“… Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.”
Karl Marx,
NEW YORK’TAKİ J. WEYDEMEYER’E MEKTUP’TAN, Londra, 5 Mart 1852
“… 13 Haziran 1849 vb. küçük-burjuva gösterilerini Paris’teki güncel mücadeleyle [Paris Kömünü] karşılaştırmanı hiç anlayamıyorum. Eğer mücadeleye ancak son derece elverişli şanslarla girilmesi gerekseydi, tarihi yapmak elbette çok kolay olurdu. Öte yandan, eğer “raslantı”lar tarihte hiç bir rol oynamasalardı, tarih çok gizemsel bir nitelik taşırdı. Bu beklenmedik olaylar, evrimin genel gidişi içine elbette girer ve başka beklenmedik olaylar tarafından denkleştirilmiş bulunurlar. Ama hareketin hızlanma ya da yavaşlaması, aralarında hareketi yönetmeye ilk çağrılan önderlerin niteliğinin de bulunduğu bu türlü “raslantı”lara çok bağlıdır.”
Karl Marx
HANOVER’DEKİ L. KUGELMANN’A MEKTUP’TAN, Londra, 17 Nisan 1871
Türkiye’de biri şeriat, diğeri darbe paranoyasının; biri kışla, diğeri cami kutuplaşmasının sonuna gelinmiş durumda. Artık örgütlü çatışmanın çözeceği herhangi bir sorun kalmadı. Örgüt sadece teknik çözümler için varlığını sürdürebilir, ancak bu çöüzmlerle de süreki sorunlar yaratır (Habermas, İdeoloji olarak Teknoloji-günümüzdeki teknoloji o kadar gelişkin ki, Marmaray’da olduğu gibi “örgüt” teknik olarak bile yetersiz. Bu satırları yazdığım en karmaşık metro ağına sahip New York’ta bindiğim M hattı “subway” treni üç kez, “arızadan” dolayı durdu. Gideceğim yere 35 dakika geciktim. Yolcuların, belki de sadece ben ve benim gibiler hariç, ödediği vergilerle kurulmuş MTA-New York Metropoliten Taşıma İdaresi adına konuşan vatman, yolculardan sürekli özür diledi.).
En deve “Devlet” örgütünden başlayarak, en basit mahalle derneğine kadar tüm “derleniş, organizasyon ve kuruluşlar”, çözüm yerine ürettikleri alaboralı sularda gemiciklerini kaybettiler. Yaşadığımız günlerdeki varlıklarını sadece sanal olarak üretilen hikâyelere borçlular (hikâyeler medya’da üretiliyor-ben buna MEME diyorum) Örgütsüz mü yaşıyoruz? Hayır! Ama örgüt çare olmaktan çıktı. ÇareSİZ’siniz artık. Politik, ekonomik ve kültürel olarak örgütün gereği kalmadı. (Örgütün bu hale gelişinin uyarıları taa 1910’lara kadar gider. Robert Michels Politik Partiler adlı ünlü kitabında her örgütte “oligarşinin demir yasası” adını verdiği oluşumun tehlikelerine değinir. Her örgüt diktatörlük biçimine bürünen oligarşik yapılara dönüşür.) Gerilla gruplarının, ordunun, devlet kurumlarının, politik partilerin ve sendika-DKÖ-STK-dernek denilen oluşumların veya örgütsel girişim adındaki esnek yapılanmaların veya ekonomik örgütlerin (şirket, vs.) sonu geldi. “Örgütlü halk yenilmez” şiarı hep yenildi. Yok olan, iflas eden şirketler var olan, yaşayanların on binlerce katı.
Frederich Hegel, 1800’lere, gelişen Aydınlanmaya bakarak “tarihin sonu” dedi; Daniel Bell, 1960’da sanayi toplumunun vardığı noktaya “ideolojinin sonu” demişti. Fukuyama bu ikisini birleştirdi ve 1989’da liberal demokrasiye geçiş ile “tarihin ve ideolojinin sonu”nu bir kez daha ilan etti.
Hadi bir son da ben patlatayım: “2000 sonrası da, örgütün sonu!” oldu.
Bütün diğer sonların sonu “örgütün” sonudur. [1]
Dikkat edin tarih ile zamanın yeni bir “ruhsal” döneme evrimleştiği ve ideoloji ile dinin birleşerek başka bir biçime büründüğü anımızda, örgütün “organik” niteliklerinin ortadan kalkışını yaşıyoruz.
