Anayasa değişikliğiyle ilgili referandum sürecinin başından beri CHP’nin izlediği “düşük profil” politikası dikkat çekiyor.
CHP önce referandum çalışmalarında parti simgelerini kullanmama kararı aldı. Ardınan pekâlâ geniş bir “hayır cephesi”nin taşıyıcılığını üstlenebilecek ve olanaklarını “hayır” asgari müşterekinde buluşan çeşitli sivil girişimler için seferber edebilecekken, bu türden bir “hayır cephesi”ne karşı olduğunu açıkladı (böylece “herkesin hayırı kendine” olsun denildi). Daha sonra Erdoğan/AKP ve Bahçeli’nin MHP’sinin aksine büyük şehir mitingleri yapmamaya karar verdi. Arada meydana gelen Hollanda-Almanya krizlerinde ise Kılıçdaroğlu Erdoğan/AKP’yi köşeye sıkıştırabilecekken bunu tercih etmedi ve Hollanda’yla ilişkilerin askıya alınması konusunda hükümete her türlü desteği vermeye hazır olduklarını açıkladı.
CHP şu sıralarda Kılıçdaroğlu’nun çeşitli şehirlerde düzenlediği küçük salon toplantıları ve bazı bölgelerde yürüttüğü sokak çalışmalarıyla durumu idare etmeye çalışıyor. Miting yapmıyor; anayasa değişikliği siyasi İslam boyutu ağır basan bir diktatörlük sistemi öngörmesine karşın parti örgütünü seçimlerde olduğu düzeyde bile harekete geçirmiyor. Söyleminde ise oldukça temkinli bir muhalefet tarzı tutturmaya özen gösteriyor. Böylece Erdoğan/AKP’nin savunmacı bir söyleme sarıldığı ve yüzde 50’nin üzerini garanti etmekte epeyce zorlandığı gayet uygun koşullarda, başta kendi tabanı olmak üzere “hayırcıları” mobilize etmekten âdeta kaçınıyor. Sonuçta nereden bakılırsa bakılsın, CHP’nin hassas dengeleri değiştirebilecek bir “hayır” kampanyası yürütmediği gayet açık.
Aslında bu durum herkesin malumu. Neden böyle olduğu konusunda ise biri yarı-resmi olmak üzere iki açıklama var. Referandum sürecinin başında CHP yarı-resmi olarak şu açıklamada bulunmuştu: Efendim eğer CHP parti bayraklarıyla agresif bir kampanya yürütürse, bu Erdoğan/AKP’nin işine gelen toplumdaki kutuplaşmayı arttırır ve sonuçta “evet” cephesine yarardı. “Düşük profilli kampanya” esprisi buradan kaynaklanıyordu. Böylece Erdoğan kendi tabanını konsolide etmekte kullanabileceği bir “öteki” bulamamış olacaktı.
Bu argümanın dünya siyasi tarihinin en saçma argümanı olmaya aday olduğunu rahatça söyleyebiliriz. İlk 10’a gireceği ise kesin görünüyor. Aynı mantığı izleyecek olursak, CHP’nin seçimlere de katılmaması gerektiği gibi uç noktalara rahatlıkla varabiliriz.
İkinci açıklama ise CHP örgütünü daha yakından tanıyanlar tarafından dile getiriliyor. Parti örgütünün uzun yıllardır aktif bir muhalefet yürütmeye yürütmeye âdeta paslandığı, partiye organizasyon kapasitesi hayli düşük hemşehrilik, mezhepçilik vs. ilişkilere dayalı kliklerin hâkim olduğu belirtiliyor. Dolayısıyla bu görüş sahiplerine göre, “düşük profilli referandum kampanyası” bir tercih olmaktan çok bir zorunluluk olarak öne çıkıyor.
İkinci açıklamayı bütünüyle yadsımak saçma olur. Gerçekten de anlatılan örnekler sandık kurulları ve müşahit organizasyonunda bile olmayacak sorunların yaşandığını gözler önüne seriyor. CHP parti örgütünün son derece hantal bir yapısı olduğu ve özellikle gençleri kapsayamadığı bir gerçek.
Bununla birlikte bu gerekçenin, referandum sürecinde gözlenen “aşırı düşük profil” politikasını açıklamak için yeterli olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’nin bundan sonraki siyasal yapısını belirleyecek bu kadar önemli bir sistem değişikliği karşısında CHP’nin birkaç büyük şehirde miting düzenlemekten bile kaçınması akla şu soruyu getiriyor: CHP, 15 Temmuz sonrası AKP-MHP-TSK içindeki Ulusalcı/Ergenekoncu kesimler arasında kurulan milli mutabakat rejiminin utangaç ortağı mı?
