Bir genç kızın en derin sırlarını, kalbinin en gizli köşelerini açacağı kişi annesidir elbet. Rachel Corrie’nin Filistin’de geçen 7 haftalık hayatı boyunca annesine gönderdiği e-postaları, onun his dünyasını analiz etme imkânı tanıyor. Bu mektuplarda korkularını, rüyalarını, hayallerini, iç çelişkilerini dile getiren Corrie ‘ideal insanının’ kendini adamışlığının; ‘kandan, irinden deryalar geçmeye’ azmetmişliğin en güzel örneklerini bırakmış geride.
Niçin?
Bir başka kültür, din ve medeniyetin insanlarına hizmet götürmenin gereklerinin farkındadır Rachel. Daha Olympia’dayken öğrenmeye başladığı Arapçasını geliştirmekte olduğunu anlatır annesine. Genelde Gazze şeridi, özelde gönüllü olduğu Refah şehri hakkında ayrıntılı ve tutarlı istatistikler verecek kadar konusuna hakimdir.
“Bilmeni isterim ki burada bana yardımcı olan bir sürü hoş Filistinli var. Basit bir nezle kaptım ve tedavi olmak için çok hoş bir limonlu içecek verdiler bana.”
Ve annesine yazdığı mektubu şöyle tamamlıyordu Rachel: “En ağır koşullarda bile insan kalabilme gücü ve yeteneğini keşfetmekte olduğunu yazmalıyım ki, bunu daha önce bilmezdim. Galiba aslolan onur…”
Türkiye’nin çığırtkan barışseverleri de, insan hakları edebiyatçıları da, Müslüman cemiyetçileri de bu olayı duymadılar. Onların kulakları Washington’un federal çetesinde, gözleri Irak’a getirilecek demokratik ortamda, elleriyse çok getirili tahvillerdeydi. Sözde “civil” toplum örgütlerinden ve “the civil” ağın kadın örgütlerinden söz etmeye ise hiç gerek yok! Onlar zaten dolarlı projelerin peşindeler!
Son e-postasında babasına hitaben ise: “Eğer yaşamımın geri kalanında ne yapmam gerektiğiyle ilgili fikirlerin varsa lütfen bana söyle. Sizi çok seviyorum. Sen de birşeyler düşünüp tasarlayabilirsin, ben de katılmaktan memnun olurum. Kocaman sevgiler. Babacığım” diyordu.