Ama, tarihi ve ideolojiyi bize ritüellerle, nüsuklarla nesilden nesile geçirererek ulaştıran “örgütün-organizasyonun” sonu ancak yeni teknolojik ağlaşma süreçleri ile olabilirdi ve oldu. McLuhan, teknolojiye, insan organlarının mekana ve zamana doğru uzamasıdır, der. İnsanın sinir sisteminin mekana ve zamana doğru uzaması olan sayısal (dijital) ağ, artık bildiğimiz anlamdaki organizasyonun (örgütün) gereğinin kalmadığını ve “oligarşinin demir yasası” gibi bir diktatörlük yapısının oluşamayacağını, buna mukabil, insan bireylerinin birbirleriyle, sanki beyin fonksiyonlarının iletimi ile oluşan refleksif hareketleri koordine eden sanal ağlar sayesinde (reklamcılar buna “sosyal medya” diyorlar) toplu eylem (İbn Haldun’un “asabiyeti”) yapabileceklerini gösteriyor.
Bu noktaya varış son elli yılda oluşmuştur. Bu “son”ların ve “sonların sonunun”, teknolojiyi ele alan ilk ideolojik habercisi olan Daniel Bell’i biraz irdelersek, “din” ile “ideolojiyi” ayrı kutuplara koyduğu halde, günümüzde (1960’tan sonra) birleşeceklerini söyler ve sanayi sonrası toplumun örgütlenmesinin nelere kadir olacağını açıklar. Yine aynı tarihlerde Marshall McLuhan, “global köy” kavramını ortaya atarak sanayi örgütlenmesinin yeni evresinin orta çağa döndürücü gücünü vurgular.
Daniel Bell’e göre seküler bir din olan ideoloji aynı din gibi insana tutku ile aşılanmıştır (Bu tutkunun tarihsel ve antropolijik geçmişi için Bkz: Sir James Frazer, The Golden Bough- İngilizce bilenler Internet’den pdf olarak bulabilir). Din ve ideoloji, insan enerjisini ritüellerle örgütlü siyasal eyleme kanalize eder. Din, ideolojinin çok ötesinde, ölüm gibi insanın temel sorunu olan bir noktada işe yaradığından, daha işlevseldir. Yönetme gücü ne olursa olsun bireysel ölümlülükle başa çıkamayan seküler ideolojiler, bu ölümlülüğün yerine kolektif (örgütlü) başarıları öne çıkartır. İnsanlara örgütlü oldukları sürece, hiç bitmeyecek bir ilerleme ile süre giden bir yaşam vaat eder (“başarılılar ölümsüz olur”; “örgütlü halk yenilmez, yaşar”). Her renkteki ideolojilerle sarmaş dolaş olan entelektüeller, yanlarına ilerlemeyi ölçebilen pozitivist bilimi alarak, ölümlülükle başa çıkmayı denemektedir. Ancak, Bell’e göre, 1960’larda artık bu ideolojik entelektüel pozitivizm doğal sonuna varmıştır: “1) Sosyalist rejimlerin kendi halklarına karşı uyguladıkları şiddet içerikli baskılar, 2) Kapitalist pazarın en olumsuz etkilerinin iyileştirilmesi ve refah devletinin ortaya çıkışı, 3) insan doğasının mükemmel olduğunu vurgulayan romantik felsefelerin yerine insanlığın varoluşuna Stoacı yaklaşan yeni felsefelerin ortaya çıkışı” bu sonu sağlamıştır. Bell, radikal ve örgütlü bütün ideolojilerin ikna güçlerini yitirdiğini söyler. Bu aynı zamanda Dinin zaferidir. Bell’in çok fazla göremediği, ancak zımnen kabul ettiği, ideolojinin ancak ve ancak aynı Din gibi örgütlenerek gücünü sağlayabildiğidir. Din organizedir (örgütlüdür).