Ben bu sorunun yanıtının “evet” olduğunu düşünüyorum. Bu sonuç pek çok kişiye fazlasıyla zorlama gelebilir. Çizgisini beğensek de beğenmesek de Kemalist-laik bir muhalefet partisi, üstelik de bir diktatörlük sisteminin arifesinde neden “milli mutabakat rejiminin” parçası olsun?
Bu soruyu sağlıklı bir yanıt verebilmek için gündelik siyaset alanındaki toz bulutunun etkisinden kurtulmak ve daha geniş bir perspektif benimsemek doğru olur.
Devletin bekası etrafında şekilenen ittifak
Demokrat eğilimlere sahip olanlar böyle düşünmeyebilirler; fakat gelişmelere devlet aklı zaviyesinden bakıldığında Türkiye’nin “terörle mücadele” konusunda bir beka mücadelesi verdiği ortada. Elbette beka mücadelesi derken dinamikleri çoktan Türkiye sınırlarının dışına taşmış olan Kürt sorununu kast ediyorum.
Her ne kadar Türkiye devletine yakın bir çizgi izlese de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) hiç olmadığı kadar güçlü bir dönemden geçiyor. Örneğin basında Barzani ve Talabani’nin bu yaz Irak Kürdistanı için bağımsızlık referandumu yapmak konusunda anlaştıklarını okuyoruz. Rojava’da devletimizin hesapları tutmadı ve PYD iki süper güçle akıllıca ve dengeli bir ilişki kurarak şimdiye kadarki kazanımlarını koruyabildi. İki süper gücün, TSK ve vekil ordusu ÖSO’nun YPG denetimindeki bölgelere saldırmasına izin vermemesi, asıl hedefi Rojava oluşumunu daraltmak ve zayıflatmak olan “Fırat Kalkanı” operasyonunun sonunu getirdi. Türkiye’de ise Kürt sorunu bir süredir tankla ve tüfekle bastırılıyor, ama bu durumun kalıcı bir strateji olamayacağı ortada. Nitekim bu yıl başta Diyarbakır olmak üzere Kürt şehirlerinde gözlenen Newroz’a kitlesel ve coşkulu katılım, onca katliam ve yıkıma rağmen Kürt halkının başını dik tutmaya devam ettiğini gösterdi.
İşte bu nedenlerle gerek Rojava’da gerekse Türkiye’de yürütülen “topyekûn mücadele”, sadece Erdoğan’ın kendi siyasal geleceğini garanti altına almak için tırmandırdığı bir savaş ve şovenizm politikasından ibaret değil. Bu bir devlet politikası ve Türk toplumunun geniş kesimlerinin “teröre” karşı mobilize edilmesini gerekli kılıyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ayarları bakımından oldukça kritik olan bu süreçte, 15 Temmuz’dan sonra FETO’cuların tasfiyesiyle TSK içinde tek etkin güç olarak kalan Ulusalcı/Ergenekoncu kesimler ile Erdoğan/AKP birbirlerine muhtaç durumdalar. 15 Temmuz’dan bu yana daha da önem kazanan bu “mecburi” ittifakın Ulusalcı/Ergenekoncu tarafı kabaca şöyle bir programa sahip görünüyor[1]:
- Türkiye’de temel mücadele, Erdoğan/AKP’ye ve onun laikliği her geçen gün biraz daha aşındıran siyasi İslam gündemine karşı laikliği savunma mücadelesi değildir. Erdoğan/AKP’nin laikliği aşındıran uygulamalar içinde olduğu doğrudur. Fakat asıl mücadelenin yanında bu ikincil bir meseledir.
- Asıl mücadele Türkiye’nin bekası mücadelesidir. Yani “teröre karşı” bir milli kurtuluş savaşı yürütmektir (siz bunu Kürt Hareketi’ni tamamen ezme ve Rojava ile Şengal’deki kazanımları yok etme mücadelesi olarak okuyun).
- Bu mücadelede ABD ve genel olarak Batı, PYD/YPG’ye destek vererek ve insan hakları ihlalleri baskısıyla“terörle mücadeleyi” sınırlandırarak aslında Türkiye’nin karşısında yer almaktadır. Rusya ise bizim yanımızdadır.
