Friedrich Hegel (1770-1841) “günlük gazete okumak modern insanın sabah duasıdır” der. Hegel’den yola çıkarak, televizyon izlemek de ultra-modern insanın akşam duasıdır diyebiliriz. Hâttâ ritüelistik televizyon izleme kuramına göre (aşağıda bu kuramın Gerbner yaklaşımı incelenecektir; meraklılar James Carey’e de bakabilirler), modern zamanlarda bütün gün ve yaşam boyu süren bir dua.
Basit ve temel insanî etkinlikleri Hegel kadar felsefesinin ana damarı haline getirmiş Marx dışında bir başka filozofa rastlamış değilim. Kendi deyişiyle, “insansal yaşamın en aşağı zaruretlerinden” (aktaran Jean Hyppolite, Marx ve Hegel, Çev: D. Barış Kılıç, Doğu-Batı Yay., 2010, s.156; başlık alıntısı, s. 112) yola çıkan Hegel, tarihin en bütünsel, ve içinde hep insan olan ama soyut ve genel kuramını yaratmıştır. Her cümlesinde günlük yaşam ve etkinlikleri vardır. İşte bir başka günlük edim ve ontolojik ilişki: “Yemek ve içmek inorganik şeyleri kendilerinde veya hakikatte oldukları şey haline getirir… bu onların bilinçdışı kavranışıdır.” (s. 45). O nedenle bundan 200 yıl önce, gazete konusuna, sanki George Gerbner gibi, değinmesine şaşırmamalı.
Hegel bizi insan yapan soyutlama ile canlı varlık yapan doğal, fıtrî özellikler üzerinde kurdu tinsel fenomenolojisini. Gazete ile insan arasında kurduğu ilişki, onun bu yaklaşımının açıklayıcı bir örneğidir. Gazete okumak ile dinsel ritüel arasında kurduğu ilişki, kitle iletişim araçlarının henüz layıkıyla (ya da günümüzde olduğu gibi) ortalarda olmadığı, görünürlükten uzak olduğu bir dönemde söylenmiştir. Bu benzetim, her gün tekraren yapılan işle, insansal durumun çağdaş ama ontolojik gerçekliğini anlatır.
“Ritüel” sözcüğü Hind-Avrupa kökünde “ritu” (saymak) imiş… Oradan Letinceye “ritus” (ayin, tören, merasim, örf, adet) olarak geçmiş, Orta-Latince’de “ritüale” olmuş… Ordan da Fransızcaya “rituel”, İngilizceye “ritual” olarak yerleşmiş…
“Âyin” kelimesi ise Türkçe’ye Farsça’dan geçmiş ve görenek, tören, merasim anlamına geliyor. Osmanlıca’da kullanılan “Şehrâyin” bu anlamda tören, merasim, şenlik ayı demek. “Ayna” kelimesi de bu kökten. Ayin ve törende belli hareketlerin tekrar “aynısı” yapılır, aynada da kendinin “aynısını” görürsün. “Aynen” de bu kökten olup tekrar ifade eder…
Görüldüğü gibi ritüel veya ayinde bir hareketin “sayısı, tekrarı ve aynılığı” esastır: Her yıl Ganj nehrine girersin (Hinduizm)… Her Pazar kilisede toplanırsın (Hıristıyanlık)… Her Ramazan ayında bir ay oruç tutarsın… Namazda bir rüku iki secde yaparsın… Abdestte dört uzvunu yıkarsın… Hac’da şeytan taşlarsın… Kâbe etrafında yedi defa dönersin (İslam)…
Kur’an’da ritüeli karşılayacak kavramın “nüsuk/menâsik” olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla “İslâm’ın ritüelleri” aslında “İslâm’ın nüsukları” demek oluyor.
Nusuk/menâsik kelimesinin Arapçada toprağı ıslah için gübrelemek (nusuku’l-ard), yeni yağmur yağıp yeşillenmiş toprak (ardun nâsike), bir adamın alıştığı yer (en-Neseki) kelimelerinden da anlaşılacağı gibi “gübrelemek, alışmak” gibi anlamları var.”
Bir metni ya da text’i -ki, “text” örgü demektir- örülmüş anlamlara sahip bir yazıyı veya söylemi incelemek için yapılacak olanı yöntemsel olarak anlatıyor İhsan Eliaçık (“İslam’ın Ritüelleri”) yukarıdaki satırlarda; nüsuk ile ritüel arasında kurduğu ilişki benzersiz bir açıklığa sahip.
Frederich Hegel ise yaşamın en başat zaruretlerinin tinsel oluşumunu anlatıyor, günlük yaşamda kendiliğinden (kendinde-“in itself”) varolan arzu ve özbilincin yabancılaşma olduğunu vurgulayarak, bu arzunun ve özbilincin yabancılaşmasının ise günlük dua olduğunu söylüyor.
