i) Kutsal Kitaplarda Sınır:
Kendinden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerine, Meryem oğlu İsa’yı arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik [etmek] ve nur bulunmak, önündeki Tevrat’ı tasdik etmek, sakınanlara hidayet ve öğüt olmak üzere İncil’i verdik. (Kur’an, Maide, 46. Türkiye Diyanet Vakfı, Karaman, et.al. çevirisi; [köşeli parantez VB tarafından eklenmiştir].)
Yeryüzü ve evren sınırsızdır. İnsan ve hayvan sınırsızdır. Doğa ve zihin sınırsızdır. Beden ve örgütler sınırlıdır.
Gezi İsyanı, sınırlı toplum (bedensel organlar, toplumsal organizasyonlar) içinden doğal ve zihinsel sınırsızlığa yapılan bir çağrı, bedensel sınırlılığa açıkça ve dirençle meydan okumadır. Kamu bahçesine (cennete), iktidarın mülk müstebitliğini (cehennemi) sokmama günleridir. “Gezi (Türkiye’de) tarihin (başlangıcı,) ‘uyanışıdır’.”(Alain Badiou)
Teolojik hikayelere göre insanî sınır Tanrı tarafından kabul edilmez bir durumdur. Kutsal kitaplardaki anlatılar açıktır ki, Tanrı, sınırsız otlakların avcı-çobanını değil, ekili-dikili bahçesine çit çeken çiftçiyi kabul etmemiştir. Nefsine hakim olmayı (bedensel sınırlamayı), geleneksel “Emevi/Abbasi/Osmanlı-Sünni” kabülü dışında yorumlarsak, başkasının sınırsızlığına tecavüz etmemek olarak görebiliriz. Kabil, başkasına da ait olanı mülk edinerek, toprağa çit çekerek, nefsine hakim olamamıştır. Kadim hikâyenin kısaca ana fikri budur.
Adem kıssasının tanım olarak günümüz için en kabul edilebilir olan yorumu, ezel ebed olan bir varlığın sınıra tahamülü olmasa gerektiğidir. Kadim anlatılar, mülk edinilerek sınırlanmış tarla-arsa (tarım) ve ancak doğal olarak sonlanan herkese ait otlak (hayvancılık, avcılık) arasındaki sınırsal göndermelerle Tanrı’nın (RAB=patron) oluşturduğu toplumsal işbölümüne (sınırlılığa) atıfta bulunur:
“Adem karısı Hava ile yattı. Hava hamile kaldı ve Kayin’i doğurdu. ‘RAB yardımıyla bir oğul dünyaya getirdim’ dedi. Daha sonra Kayin’in kardeşi Abil’i doğurdu. Abil çoban oldu, Kayin ise çiftçi. Günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden RAB’a sunu getirdi. Abil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. RAB Abil’i ve sunusunu kabul etti. Kayin’i ve sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi, suratını astı. (Tevrat Yaratılış: 4,1-6)
Bu sunuların birincisi (Tanrı tarafından ret edilen Kabil’in sunusu) ekmek kurbanı (toprağın semeresi-tahıl-“grain”= ~gariban)[i] olarak geçer Eski Ahit’in üçüncü kitabında (Levililer, 2,1)[ii]. İkinci sunu (Tanrı tarafından kabul edilen Abil’in sunusu) ise şaşırtıcı olarak bambaşka kavramlarla anılmakta, toplumsala karşı doğayı göstergelemektedir: Barış-selamet/Suç-günah kurbanlıkları (hayvan sunuları).[iii]
Bu kadim teosofik Adem hikayesinde tarımsal tarlaya (sınıra-mülkiyete) bağımlı Kabil yerine uçsuz bucaksız otlaklara ve yeryüzünde (sınırsız-mülksüz) bağımsız Habil’in Tanrı tarafından kabul edildiği okunur.[iv]
“Neden suratını asıyorsun Kayin” diye sorar Tanrı. “Doğruyu yapsaydın seni kabul etmez miydim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.” (Levililer, 4,5-7). İlk cinayet, bir tarlada işlenmiştir: Kayin kardeşi Abil’e, “Haydi, tarlaya gidelim” dedi. Tarlada birlikteyken kardeşine saldırıp onu öldürdü. [Tüm alıntılar, Life Application Study Bible, 2007 ve Kitabı Mukaddes-Eski ve Yeni Ahit, 1976’dan alınmıştır.]