- İçerde ise bu milli beka savaşı sırasında birlikte hareket edilmesi gereken güçlerin başında Erdoğan/AKP gelmektedir. Her şeyden önce Erdoğan/AKP Meclis’te çoğunluğa, halk arasında da güçlü bir desteğe sahiptir. O olmadan bir milli seferberlik ruhuyla yürütülmesi gereken “teröre karşı savaş” başarılı olamaz. Erdoğan, 12 Eylül döneminden ve 90’lardan farklı olarak resmi politikalara dönük aktif bir kitle desteğini harekete geçirebilmektedir.
- Erdoğan başkanlık sistemiyle bütün yetkileri elinde toplamayı ve laik kesimleri dışarıda bırakacak bir % 50 “devleti” kurmayı amaçlıyor. Milli birlik ve beraberliği korumak adına ve Erdoğan’ın bize karşı avantaj sağlamaması için başkanlık projesine “hayır” denmelidir. Ama bu çizgi, Erdoğan/AKP’yi iktidardan düşürmeyi değil, sadece başkanlık projesini hedeflemelidir.
TSK içindeki ve sivil kanattaki (örneğin TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nu düşünelim) Ulusalcı/Ergenekoncu kesimin bu programı göz önüne alındığında, CHP yönetimine nasıl bir baskı yapıldığını görmek zor değil. CHP de tabanı itibariyle değil ama yönetimi itibariyle bu baskıya teslim olmuş görünüyor.
Normal koşullarda bir muhalefet partisi olarak CHP’nin agresif bir “hayır” kampanyası yürütmesi ve referandumdan “hayır” çıkması durumunda da Erdoğan/AKP iktidarını zayıflatmaya dönük güçlü bir politika izlemesi beklenir. Neticede bütün kurumların içini boşaltan, siyasal İslam programıyla parti = devlet eşitliğini hayata geçirmeye çalışan, Batılı demokratik değerlere savaş açan ve ülkeyi Ortadoğu’da sonu belirsiz maceralara sürükleyen bir iktidardan Türkiye’yi kurtarmak gerekmez mi? CHP tabanın da özlemi bu değil mi?
Oysa Kemal Kılıçdaroğlu son konuşmalarında referandumdan “hayır” çıksa bile Erdoğan/AKP’ye iktidarda kalma güvencesi veriyor: “Hayır” çıkarsa hiçbir şeyin değişmeyeceğini, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın yine işbaşında kalacağını ifade ediyor. Mevcut statükoyu biraz olsun zorlamaya yönelik herhangi bir gündeme sahip değil. Çünkü statükoyu korumak ile Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını korumak eşdeğer görülüyor.
Sonuç olarak, CHP’nin referandum sürecine ve sonrasına ilişkin politikası, genel hatlarıyla Ulusalcı/Ergenekoncu yapının programıyla gayet uyumlu görünüyor. Bu da bizi, CHP’nin 15 Temmuz sonrasında tesis edilen ve geniş bir Türk-İslamcı kitle desteğine dayanan milli mutabakat rejiminin utangaç ortağı konumunda olduğu sonucuna götürüyor.
Türkiye’nin açmazı da buradan kaynaklanıyor. Geleneksel devlet aktörlerinin Kürt sorununda izlediği, artık akıl tutulması boyutuna varan olağanüstü tutucu politika “Atatürkçülerin” Siyasal İslamcılarla ittifak yapmasına yol açıyor. Memleketi yönetmek için de bir ideolojiye ve taban desteğine de ihtiyaç olduğuna göre, mecburen Siyasal İslam projesinin önü açılıyor, eğitimden gündelik yaşama kadar laiklik karşıtı kurumsallaşma güç kazanıyor.
Böylece son zamanlarda tankla tüfekle “gündemden düşürülen” Kürt sorununa dönük barışçıl perspektifin, Türkiye’nin demokratikleşebilmesi ve laikliğin kazanılabilmesi açısından olmazsa olmaz niteliği bir kez daha kendini dayatıyor. Zira güçlü bir barış talebi olmadan, Siyasal İslam + TSK içindeki Ulusalcı/Ergenekoncu güç odağı + MHP + ve utangaç ortak CHP yönetiminin devletin beka savaşına öncelik vereceği, demokratik haklar ve laiklik bahsinde ise Ortadoğu standartlarına doğru gidişimizin süreceğe neredeyse kesin görünüyor.
[1] Bu kesimin programını Doğu Perinçek’in Rafet Ballı ile Ulusal Kanal’da yaptığı 23.02.2017 tarihli “Çıkış Yolu” programında gayet net biçimde dinleme fırsatı buldum. Bkz. https://www.aydinlik.com.tr/turkiye/2017-subat/dogu-perincek-turban-karari-orduya-fitne-sokmaktir