Kitleler, her ikisine de [Din ve İdeoloji], ancak, “örgütlendiklerinde” boyun eğer. İşte, ideolojinin ve dinin örgütperverliğinin temeli bu noktada yükselir. Çünkü, Daniel Bell’den otuz yıl önce, kitlelerin kalabalıklar olarak sanki bağımsız bir varlık gibi ortaya çıktığı 2. Dünya Savaşı öncesi dönemde, Jose Ortega Y Gasset’in, “En Büyük Tehlike Devlet” başlığını verdiği yazısının giriş bölümünde dediği gibi “Kamusal düzenin iyi kurulmuş olduğu durumlarda [= örgütlenmiş olduğu durumlarda], kitle kendi başına eylem koymayan varlıktır.” Ancak bir temsilci, koruyucu, önder, üst bir merci veya üstün insana ihtiyaç duyar. Eğer ayaklanmışsa, kendine ve kendi kaderine karşı ayaklanmıştır. Bu durumda da hem kamusal düzenin iyi kurulmamış olduğunu gösterir, hem de en üst örgüt olan devletin basiretsiz yönetimi vardır. Çünkü devletsiz yapamayan kitle, aykalandığı anda devleti karşısına alarak kendi kaderini kendi yazmaya başlamış ve [devlet veya benzer kuruluşlar altında örgütlü] kitle olmaktan çıkmıştır. 18. yy’dan sonra ortaya çıkan devlet, “çabayı örgütlemeyi, disiplin altına almayı, sürekli kılmayı ve düzenlemeyi” becerendi. Paradoksal olarak, bu kendi mükemmelliğine 200 yıl sonra varacak olan “yeni” sanayi devleti, ortaçağda cesaretli bir avuç aristokrat tarafından kurulmuştu, ulusallık aristokratlardan burjuvalara nakledilen bir nesep meselesi halinde oluşum buldu. Bu eski soylular ekibi, aslında örgütlenmemiş toplulukların efendisiydiler, kendi organlarına yapışık yaşıyorlar, sadece kendi organlarını koruyorlardı; örneğin zırhlanıyorlardı. Onları koruyan bir başka organ da, zaman zaman fazlasıyla vahşi bir biçimde savaştıkları Din organizasyonlarıydı. Bu organizasyonun yapışık olduğu yer ise insan kalbiydi. Şövalye ruhlu demek, Din ile kendi organına vicdan tutkalı ile yapışık yaşamak demekti. Akıllı değildiler. İşte burjuva “aklı”, (Ortega ile Bell’i birleştiren pozitivist bilim) insan olarak kendi organlarına değil, insan bedeni dışındaki toplumsal ve teknik organlara (organizasyonlara – McLuhan’ın teknoloji tanımını hatırlayın) yapışık yaşayan bir insan bireyi ortaya çıkararak soylu devleti, soy devletine (millete) dönüştürdü (“millet” Aramice’de [aynı dili] konuşan demektir. Kutsal Kitaplar’daki Babil Kulesi kıssasını hatırlayın ya da tüm Kitap’lardaki “Lisan” ile “Zebani” [ateş bekçileri veya ateşe tapanlar] arasındaki ilişkileri…). Dinin kendisi bile, “Vatikan” olarak örgütlü olduğu bilincine ancak bu zamanda, Aydınlanma döneminde vardı. Organize din, burjuvazinin dışsal örgütü olarak tüm modernitenin tutkulu bir tutkalı oldu. Ortaçağdaki din savaşları biter bitmez, Canetti’nin “Kitle ve İktidar”ı başladı. Daha önceki satırları hatırlayın, teknolojinin McLuhanist tanımı örgütün (organların) tanımıdır ve Ortega’nın, Bell’in ve İbn Haldun’un analizlerini analizini pekiştirir: “Teknoloji, insan organlarının zamana ve mekana doğru uzamasıdır.” Şimdi ise tarih bir senteze ulaşıyor. Dışsal organların içsel organların tümünü ele geçirmesi veya onlara ikame olması. Artık organa gereksinim var mı, en önemli sorumuz bu!
Mesele basit ama bize karmaşık görünüyor. Örgütsüz olmak çıplakmışız gibi hissediliyor. Dijital teknoloiye kadar olan zaman bize, derimize yapışık olan organların-teknolojinin (örgütlülüğün) varlığını bir giysi gibi örtündüğümüz düşüncesini içselleştirdi. Giysisiz üşüyorduk veya ayıplı ve günahlıydık. Oysa artık, havada (bulutta-cloud teknolojisi) var olan sinir sisteminin sanal yapısı ile hayatımızın çoğunu yaşıyoruz. Bu teknoloji derimize yapışık değil. Bugüne kadar yaşadığımız hayat sanalmış da haberimiz yokmuş.