Kur’an ise bu anlatıyı basitleştirir ve cinayet (günah) sebebini kurbanın kabul edilmemesinden doğan kıskançlık haline getirir gibi gözükür. Ya da bizim “Türk” müfessirler böyle düşünür. Türkçe çevirilerin neredeyse tamamı, “insan nefsani duygularına ve bu cümleden olarak kıskançlık duygusuna boyun eğerse kardeşini bile öldürebilir.” (Diyanet Vakfı, Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meal, Çev: Karaman, et.al., s: 111 ) türünden, cinayeti (günahı) sadece nefse (bedene indirgeyen) bir sınırla baktığından, ortada Tevrat’taki gibi ne bir tarla-arsa vardır, ne de Kabil ile Habil arasındaki mülkiyet (tarla) ile mülksüzlük (otlak) biçiminde oluşan işbölümü:
“Onlara Adem’in iki oğlu kıssasını anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. Birisi ‘Seni kesinlikle öldüreceğim’ derken, diğeri ‘Allah ancak takva sahiplerinden kabul buyurur. Sen öldürmek için bana el uzatsan da ben öldürmek için sana el uzatmayacağım. Çünkü ben Alemlerin Rabbi Allah’tan korkarım. Dilerim, hem benim, hem de kendinin günahını yüklenip cehennemi boylarsın.’ dedi. Kardeşini öldürmek, kendini kaptırdığı ihtirasına hiç de zor gelmedi ve böylece kaybedenlerden oldu. Derken Allah kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesi için yeri deşen bir karga gönderdi. Bunun üzerine ‘Yazıklar olsun, şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömemedim’ diye vicdan azabı çekti…” (Maide: 27-31).
Aynı surenin 22. ve 32-33. ayetlerinde, Türkçeye “orası” (Eliaçık) ve/veya “yeryüzü” (Karaman, et.al.) olarak çevrilen çok önemli bir kelime vardır, İngilizce çevirilerde: “Land”
Bu kelime Arapça “ard”dır. Türkçeye sürekli “arz”[v] olarak çevrilir veya “orası” (ki yanlışların en doğrusu budur) veya “yeryüzü”. “Vatan” olarak da çevrildiği görülür.
Kısacasu Ard-Land kelimesi Arapçadan veya İngilizceden, hiç bir zaman, “orası” veya “yeryüzü” olarak Türkçeye çevrilemeyecek bir kelimedir[vi]: Anlamı, ülke, ulus, devlet, krallık, mülk, kırsal alan, kara, toprak, kurak arazi’dir. (Land: country; state; nation; kingdom; estate; countryside; shore; dry land; ground; real estate). Nedense bizim Türkçe Kur’an meali uzmanları, İngilizce çeviride (üstelik Araplar tarafından yapılan çevirilerde) “Land” olarak yer alan kelimeyi Sure’nin bağlamından kopararak, hiç olmayacak bir anlamda (“yeryüzü” olarak) çevirmişlerdir. Üstelik örneğin, Maide 33’de hem “el ardı” (= yer, toprak, arsa, arazi) hem de “dunyâ” (=yeryüzü, küre, globe) kelimeleri olduğu halde. 33. ayetin Karaman et.al. çevirisi ibretliktir: “Allah ve Resülüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası… bulundukları yerden sürülmeleri… Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır…” (s: 112)
Bu çeviride, “yeryüzü”, “bulundukları yer” ve “dünya” olarak çevrilen kelimelerin ilk ikisinde Kur’an, (Maide 33) “el ardı”; diğerinde “dunyâ” kelimelerini kullanmaktadır.
