Sosyal Bilimleri Düşünmemek ve Muhalif Çevrelerde Araştırma Çalışmaları – II
Kısa Bir Özet
Bu yazı dizisinin ilk bölümünde [1] BGST Yayınları’nın Sonbahar dönemi için yayına hazırladığı, Immanuel Wallerstein’in Sosyal Bilimleri Düşünmemek kitabından hareketle sosyal bilimler camiasına dönük bazı eleştiri ve gözlemlerimi dile getirmiştim. I. Wallerstein adı geçen kitapta, 19. yüzyılda oluştuğu haliyle sosyal bilimler paradigmasının modern toplumun karmaşık gerçekliğini kavramasının mümkün olmadığını dile getiriyordu. Bunun başlıca sebebi ise, sosyal bilimlerin modern yaşamı iktisat, sosyoloji, kültür, tarih gibi kompartımanlara (ve toplumsal cinsiyet, kültürel çalışmalar, etnisite çalışmaları gibi alt-kompartımanlara) bölerek incelemeye çalışmasıydı. Yazının ilk bölümünde uzmanlaşmanın kendisi değil, bu çeşitli uzmanlıkların katkıda bulunacağı bütünsel bir analizin sistematik olarak göz ardı edilmesi eleştiriliyordu. Sonuç olarak 2008’de belirginleşen küresel ekonomik kriz veya 2010 sonunda patlak veren “Arap Baharı” gibi kapsamlı ve çok boyutlu gelişmeler karşısında mevcut sosyal bilimler disiplinlerinin acze düştüğünü ifade etmiştim. Genel olarak sosyal bilimler camiası “güvenli” alanlarda dolaşıp konformist bir eğilim sergilemekten memnun görünüyordu. Peki muhalif çevrelerde durum nasıldı? Alternatif bilgi yapıları kurma iddiasındaki çevreler, sosyal bilimler camiasındaki bu konformizmin ne ölçüde etkisi altındaydı? İkinci bölümün konusunu bu tartışma oluşturuyor.
Muhalif Çevrelerde Araştırma Çalışmaları: “Ben Feminizm Çalışıyorum”, “Ben Ekoloji Çalışıyorum”, “Ben Ekonomi Çalışıyorum” ….
Gözlemleyebildiğim kadarıyla akademiyle arasına eleştirel bir mesafe koyan, fakat akademik birikim ve çalışma yöntemlerini küçümsemeyip tersine bunlardan faydalanmaya çalışan az çok örgütlü muhalif çevrelerde bilgi üretimi açısından çok temel bir sorun göze çarpıyor: Son 12 yıldır, yani 2000’lerin başından bu yana Türkiye nasıl bir yapısal dönüşüm geçirdi? Bu dönüşümün başlıca lokomotiflerinden biri olan ekonomi alanında nasıl bir birikim modeli izlendi? Bu modelin geniş emekçi kitleleri ve orta sınıflar açısından sonuçları ne oldu? Gazetecilik düzeyinde verilebilecek yanıtların ötesinde, iktidar ve güç ilişkilerinde nasıl bir dönüşüm yaşandı? AKP’nin temsil ettiği söylenen “yeşil sermaye” veya “Anadolu kaplanları” nedir ve nasıl bir yapıya sahiptir? AKP, Milli Görüş hareketinden farklı olarak, muhafazakâr kitleleri Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleriyle ve kapitalist tüketim normlarıyla bütünleştirmeyi nasıl başardı? Fethullah Gülen cemaati ve AKP ile koalisyon kuran diğer cemaatler sosyo-ekonomik bakımdan nasıl bir yapıya sahiptir? Örneğin Gülen cemaati, ABD’nin bölge politikalarına nasıl hizmet