Her şey karşıtıyla var olur deriz. Örneğin kâinatın mayasında maddeye eşlik eden bir anti-madde olduğunu söyler fizikçiler ya da protona karşılık elektron, atomdaki bütünlüğün temelini teşkil eder.
Canlı veya cansız her varlıkta bu karşıtlık ilkesini görmekteyiz. Varlık alanında bu karşıtlık bir uyumu gerektirir ve bu durumda ahenk kaçınılmazdır. Ancak toplumsal bir varlık olarak insan, karşı bir düşünce üretirken bir aynanın karşısındaymış gibi hissetmez, alabildiğine farklılıklar, farklı renkler ve parıltılar kendini gösterir.
Oysa bir aynanın karşısında sadece siz varsınızdır. Farklı yansımalarıyla farklı insan asla o aynada var olmaz. Yaşadığımız ülkede kime baksanız sanki bir endam aynasına bakıyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Farklı düşünceleriniz de olsa onları savunma biçiminiz, verdiğiniz tepkilerin derecesi hemen hemen aynıdır.
Korku ve sinme geleneğine bağlı kalışımız sistemden belirli ölçülerde faydalanmak üzere aynı süzgeçten geçerek durulanmayı gerektiriyor. Yani bu ülkedeki siyasal sistemin çöküşü ve bütün çarpıklıklarıyla toplumsal yapı ortada iken muhalif oluşumların kıpırtılarını dahi göremeyişimiz, görsek bile sistemi daha çok güçlendiren -onun hızlı dönüşümü- sürüp giden bir gerçek olarak karşımızda.
“Mevcut sistemin değiştirilmesi, yıkılması ya da ıslah edilmesi talebiyle harekete geçen her türden muhalif oluşum bir müddet sonra bu yapısal özelliklerin var olduğu geleneğin açtığı vadiden yürümeye başlar. Sisteme karşı kendini tanımlayan siyasal tarafın kendi içerisinde karşı olduğu sistemin bir benzerini ya da simetrik karşıtını üretmesine dayanan kıvrımlı bir güzergâha sahiptir ve bu yol, karşı akımı bu kıvrımlardan geçirerek sistemle bağımlı noktaya doğru sürükler. Sonuçta dünya görüşü ve değişim talebinin niteliği ne olursa olsun ‘karşı sistem’ biçiminde tezahür eden her toplumsal hareket ya teorik ya da pratik varlığı ile sistemin kendisini ayakta tutmasını sağlayan ve ya restorasyonunun yolunu açan bir malzeme durumuna düşer.” (1)
Yaşadığımız topraklarda bu durum İttihat ve Terakki’den cumhuriyetin devrim komitesini temsil eden günümüz MGK’sına kadar uzanan yapının daha çok güçlenmesine zemin hazırlamıştır.
Cemil Meriç’in ‘Tanzimat’tan bu yana su alan bir gemideyiz’ benzetmesine karşılık gemi terk edilemeyecek kadar su aldı diyebiliyorsak bu, muhaliflerin sesinin cılız çıktığından değil, sisteme ait olan sesin rengini ve frekansını taşıdığı içindir.
Sistem kendini nasıl tanımlıyorsa onun karşısına dikilebilecek bir karşı sistem aynı hassas dengelerle kendini tanımlıyor. Bu nedenle toplumu ne kadar dönüştürme çabası taşırsa taşısın muhalif olma, karşı kutupların uyumuna dönüşüyor.
“Bir muhalif duruşun sistem içi konumla sistem karşıtı konum arasında sonuç itibarıyla bir fark olmadığını görmesi gerekir. Esas değişim adımı, sistemin dışına çıkılabileceği ve orada durulabileceği oranda atılabilecektir.” (2)
Sistemin çizdiği sınırların dışına çıkmak, egemen sınıfın tutum ve davranışlarının bir özeti haline gelerek değil bilakis egemen sınıftan, onun tüm varlık nedenlerini kendinden sıyırarak gerçekleştirebilir. Tamamen kendine özgü, aykırı ve sistemin koruyucusu egemen sınıfın hiç görmediği, hayalinin ucunun yetişemeyeceği bir siyasal zeminde yürümek elbette cesaret ve yürek ister. Zaten beklenen peygamberce bir yürüyüştür.
“Bütün peygamberlerin mesajını sunuş biçimi ve değişim talepleri, sonu fiziksel yenilgi ya da başarısızlıkla da bitse, bu sistem dışılığın sarsıcı ve nüfuz edici niteliğine sahiptir. Benzer bir değişim talebiyle toplumun karşısına çıkanlar, muhalif siyaset geleneğinin karşı sistemini üreterek kendi içlerinde karşı oldukları sistemi taklit eden vasıfların yeşermesine imkân vermek yerine var olan sistemin bütünüyle dışına çıkabilmenin çabasına yönelmek zorundadırlar.” (3)
Müslüman sıfatını taşıyan günümüz iktidarlarının sistemi taklit ederek “modernist batıcı burjuva” yerine “post-modernist muhafazakâr burjuva”yı ikame etmeleri, sadece sisteme muhalif duruşlarını değil, kendi varlık nedenlerini de ortadan kaldırmaktadır. Muhalefet kendi içinde daha çok sistem yanlısı kalarak sistem tarafından kabullenilebilir ya da sindirilebilir düzeye çekiliyor. Muhalif sesin sözünün yükselmemesi sanırız bundan kaynaklanıyor.
Aslında muhalif olmak bir dert olmaktan çıkıyor, hem de kısa süreli bir uysallaşma süreciyle. Daha doğrusu muhalif duruş yerini, sistemden faydalanan çıkar guruplarına bırakıyor. İhale kapmalar, arsa satışları, lüks konut yapımı v.s. Yani sistem daha büyük bir sisteme, küresel sermayenin kucağına kendini bırakıyor. Tabi bu durum çıkar guruplarının biraz daha memnun olması için daha fazla yoksulun ölmesi anlamına gelir ki günümüzde artık bunlar da yaşanır hale geldi (lüks konut yapımlarının bedeli, inşaat hafriyatıyla dolan derelerin taşarak yoksul semtlerde yaşayanların canlarının alınmasıyla ödeniyor.)
Oysa tevhidin mesajı açıktır. İçinde sert çatışmacı unsurlar barındırmaz. Demek ki, peygamberce bir hassasiyetle etkili ve açıklayıcı bir sunum, ilahi mesajın diriliğini kıyamete kadar gösterecektir.
Devrimci muhalif duruşu bütün ikiliklerden kendimizi kurtararak gerçekleştirebiliriz.”bir taraftan dini özel ilişkilerde en katı biçimde uygulama iddiası taşımak, diğer taraftan sosyal hayata ölçüsüz tüketim maddelerinden iş bölümü şekilleri, hiyerarşi, sivil ve politik toplumu dağılmaya iten vahşi bireyselliğe kadar batının bütün oyuncaklarına aynı toplumun içinde kapıları ardına kadar açmak gibi ikilikten daha ileri ne vardır? İslam da din ve toplum birbirinden ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır.”
“Tevhid bunu gerektirir. İslam’ın, Allah’tan başka ilah yoktur şeklindeki temel ifadesi her türlü fetişizmin önünde yükselen en ulu engeldir. Bu fetişizm batı toplumunda her an her şeyi karalayacak biçimde karşımızdadır. Büyüme ve gelişme fetişizmi, bilim ve teknik fetişizmi, bireysellik ve ulusallık fetişizmi, silahlar ve ordular fetişizmi gibi… “ (4)