Kısaca, land veya el ardı-a, arsa, arazi doğrudan sınırın olduğu bir toprak parçasına denir. Örneğin, İngilizce “landlord”, evsahibi, “toprak sahibi” demektir. Ad olarak, “masa,”[vii] adı verilen bir surenin içinde yer alan toprak, gayrimenkul, mülk, ülke veya krallık anlamına gelen bir kelimeyi “orası” veya “yeryüzü” olarak çevrildiğinde, Kur’an’ın doğrudan gönderme yaptığı Tevrat’taki hikayenin yer, alan, arsa, mülk ve toprak ve sınır ile olan ilişkisi tamamıyle yok olmaktadır. Bu nedenle, tam bir sınır tanımı içeren “ard” kelimesinin yanlış çevrilmesinden ortaya çıkan olgu, Türkçe Kur’an’ın Adem kıssasına yer verirken, “kıskançlık” gibi bir güdünün sonucunda oluşan bir suçu (cinayeti) değil, sınırla ilgili bir mülkiyeti göstermesidir. Bu kadim iki Söz’ün literal temel farkı, mülkiyeti bireye indirgeyen Tevrat ile mülkiyeti Allah’ın yapan Kur’an arasındaki farktır. İhsan Eliaçık’ın Adem kıssasına yaptığı yorumu ise nettir: “Demek ki “Kabil’in kurbanını reddetmek”, Ademoğlunun, her türden toprağa/maddeye sahiplenme ve mutlak mülkiyet iddiasının reddedilmesidir. Aslolanın kurban (nüsuk) değil; mülkle ilişki olduğunun gösterilmesidir.”[viii] Çünkü, Eliaçık, “ard” kelimesini “yer” veya “orası” olarak çevirmektedir.
Tevrat’ta geçen Adem kıssasını, 27-30. ayetlerinde yer ve kişi adı vermeyerek özetleyen Maide suresinin tamamı, mülk, yiyecek ve sınır ile ilgili, günümüzün “yer” (place) teorilerine sanki öncelleyen bir içeriğe sahiptir.
Kutsal anlatılarda sınır ile sınırsızlık kavramının temelinde dünyada yer alan mülk edinilmiş olan ile, mülkiyetin sadece Allah’a (=kamuya –kut’a veya Tanrı’nın on emrine boyun eğdiği sürece kut’sal olarak ilan edilen kavme, İsrailoğullarına=kamuya) ait olduğu arasındaki yakından ilişkisi vardır.
Sınır ve sınırsızlık, “bizim” ilahiyatın gelenekselliği dışında ele alındığında, kadim metinlerin tümünde, mülk ile mülk-dışılık arasındaki karşıtlığı anlatmaktadır.
Bu nedenle Adem kıssasından bahseden Maide suresi yeniden Türkçeye, etimolojik, toponomik, onamastik ve semiolojik (hülasa, adam-adem gibi) çevrilmelidir. İngilizce çeviriden de daha fazla “yerli yerinde” çevrilmelidir. Artık Kutsal metinlerde “meal” zamanı bitmiştir. O zaman görülecektir ki, Tevrat’ta aşikâr olan, sınır-mülk meselesi suçun oluştuğu, Allah’ın ret ettiği Kurban’ı temsil eden bir meseledir ve günümüzün sınır ve sınırsızlığın ile yakından ilişkilidir. Yani, suçun kaynağı “kadın” ve kıskançlık değildir. Mülktür.
İlk suç/günah (Hava-Elma meselesi de böyle ele alınabilir) sınırlamak ve sınırlanmakla ortaya çıkmıştır.