etmektedir? AKP döneminde hangi yeni rant alanları açıldı, bu alanlarda rantlar nasıl bir mekanizmayla dağıtıldı? AKP’nin geniş tabanlı bir hegemonya kurabilmesinde rant dağıtım mekanizmaları nasıl bir rol oynadı? “Kentsel dönüşüm” denilen olgunun gerçek anlamı nedir ve muhtemel sonuçları neler olabilir? AKP’nin Kürt sorununa ilişkin politikası hangi temel evrelerden geçti? AKP’nin Kürt sorununda her türlü reformist çabayı terk etmesinin gerekçesi olarak “AKP devletle bütünleşti” derken tam olarak neyi kast ediyoruz? AKP döneminde sağlık, eğitim ve kadın politikalarında hangi temel dönüşümlerin gerçekleştiğini söyleyebiliriz? Niçin sağlıkçılar neredeyse sürekli bir eylemlilik içinde “sağlıkta dönüşüm” politikasını protesto ediyorlar? Türkiye gerçekten muhafazakârlaşıyor mu? “Falanca şehirde hiç içki satan yer kalmamış” demenin ötesinde, muhafazakârlaştırma hangi mekanizmalar eliyle yürütülüyor? AKP’nin ve cemaatlerin sosyal yardım çalışmalarının özü nedir? Son iki-üç yılda AKP’nin açıktan Alevi karşıtı söylem ve uygulamalarının temelinde ne yatıyor? Özellikle neo-Osmanlıcılığın ve “stratejik derinlik” konseptinin benimsenmesinden bu yana, Türkiye’nin dış politikası nasıl değişti? Bu politika bir süredir hangi etkenlerin birleşik sonucu olarak krize girdi? Başta Karadeniz’de ve Dersim gibi bazı Doğu bölgelerinde tam bir doğa katliamına dönüşen HES’ler inşa etme politikası hangi saiklerle uygulamaya konuldu? Giderek bir halk mücadelesine dönüşen HES’lere karşı ekolojik direniş nasıl bir güzergâh izliyor? Son olarak, 2011-12 döneminde AKP’nin geniş tabanlı hegemonyasında bazı ciddi çatlaklara ve geniş toplum kesimlerinde yaygın bir hoşnutsuzluğa tanık oluyoruz. 12 yıl sonra, küresel ekonomik kriz ve “Arap Baharı”nın Türkiye’ye yansımasıyla birlikte yeni bir kırılma-kriz ve dönüşüm dönemine girdiğimiz söylenebilir mi?
Elbette yöntemli bir derinleşme isteyen bu alanlardaki soruları çoğalmak mümkün. Soruları bilerek uzattım ve okuyucudan biraz sabır göstermesini istemiş oldum. Neden mi? Çünkü izleyebildiğim kadarıyla –elbette gözden kaçırdığım olumlu örnekler olabilir – belirli bir niteliğe sahip muhalif internet sitelerinde ve alternatif bilgi yapıları inşa etme iddiasındaki çevrelerde bu sorulara, derli toplu araştırma çalışmalarına dayanın yanıtlar bulabilmek pek kolay değil. Oysa uzun bir liste halinde sıraladığım yukarıdaki sorulara az çok derinlikli yanıtlar üretmek, bırakın Türkiye’deki güç ilişkilerini ezilenler, azınlıklar, kadınlar, doğal yaşam alanlarının korunması lehine dönüştürmeyi, her şeyden önce Türkiye’deki dönüşümü anlayabilmek için elzem görünüyor. “Esas olan dünyayı değiştirmektir” derken Marx tabii ki haklıydı. Ancak dönüştürebilmek için biraz da dünyayı anlamaya gereksinmemiz var.