George Gerbner ise televizyon izlemenin ritüel olarak ultra-modern insanın dini olduğu düşüncesini, yetiştirme “veya gübreleme” (ekme, cultivation) kuramı olarak tanımlarken, vardığı Eliaçık ve Hegel’e benzer sonuçların şaşırtıcı, şaşırtıcı olduğu kadar da açıklayıcı olması, sanki Hegel’in tinin kendisini mükemmelleştirerek evrimleşmesi fikrini hatırlatmıyor mu? Hegel, ABD’de Gerbner ile mükemmelleşirken, Türkiye’de İhsan Eliaçık ile mükemmelleşiyor.
Şimdi bu üç mükemmel izle yol alacağız.
Hegel’in gazete okuyarak dua eden insanı ile Eliaçık’ın dinsel ritüel/nüsuk fenomenlerini tanımlaması ve televizyonu modern din olarak ritüalistik izleme açısından adlandıran George Gerbner’in kuramı arasında “gübreleme” aracılığı ile kurulan bir ilişki üzerine düşüneceğiz. İlk önce kişileri birbirlerine bağlayalım, zamanın bağlamını anlama bağlamak için.
George Gerbner de bir Hegelian Engelsian’dı. Saf bir Marxist olduğunu pek söyleyemeyiz. ABD’de, varolan kitle iletişiminin sistemini çözerken yararlandığı temel iletişimsel kavramların tamamını Engels ile bağlama oturtabiliriz. 1950’lerin ortalarında yazdığı ilk yazılarda, toplumsal iletişimin bir “öykü anlatmak” olduğu, öykülerin ise, sanat, yönetim ve bilgilendirme işlevleri bulunduğunu, bize anlatılanların tamamının bu üç işlevi yerine getirdiği kadarıyla işimize yaradığını söylüyor. Biraz sonra ayrıntısı ile göreceğiz. (Ayrıca, Bkz: George Gerbner, Medyaya Karşı, Çev: Güneş Ayas-Veysel Batmaz, Yayınlanacak kitap).
İhsan Eliaçık ise benzer bir durumun vahiy olarak bize nasıl geldiğinin etimolojik ve antropolojik açılımlarını sunuyor; Müslüman dinsel etkinliğin, insansal boyutunu zamanımıza taşıyarak, metafizik ile fizik arasında aynı Hegel’in yaptığını yapıyor.
Hyppolite’e göre, “…Hegel’in eserlerine, sözgelimi Yahudi halkına ve onların atası İbrahim’e ilişkin çalışmasına bakarsak, dolaysız yaşam ile yaşam bilinci arasındaki çelişki hakkındaki anlayışımızı geliştirebiliriz. Hegel’e göre, Yahudiler tarihin mutsuz halkıdır ve bu açıdan Grek halkı ile karşılaştırılabilir. Grekler düşünce ile sonlu yaşamı nasıl uyumlu kılabileceklerini anlamışlardı, oysa İbrahim radikal bir kavrayış -bütüncül bir kavrayış denebilir- için uğraşır ve bunun için de kendisini yaşamın tüm tikel formlarından yabancılaştırır.” (s. 66). İbrahim, bu bütünselliği ancak, hakikat nesnesini ritüel ile yer değiştirerek, yani nesne ile özneyi birbirine tabi kılan yabancılaşmış bir süreklilik haline dönüştürürse, kurabilir. Tanrı sevgisi ve oluşunun kendisi yerine, bu kabule varan hep aynı olanı tekrar etmenin döngüselliği (nüsuk/ritüel), kişiye, kişinin bilincine yabancılaşmış bir yaşam ama kavranabilir bir dünya sunar; birey insanın arzusu yerine gelir, sanal ve zihnî olarak. Hegel şöyle diyordu İbrahim için: “İbrahim artık sevmeyi bilmiyordu.” O’nun yaptıkları, Tanrı’yı sevmenin ve insanın Tanrı’ya kavuşma arzusunun ritüeliydi.
İhsan Eliaçık, nüsuk ile ibadet arasındaki farklılığın ne anlamlara geldiğini bize anlattığında, kuşkusuz ki, Hegelvari bir açılımla hareket ediyor. İşte şu: “Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz namaz değil” ve “Allah de ne istersen becer, oh ne ala ne şeker” cümlelerindeki “gönül” , “namaz”, “Allah” ve “Ne istersen becer” sözleri ritüel ile ruhun, dolayısıyla Sünnîlik ile Alevîlik arasındaki “mesajlaşmanın” ayrıntısını ele verir. Birisi ritüele ve şekle, diğeri maksat ve ruha ağırlık verir. Birinin aşırı gittiği yerde diğeri ona mesaj gönderir. İyice düşünülürse Sunnîlik İslam’ın klasik (tarihsel) aklı olurken, Alevîlik ruhu olmaktadır.”