Devamı gelecek yazıda: ii) Güncel Literatürde Sınır
[ii] Musa’nın 3. Kitabı Levililer, çeşitli kurban sunularının kategorizasyonun anlatırken beş kurban/sunu türü sayar: (1) Yakılan (burnt) sunu/kurban, genel olarak tüm suç/günahların kefaretidir, hayvan kurban edilir; (2) Tahıl sunusu/kubanı Tanrı’dan onurlanmanın ve ona duyulan saygının kefaretidir; ekmek sunusudur-“hamursuz”; (3) Barış-Selamet sunusu/kurbanı Tanrı’ya olan şükranı temsil eder, hayvan (boğa) kesilir ve ateşte pişirilmeden sunulur; (4) Günah sunusu/kurbanı kasdî olmayan günahlar için sunulur; hayvan ve ekmek sunusudur; (5) Suç sunusu/kurbanı Tanrı’ya karşı (Onun 10 emrine karşı) işlenmiş affedilmez suçlar için sunu/kurbandır, ayrıca, zarar gören kişiye de kefaret ödenir, hayvan kesilir veya kurban edilir. Bu ketgorizasyon şaşırtıcı bir biçimde Adem kıssasındaki Tarla-Otlak karşıtlığı üzerinden okunabilir. Kabil’in sunusu (ekmek-tahıl-toprak ürünü-mülkiyet/Tanrı tarafından ret edilen sunu) Levililer içinde, kendi adıyla anılan (Tahıl-Grain sunusu) tek sunudur. Oysa diğer tüm sunular, Suç, Barış ve Günah için yapılan sunulardır. Deyim yerindeyse, Tanrı’ya yaranmanın sunusu sıfatsız ve kimliksiz bir sunu şeklinde; Dünya içindeki çeşitli eylemlerin sunuları ise bu eylemlerin sıfat isimleri ile anılmaktadır. Bu ayırım, Tanrı’nın sınır ve sınırsızlıkla ilişkili olarak Adem kıssasında yer alan tanımlamasına uyar.
[iii] Örneğin, “Ve eğer takdimesi (sunusu) selamet (barış-peace) takdimeleri kurbanı ise, eğer sığırdan takdim ediyorsa, erkek olsun dişi olsun onu RABBİN önünde kusursuz olarak takdim edecektir.” (Levililer, 3,1)
[iv] Kur’an’da “sınır”ın mülk ile ilişkisi nüzul sırasına göre 2. olan, (fakat Mushafa göre 68) Kalem suresinin 17 ayetinde “ashâbe el cenneti” (bahçe-bostan sahipleri) olarak tanımlanır. Burada tartıştığım “ard” (toprak) kelimesinin Adem kıssasının yer aldığı Maide suresi’nde geçmesi fakat Kalem’de ekilen biçilen toprağın “cennet” kelimesi ile yer alması Kur’an çevirmenlerinin üstünde durması gereken bir durumdur. Din uzmanı olmadığım için bu konunun İslam literatüründe tartışılıp tartışılmadığını bilmiyorum, ancak şunu gayet iyi saptamış durumdayım ki, Türkçe Kur’an çevirilerinin çoğu (Karaman, et.al da dahil olmak üzere) sümmettedariktir.