Somut bir örnek vermek gerekirse, üyesi olduğum Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST) çatısı altında bir çalışma alanı olan Toplumsal Araştırmalar Birimi’ndeki eğitim-araştırma faaliyetlerini gösterebilirim. Benim de yer aldığım bu çalışma alanında epeyce donanımlı arkadaşlar var. Büyükçe bir bölümü de akademide farklı disiplinlerde çalışmalar yürütüyorlar. Fakat ağır basan eğilim, kişilerin kendi alanlarına (ekoloji, toplumsal cinsiyet, Kürt tarihi vb.) yoğunlaşması oluyor. Yukarıda dile getirdiğim, Türkiye’nin son 12 yılda geçirdiği kapsamlı dönüşümün bütünlüklü bir çevreye oturtulması ve kişilerin kendi uzmanlık alanlarında bu dönüşümün yansımalarının daha derinlemesine ele alınması neredeyse sistematik olarak ihmal ediliyor.[2] Bu eğilimin, BGST içindeki bu çalışma bölgesine özgü olduğunu hiç sanmıyorum. Tersine birinci bölümde ele almaya çalıştığım sosyal bilimler camiasındaki eğilimlerle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bu bağlantıyı kurmaya geçmeden önce, olası bir yanlış anlamayı ortadan kaldırmak isterim. İki yazıdan oluşan bu dizinin ilk bölümünde sosyal bilimler camiasındaki daha evrensel eğilimlere değinmiş ve 1960-70’lerde Fernand Braudel, Immanuel Wallerstein, (Osmanlı dönemi-Türkiye’yle ilgili olarak) Stefanos Yerasimos’un yerleşik sosyal bilimler paradigmasına meydan okuyan öncü çalışmalarının önemine vurgu yapmıştım. Elbette hiçbirimiz F. Braudel veya S. Yerasimos değiliz. Dolayısıyla kast ettiğim, Türkiye’yi sarsacak, sosyal bilim camiasında dalgalanmalar yaratacak düzeyde kapsamlı eserler üretmek değil. Bu ve benzeri avangard çalışmaları örnek almaktan, mütevazi düzeyde dahi olsa bütünlüklü bir analiz ve kavrayış çabasına dayalı, önümüzü görebilmemizi sağlayacak araştırma çalışmaları yapmaktan söz ediyorum. Muhalifler ne olup bittiğine ilişkin farklı disiplinlerden beslenen, ama sosyal bilimler camiasının demode olmuş sınırlamalarına da tabi olmayan araştırma çalışmaları yürütmezse, öyle görünüyor ki kısa ve orta vadede kimse onların yerine bu işi üstlenmeyecek.
Sosyal Bilimler Camiasındaki Yerleşik Paradigmanın Muhalif Çevrelere Etkisi, Biraz Entelektüel Cesaret ve Biraz Avangardizm
Asıl tartışmaya dönecek olursak, az çok örgütlü muhalif çevrelerde, Türkiye’nin yakın dönemde geçirdiği kapsamlı dönüşüme ilişkin çalışmaların yok denecek kadar az olmasını nasıl açıklayabiliriz?
Sosyal bilimler camiasında modern toplumsal gerçekliği –sanki gerçekten öyleymiş gibi– kompartımanlara bölen ve araştırmacıları giderek dar alanlara hapseden egemen paradigmanın önemli bir etkisi olduğuna kuşku yok. Şu yerleşik önyargının üstesinden gelmemiz gerekiyor diye düşünüyorum: Mevcut haliyle sosyal bilim disiplinleri, bizim önce “yetişeceğimiz”, “gerekli donamına sahip olacağımız”, ardından da “muhalif kesimler için bilgi üretmemize imkân verecek” yapılar değiller. Mevcut haliyle sosyal bilim disiplinleri ne diğer sosyal disiplinlere dönük asgari bir ilgiyi teşvik ediyor ne de başka alanlara dönük asgari bir birikim sağlıyor. Bilakis bütünlüklü bir analiz çabasından uzak ve toplumsal değişime temas etmekte dahi hayli zorlanan akademik “çalışmaları” özendiriyor ve ödüllendiriyor. Bu çalışmaların niteliğini hiç sorgulamadan, hatta bir anlamda onları yücelterek kariyer yapmamıza imkân tanıyor. Akademik birikim elbette önemli, ama örtük olarak her an devam eden bir perspektif mücadelesinin nesnesi olduğumuzu, dolayısıyla öznesi de olabileceğimizi gözden kaçırmayalım.
Bununla birlikte, muhalif çevrelerde, Türkiye’nin yakın dönemde geçirdiği kapsamlı dönüşümle ilgili çalışmaların yok denecek düzeyde olmasının daha temel sebepleri olduğunu düşünüyorum. Lafı dolandırmadan söyleyecek olursam, entelektüel bir cesaret ve öncülük misyonunun gerekliliklerinin epeyce uzağında olduğumuz kanısındayım. Aslında çok devasa bir şeyi kast etmiyorum. Örneğin medyanın düzenli olarak izlenmesi veya taranması gibi bir nevi vatandaşlık görevinden söz ediyorum. Ya da gerek kendi yönelimimizin gerekse akademideki yerleşik paradigmanın sonucu olarak pek bilmediğimiz, “anlamadığımız” konularda kendimizi geliştirmemiz gerektiğinden bahsediyorum. Bu elbette kısa vadede olabilecek bir şey değildir, ama az çok sistemli bir çaba meyvelerini verecektir. Birçoğumuz kendi ilgi alanlarımız dışında kalan temel konulardan “anlamıyoruz”. “Ekonomi”den anlamıyoruz, “dış politika”dan anlamıyoruz, “kentsel dönüşüm” hakkında asgari bilgilere dahi sahip değiliz, son zamanlarda küresel krize karşı toplumsal adalet ve ekolojik onarım talebiyle gündeme gelen “Yeni Yeşil Düzen” önerisini yeterince bilmiyoruz, Kürt sorununun Türkiye’nin sınırlarını aşarak bir “Kürdistan sorununa” dönüşmesinin olası etkileri üzerine yeterince kafa yormuyoruz. Bu konularda asgari düzeyde de olsa bir donanım sahibi olmadan bütünlüklü çalışmalar ortaya koyamayacağımıza göre, sorun dönüp dolaşıp entelektüel cesaret sahibi olmakta ve eğitim sisteminin-egemen sosyal bilim paradigmasının bize öğrettiği sınırları reddeden bir tür entelektüel avangardizm örgütlemekte düğümleniyor. Halihazırdaki durumumuz ise ne yazık ki (tıpkı “oto-sansür” gibi) oto-depolitizm üretmekle sonuçlanıyor.