Bu bölümü burada kesiyorum. Dörtleme olarak tasarladığım bu yazıya, “sınırsız”lıkla (ekümenik yapı) devam edeceğim. Üçüncü bölümde de “sınıfsızlık” (ekonomik yapı) ele alınacak. En son bölümde ise, dijital-sayısal ağlarla (mobil iletişimdeki sosyal ağlar veya medya ile) artık örgütün, sınırın ve sınıfın kalmadığı bir “cennete” (bahçe) erişilebilirliği irdeleyeceğim. İşin içine Marx karıştırmadan olmaz. Bu nedenle yazının başındaki Marx alıntıları da son bölümde canlı ve elle tutulur bir praxis haline geleceğini umuyorum. Özellikle “örgütsüz” (ya da çoklu örgütçüklerin örgütsüzlüğünde) bir “dijital ağ” toplaşması olan son Gezi İsyanı (ve Dünyadaki benzerleri) ile ilgili sıkça atıflanan Freiligrath’a mektubunda, Marx’ın dedikleri hem güncelimizle, hem de bu yazı dizisiyle çok ilgili: “…1852′den beri hiç bir örgütle ilişkim kalmadı ve kıta Avrupa’sında artık miyadını doldurmuş örgütlerle uğraşmamdan çok, teorik çalışmalarımın işçi sınıfının daha çok işine yarayacağına kesinlikle ikna oldum… [Yukarıdaki satırlarımda] ‘Parti’ ile sekiz yıl önce kapanmış olan League’i (Komünist Birliği) veya on iki yıl önce lağvedilen yazı kurulunu kastettiğim algısından doğabilecek yanlış anlamaları gidermeyi denedim. Parti ile, geniş tarihi anlamıyla partiyi kastediyorum.”
Devrim, Darbe veya Cihatsız, örgütsüzlüğe, sınırsızlığa ve sınıfsızlığa yaklaşıyor muyuz? Ya Sabır!
…………………………………………………………………………….
[1] Tarih ve ideoloji kendi seyri içinde bir kaç kez sonlandı: “İlk olarak Doğu’yu ve Batı’yı fetheden Büyük İskender bu iki medeniyeti birleştirerek nihai ve ebedi bir medeniyet yaratma denemesini yapmıştı. Ardından, Cicero’nun tek dünya devleti fikriyle Roma İmparatorluğu çıka geldi. Daha sonra ise en mükemmel düzeni kurduğunu ve artık bunun sonsuza kadar süreceğini düşünerek kendini “devlet-i ebed müddet” olarak adlandıran Osmanlı İmparatorluğu. Hepsi yükselişlerinin zirve noktasına vardıklarında artık tarihin sonuna ulaştıklarını düşünmüşlerdi. Tarihin sonunun liberalizm olduğu fikri ise ilk olarak Alman düşünür Friedrich Hegel tarafından ortaya atılmıştı. Hegel, “ata binmiş dünya tini” (weltgeist zu pferde) olarak adlandırdığı Napoleon Bonaparte’ın 1806’daki Jena Zaferi’nin ardından “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” ilkelerinin artık dünyaya hakim olduğunu ve toplumsal ve politik örgütlenmenin liberalizme üstün olabilecek alternatif ilke ya da biçimlerinin söz konusu olamayacağını iddia etmişti. Hegel tarihsel sürecin sonsuza kadar sürmeyeceğini, gerçek dünyada özgür toplumların oluşmasıyla sona ereceğini düşünüyordu. Aslında Karl Marx da Hegel’in tarihin sonu inancını paylaşır. O da, Hegel’inkinden çok daha farklı bir son olsa da tarihi sona erdirecek çelişkisiz ve nihai bir toplum düzeni öngörmekteydi. En son olarak ise özellikle Amerika’daki yeni-muhafazakar çevreler nezdinde büyük heyecan yaratan Fukuyama, Hegel’in idealist temelli diyalektik düşüncesinin temelini teşkil eden ‘tarih, rakip düşüncelerin mücadelesinin yansıdığı alandır’ düşüncesine dayanarak günümüzde liberalizme rakip olabilecek bir modelin kalmaması gerekçesiyle tarihin/ideolojinin sona erdiği savunmaktadır.” (M. Alp Fazlıoğlu,http://vahdetveintegral.wordpress.com/2013/03/01/tarihin-sonu-mu/ )