George Gerbner şöyle diyor: “Kültür, evrenin doğasını, nasıl yaratıldığını ve işlediğini ve belli bir zaman diliminde, belli bir yerde ve toplumda doğru veya yanlış nasıl yaşayacağımızı anlatan hikâyelerin toplamıdır. Televizyon, diğer kitle iletişim araçlarından farklı bir aygıttır: Hiç birinin olmadığı kadar ailenin, kültürel dokunun ve toplumsal yapının ayrılmaz bir parçası ve belirleyici dinamiği olmuştur. Ulaştığı yaygınlık, ritüel olarak izlenmesi, organik bağımlılığı ve seçmeci-olmayan kullanımı diğer kitle iletişim araçlarının yaratamadığı sonuçlar yaratır. Televizyon dramasının gerçekliği, onun sentetik dokusunu ve işlevsel seçiciliğini gizler. İzleyici, seçici olmayan bir biçimde seçilmiş öykülerin ve gerçek olmayan bir biçimde gerçekmiş gibi görünen bir dünyanın içine emilir. Televizyon kültürel çevremizin modern öykü anlatıcısıdır. Sadece Din her türlü toplumsal gruba gerçeklik hakkında ortak mesajlar verebilmiş; ortak bir kültür yaratmıştı. Öyküler insanlık tarihi kadar eskidir: İlk olarak bu dünya nasıl işliyor sorusuna cevap verir: Kurgusal hikâyeler, dramalar, peri masalları, TV programları, sinema ve romanlar, vb. Bu öykülerden, fantezilerimizi üretiriz. Bu dünya gerçek mi?: Efsaneler, haberler, bilimsel enformasyon, vb… Bu öykülerle fantezilerimizi güçlendiririz. Bu dünya değerli mi?: Vaazlar, talimatlar, dinsel bilgiler, reklamlar, vb… Bu öykülerle fantezilerimizi seçeriz. Bu üç öykü türü, tarih boyunca zihinsel iplerle örülmüş bir ağı oluşturur: Buna kültür deriz. Günümüzde, Televizyon, bugüne kadar sadece Din tarafından organize edilebilmiş yaygın ve etkin kültürün yerini almıştır. Televizyon, merkezileşmiş ezgiler ve öyküler sistemidir. Televizyon, gelecekteki seçimlerimizi ve seçtiklerimizi kullanış tarzlarımızı bugünden ‘eker.’ Onları yavaş yavaş yetiştirir ve gübreler. Soru, insanların ne kadar televizyon seyrettikleri değil; nasıl bir Televizyon dünyasını seyrettikleridir. Bu dünyada ne vardır; nasıl vardır; neden vardır; hepsinden önemlisi de, kimin için vardır? Öyküler nelerdir; gerçek midirler; değerli midirler; ‘gerçek’ yaşamın nasıl işlediğini göstermektedirler? En sofistike kişinin bile yaşadığı dünya hakkındaki ‘gerçek’ düşüncelerinin önemli bir kısmı Televizyondaki kurgusal dünyadan edinilmiştir. Eğer Televizyon bir dünya ise, onu parçalara ayırmak; tek tek onun programlarını, haberlerini, dramalarını, eğlence içeriğini, reklamlarını araştırma konusu yapmak neye yarar? Onu yeniden aynen üretmeye yarar!.. Ratingler, beğeni ve etki araştırmaları, copy, pre-, post-test’ler hep yeniden üretim içindir. Toplumsal ve kamusal bir yararı yoktur.”
Şimdi Hegelian bir diyalektikle senteze varabiliriz:
Nüsuk/ritüel, insanın fiziksel varoluşu ve tinsel yapısı için, kendinde (kendi içinde, “in itself”) yabancılaşmış bir arzu nesnesi (artık yapılanlar şarttır, sevilmesi gerekmez) yaratır. Bu nesne zamanla tekrar edile edile özneye içselleşmiş ve onun içinde olmuştur. Oysa Hegel’e göre, tin, “kendi için” (for itself) hareket eder. Yine Hegel’e göre, gazete okumak sabah duası/ritüeli; Gerbner’e göre televizyon, yaşam dini/ritüelidir (geleneksel hale dönüşen sembolik edimler). Her ikisine göre ise, İhsan Eliaçık’la ortaya konan bir yetiştirme/ekme/gübreleme süreci söz konusudur. Gündelik zaruretler ritüelistik yapıya geçtiğinde oluşan yabancılaşma, insanı ritüele kul eder; mükemmelleşmesini önler. Bu Hegel zamanında gazete idi. Gerbner buna, televizyon dedi. Eliaçık ise, din (Kur’an veya Muhammed değil, dinin organize yapısı) diyor.
Modernite’nin demokrat yüzü “aydınlanma” olduğu kadar kapitalist yüzü de bu: Yabancılaşmak, gübrelenmek, yetiştirilmek, sosyalize edilmek, komünleştirilmemek, ritüele sokularak toplumsallaştırılmak, nüsuk ile ibadeti karıştırmak hep aynı şey “modern zamanlar”da…