[v] Anlam: ~ Ar ˀarḍ أرض [#Arḍ faˁl msd.] 1. yer, yeryüzü, ülke, 2. en, genişlik. ~ Ard [A] Arapça ˁrḍ kökünden gelen maˁrūḍ معروض “1. arz olunmuş, açık bir şekilde ortaya konan, sergilenen, sunulan, 2. bir şeye veya etkiye açık olan”. Arapçaˁaraḍa عرض “ortaya çıktı, belirdi, yoluna çıktı” fiilinin mefˁuludur. Daha fazla bilgi için arz. ~ arz [Dil kökü belli değil] memleket, şehir, mekân, yer, çevre. ~ Ar ˁarḍ عرض [#ˁrḍ msd.] 1. önüne çıkma, ortaya koyma, sunma, önerme, 2. en, coğrafyada enlem < Ar ˁaraḍa عرض önüne çıktı, belirdi
Tarihçe (En eski kaynak) ˁarḍ “sunma, beyan etme” [ Mukaddimetü’l-Edeb (1300 yılından önce) : ḳālini ˁarḍ edişdiler satıġ ḳılmak uçun ] ˁarḍ “dilekçe verme, dilekçe” [ Fatih Sultan Mehmed, Kanunname-i Al-i Osman (1481 yılından önce) : defterdarlarım hazine-i amiremden iki akçayı bila-ˁarḍ virmeğe memur olsunlar ]
ˁarḍ-i ḥāl “durum arzetme, dilekçe” [Meninski, Thesaurus (1680) ]
Kelime Kökeni: Arapça ˁrḍ kökünden gelen ˁarḍ عرض “1. önüne çıkma, ortaya koyma, sunma, önerme, 2. en, coğrafyada enlem” sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça ˁaraḍa عرض “önüne çıktı, belirdi” fiilinin masdarıdır. Örneğin: Erzurum: Doğu Anadoluda ki şehrin adı. Arz-ı Rum (Arabça ard ‘ toprak’ arazi ve Rum ‘Roma’ Bizans imparatorluğu; Anadolu) yahud Arzan-ı/ Erzen-i Rum=Erzurum’a yakın olan Arzan/Erzen şehri 1049 senesinde Selçuklular tarafından yıkıldıktan sonra ahalisi Erzurum’a yerleşmiştir.
Diğer benzer sözcük anlamları: ~ عرصة arsa; arda = ardiye; arâzî (A.) [اراﺽﯽ] yerler, arazi; arz (A.) [ارض] 1.yer. 2.dünya, yeryüzü; arz (A.) [ﻋﺮض] 1.genişlik, en. 2.enlem; arz (A.) [ﻋﺮض] sunma, arzetme; arsa (A.) [ﻋﺮﺹﻪ] yer, meydan. Kaynaklar: Çeşitli Internet sayfaları ve özellikle, http://www.sevde.de/OsmanliTurkcesiSozlugu.pdf Mustafa Kanar; http://www.kuran-ikerim.org/index.php?s=article&aid=909
Bir de şu var: Dabbe tu’l Ard دابة الار. Bu deyim de Türkçeye “Dabbetül Arz” olarak çevrilir daha doğrusu translitere edilir. Oysa şu yorum ve bilgiler, bu deyimde yer alan “ard” kelimesinin, arz=dünya=yeryüzü olarak değil, bildiğimiz toprak, mekan, yer, tarla olarak çevrilmesini yeterince anlatmaktadır: Dabbe tu’l Ard دابة الارض , Arapça’da “yavaş ve sessizce yürümek; nufuz ve sirayet etmek” mânalarına gelen debb veya debîb kökünden sıfat olan dâbbe “yeryüzünde yürüyen her tür canlı” ve özellikle “binek hayvanı” anlamlarında kullanılır. …”Allah bütün canlıları (her dâbbe’yi) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye kaadirdir.” (Nur, 45) ayetinden anlaşılacağı üzere her hayvana dabbe denir….”Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbe’nin) rızkı ancak Allah’a aittir.” (Hud, 6) ayetinden de anlaşılan budur. … Bu âyetten anlaşılan, dabbe’nin bir hayvan-ı nâtık yâni konuşan bir canlı olduğudur (M.H. Yazır, “Hak Dini Kur’ân Dili”, V, 3701 vd.)…. Râğıbu’l-İsfahânî, yukardaki âyete dayanarak şöyle demektedir:”Dâbbe, tanıdığımız hayvanlara benzemeyen bir hayvandır. Ortaya çıkması kıyamete yakın bir dönemde olacaktır. Bir de denildi ki: Bununla, cahiliyyede hayvan mertebesinde olan kötü insanlar kasdedilmiştir (Râğıb,“Mufredât”,debb maddesi.) [Alıntılar çeşitli Internet sayfalarından yapılmıştır. VB]