Son olarak tekrar etmek gerekirse, her daim faydalanmamız gereken, uluslararası düzeyde epeyce az sayıdaki üretken muhalif entelektüeller ve akademide gerçekten faydalı çalışmalar yapan çok sınırlı araştırmacılar dışında, kimse bizim yerimize Türkiye’yi (ve elbette dünyayı) daha iyi kavramamızı sağlayacak anlamlı bilgiler üretmeyecek.
Notlar:
[1] Birinci bölüm için bkz.http://www.adilmedya.com/muhalif-cevrelerde-arastirma-calismalari-i-h31841.haber
[2] BGST içinde Türkiye’nin son 10-12 yılda geçirdiği dönüşüme ilişkin analizler içeren değerli bir çalışma, tiyatro alanından (Tiyatro Boğaziçi) geldi. Mayıs 2012’de İKSV Tiyatro Festivali kapsamında seyirci karşısına çıkan “Karşılaşmalar” adlı oyun, bu yapısal dönüşümü tabii ki sanatsal-estetik bir form içinde sunuyordu. “Karşılaşmalar”, sosyal bilimcilerin büyük pörçük çabalarla üzerini gittiği yapısal dönüşümü bütünlüklü bir panorama gibi karşımıza getiren, sözünü esirgemeyen bir politik tiyatro örneğiydi. Oyunda işlenen eksenlerden bazıları şunlardı: Eski devlet yapılanmasıyla sıkı fıkı ilişkiler içinde olan büyük şirketlerin “yeni rejim”le işbirliği yapma konusundaki seçimleri; bu seçimleri “yeni rejim” ve yeni sermaye grupları lehine yapmaları için “ikna” amaçlı düzenlenen polis operasyonları ve soruşturmalar; iktidar sahipleri değişirken baskıcı devlet uygulamalarının devamlılığı; 90’lardan 2010’a kadar hızlı bir yükseliş yaşayan muhafazakâr sermaye”nin, seküler sosyeteyi pek aratmayan moda defileleri, görgüsüzlüğü ve “kul hakkı” gibi bazı İslami değerlerden hızla uzaklaşması; genç Müslüman aktivistler tarafından bu uzaklaşmanın ezilenler lehine protesto edilmesi; işçilerin son dönemde içine itildikleri gayri insani çalışma koşulları, iş kazaları; Sol’un sahneden çekilişi ve bir kesiminin halihazırdaki toplumsal varoluşu; sonunda eşitsiz güç ilişkileri içinde olan farklı kesimlerin hem birbirlerine karşı beslediği kuşkular-güvensizlikler hem de mecburen aynı “gemide” olduklarının vurgulanması. “Karşılaşmalar” adlı projenin üretim süreci, karşılaşılan sorunlar ve daha kolektif bir kumpanya çalışmasına dönüşmesi gerekliliğine yapılan vurgu için şu yazılara bakılabilir: Ömer F. Kurhan, “Karşılaşmalar”, 01.06.2012, http://fkurhan.blogspot.com/2012/05/karslasmalar-1-haziran-2012.html; Özgür Eren, “Karşılaşmalar: Devam Etmesi Gereken Bir Proje”, 20.06.2012, http://www.bgst.org/tb/yazilar/200612oe.asp.