve Kemal Alemdaroğlu da haklarında açılmış ve açılacak olan ceza ve tazminat davalarıyla cebelleşmek uğraşısı içinde. Ertuğrul ise Hüseyin Çelik ile polemiğe girmiş ve o da çark etmiş bulunuyor. Sadece gemisi değil, Milliyet’ini ve Vatan’ını sattıktan ve Hürriyet’ini de satarak, kendisi de derin sulara batmak üzere.
Peki, geçmişi ve bugünü ile bu konumda olan Hürriyet varakını satın alanların/okurlarının % 3’ünün, bir de asker ve sivil bürokratların dışında kimsenin okumadığı eski UNM ile AKP’nin genel başkan yardımcısı niye dalaşır? Bilmiyor mu siyasetçilerimiz hâlâ, medyada (sağcısı solcusu, dincisi laikçisi MEME’de) hangi politik parti daha fazla kapsanırsa, o kadar az oy alır.
[ARA NOT 2: Bu üstelik sadece Türkiye’de değil, her yerde aynı: ABD için bkz: Joseph N. Cappella and Kathleen H. Jamieson, The Spiral of Cynicism, The Oxford Univ. Press, 1997. Ben de bundan bir hafta önce benim araştırmamla (Bkz: Medyaya Düşman Yetiştiriyorum-ilk yayını Karizma Dergisi- s: 290) Ural Devlet Üniversitesi-Rusya/Ekaterinburg’da, bu araştırmayı karşılaştıran bir tebliğ sundum: CYNICISM ON MEDIA IN THE GLOBAL ERA: Reassessment of the Findings of American and Turkish Media Effects on Social and Political Decision Making ]
Bu dalaşmanın hem şu andaki ve 12 Haziran’dan sonraki banko iktidar partisine, hem de eski UNM’ye getireceği veya onlardan götüreceği bir şey mi var da, bu “önemli” dalaşma yaşanıyor? Bu dalaşma neyin sesi, neyin fesi?
Okurlar hatırlayacaklar, adilmedya.com’un arşivinde de var, AKP ile CHP’yi sembiotik ilişki içinde gören biri olarak, Hüseyin Çelik ile Ertuğrul Özkök’ü de sembiotik ilişki içinde bulunduğunu düşünerek, bu dalaşmanın taraflara getireceği herhangi bir şeyin olmasından çok, birlikte yaşama (birbirinden beslenerek canlı kalmak-sembiosis) zorunluluğunun makus talihi olarak nitelendirdiğimi söylemeliyim.
İktidarlar muhalefetten beslenirler. O harika rejim olarak tanımladığınız demokrasinin en vazgeçilmez yapısıdır bu karşılıklılık. O sayededir ki, konuşulacak ve nöbet geldiğinde yerine getirilecek işlevlerin cüzü, muktedirlerin (iktidar ve muhalefet) dışına taşmasın ve dümen sularına başka tecavüz olmasın.
Şimdi, Ertuğrul Özkök ve Hüseyin Çelik, çaktırmadan yeni bir dönemecin tozlu taşlarını döşüyorlar. “Magazin” pespayesi içeriği MEME’nin her kulvarına döşemiş İstanbul aslanları ve Alaâddin Şenel’in tanımıyla “her gün çiş eder gibi yazı yazanların” dünyası ile, eşitliği ve ifak’ı orta direk olarak vahiy eden bir dünyaya karşı yeni dolar milyarderi Anadolu kaplanı burjuvalar yaratmakla meşguliyetin ve küreselleşme rüzgarlarıyla yelken açanların dünyası sembiotik bir uçuruma doğru pupa yelken ilerliyor. O uçurumdan düşecek olan onlar değil, yine bizleriz. İstanbul aslanları ile Anadolu kaplanlarının dünyasında ne yoksula yer var, ne de mazluma. Sadece başı kapalı veya göbeği açık “hayat tarzları” çarpışıyor. Hatta, çarpışmıyor da, yarışıyor. “Ben de aynen senin gibiyim ama daha iyiyim, daha iyi beceririm” demekten başka ayırt ediciliğin bulunmadığı iki arabanın yarıştığı bir yarış pisti sanki ülke ve onun üzerinde yaşayanlar da tribündeki “izler kitle.” Sanki paylaşılan Formula-1 pisti ve onun bulunduğu B2’lik Kurtköy arazileri.
Hüseyin Çelik biliyor ki, AKP iktidara Ertuğrul Özkök ve gibilerinin omzuna basa basa geldi. Her şeyden önce, kendisinin de geçmişinde var olan Demirelcilik nedeniyle ve düzgün bir politikacı olarak, bunu idrak etmiş olduğunu gösteriyor, % 3 bile okunmayan bir köşeci yazıcısı için tutup basın toplantısı düzenlemek. Diyor ki bu basın toplantısında: “Ben bugüne kadar bir köşe yazarını doğrudan muhatap olarak bir basın toplantısı yaptığımı hatırlamıyorum.” Peki, güzel de neden Ertuğrul’a denk geldi bu ilki? Ertuğrullar gibileri için bu tür bir yegânelik bile yeteri kadar rütbe. Üstelik, bu yaşananın ara rejim olduğunu AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan da açıkladı: “AKP olarak çıraklık ve kalfalıktan sonra ustalığa geçiyoruz.” Bu sözü Ertuğrul, “ara rejim” diye tanımlamış, ne var bunda?
İşte batık amiral gemisi eski kaptanı yeni ser muharrir ile yeni Milli Eğitim’in eski Bakanı arasında var olan polemik, “ben sana mecburum” dercesine, sembiotikliğin ihdasçısı ve ihlasçısı. Bize ise sadece ikaz ve itiraz düşüyor. Dinleyeni olmayan.
Yahu sen Omerta’ların adamısın Ertuğ, sana yakışır mı özür dilemek, geri çekilmek, yoksa korkuyor musun? Hüseyin Çelik’in o % 3’e girerek senin her yazını iyice hazmettirerek okuyup, cevap verme açığı kolladığını ve günün birinde cevap vereceğini, bir zamanlar birlikte ne işler çevireceğini hayal ettiğin sembiotikliğin bunu gerektirdiğini unutmuşa hiç benzemiyorsun, ey seni gidi “kitlelerin” efendisi, seni! Sen değil miydin o kitapların yazarı; kitleleri çözen, Stalin barokçusu; MEME korusunun borusu? Nasıl unutursun? ‘‘Zor günleri halkla beraber aşacağız…’’ Hadi aş bakalım. Karşında çelik gibi bir parti var. Hem de halkın partisi. Sen o halkı magazin ile uyuturken (tevelerde) bak başına ne geldi. Bak köşedaşın o eski mutlu ve mesut ve yılmaz günlerde ne yazıyor senin için: “Seçim kampanyasında bir ara Ecevit’in seçim otobüsünde de görülmüştü. Ve sonuç: CHP ara seçimi 5-0 kaybedince, Ecevit Başbakanlıktan olmuştu.” (Hürportreler, Ocak 2002).
Omerta, ha? Üzgünüm Ertuğ, sana değil, seni o yerlere getiren üç-beş general ve sevdalısı ile Aydın Bey’e. Çok uyardık, ama ne omuzları kalabalıklar, ne senin omzuna basa basa yükselenler, ne de senin omzunun gerisinden dünyaya bakan patronun dinledi.