[vi] Kur’an’ı İngilizceye çeviren Arapların veya Batılıların, Kur’an diline Türkçeye çevirenlerden daha fazla nüfuz ettikleri kuşkusuzdur. Kur’an’ı Türkçeye çevirenlerin tamamı, hayatta olanlar tabii, bu uyarıyı kaale alıp, çevirilerini gözden geçirmelerinde yarar vardır. Kur’an’da Maide suresinden şu alıntılar anlayana büyük anlamlar katacaktır. Bu alıntılardaki el ardı kelimesinin hepsi, yer, arsa veya tarla olarak çevrilmelidir; orası veya yeryüzü olarak değil:
1. | innemâ | : ancak |
2. | cezâû | : ceza |
3. | ellezîne yuhâribûne | : o harp edenler, savaşanlar |
4. | allâhe ve resûle-hu | : Allâh (cc.) ve O’nun Resulu ile |
5. | ve yes’avne fî el ardı | : ve yeryuzunde çalışırlar |
6. | fesâden | : fesad – bozgun |
7. | en yukattelû | : öldürülmeleri |
8. | ev yusallebû | : veya asılmaları |
9. | ev tukattaa eydî-him | : veya ellerinin kesilmesi |
10. | ve erculu-hum | : ve ayaklarının |
11. | min hılâfin | : çaprazdan |
12. | ev yunfev | : veya sürülmeleri |
13. | min el ardı | : o yerden |
14. | zâlike lehum | : bu onların |
15. | hızyun fî ed dunyâ | : dünyada bir rezillik |
16. | ve lehum fî el âhırati | : ve onlar için âhirette vardır |
17. | azâbun azîmun | : büyük azap |
O my people! Enter the holy land which Allah hath assigned unto you, and turn not back ignominiously, for then will ye be overthrown, to your own ruin.” (21)
1. | yâ kavmi udhulû | : ey kavmim girin |
2. | el arda | : yere |
3. | el mukaddesete | : mukaddes, kutsal |
4. | elletî ketebe allâhu | : ki onu Allâh (c.c.) yazdı, takdir etti, farz kıldı |
5. | lekum | : sizin için, size |
6. | ve lâ terteddû | : ve dönmeyin |
7. | alâ edbâri-kum | : arkanıza |
8. | fe | : işte o zaman |
9. | tenkalibû | : inkilâb edersiniz, bir halden başka bir hale dönüşürsünüz, dönersiniz |
10. | hâsirîne | : hüsrana uğramış olanlar |
1. | min ecli zâlike | : bundan dolayı |
2. | ketebnâ | : yazdık |
3. | alâ benî isrâîle | : İsrailoğulları’na |
4. | ennehu men | : kim … olduğu |
5. | katele nefsen | : bir kişiyi öldürdü |
6. | bi gayri nefsin | : bir kişi karşılığı olmaksızın |
7. | ev fesâdin fi el ardı | : veya yeryüzünde fesad |
8. | fe ke ennemâ | : artık … gibidir |
9. | katele en nâse | : insanları öldürdü |
10. | cemîan | : topluca, bütün hepsini |
11. | ve men ahyâ-hâ | : ve kim onu yaşatırsa |
12. | fe ke ennemâ | : artık … gibidir |
13. | ahyâ en nâse | : insanları yaşattı |
14. | cemîan | : topluca, bütün hepsini |
15. | ve lekad câet-hum | : ve andolsun ki onlara geldi |
16. | rusulu-nâ | : resullerimiz |
17. | bi el beyyinâti | : açık, apaçık deliller ile |
18. | summe | : sonra |
19. | inne kesîran | : hiç şüphesiz çoğu |
20. | min-hum | : onlardan, onların |
21. | ba’de zâlike | : bundan sonra |
22. | fî el ardı | : yeryüzünde |
23. | le | : gerçekten |
24. | musrifûne | : müsrifler |
[vii] “Masa=The Table” (http://www.englishkuran.com/5-al-maida-the-table-the-table-spread/ ); “Masa örtüsü”=“The Table Spread” http://www.kuranikerim.com/english/m_indexe.htm), veya “Yiyecek”=“The Food” (http://www.kuran.gen.tr/?x=s_main&y=s_middle&kid=14&sid=5).