Sıcağı sıcağına yazmak isterdim ama araya başka konular girdi, gecikti. Geçenlerde TGRT’de Mustafa Akyol‘un sunduğu Siyasi Akıl isimli programa rasgeldim. Konuk Prof.Dr.Atilla Yayla, konu da Kapitalizm idi.
Ne yazık ki bir kez daha liberallerin kapitalizm tartışmalarında ne kadar art niyetli ve saplantılı olduklarına şahit oldum. Kapitalizmin aslında adil bir sistem olduğunu, sosyalist “kara propaganda”nın etkisiyle yanlış anlaşıldığını, İslam’ın aslında kapitalizme olan yakınlığını konuştular. Konuştular dediysem konunun hacmine binaen öyle derin bir sohbet yaptıklarını sanmayın. Program, entellektüel derinliği olan karşılıklı bir sohbetten ziyade Liberal ekonomiyi nasıl sevdiririz kaygısıyla yapılan bir endoktrinasyon faaliyetine benziyordu; kaba genellemeler, alakasız kıyaslar, ad hominem safsatalar…
Eğer entelektüel ahlak sahibi biriyseniz program boyunca Atilla Yayla‘nın kör kör parmağım gözüne yaptığı çarpıtmalar bünyeniz üzerinde psikosomatik etkiler bırakabilir; tansiyonunuz çıkabilirdi mesela. Öte yandan program boyunca Mustafa Akyol ise zaten arzuladığı cevapları almanın yarattığı tatmin haliyle konuğunu daha cüretkâr olabileceği alanlara çekiyor, bu karşılıklı etkileşim ikiliyi daha da pervasızlaştırıyordu. Öyle ki, programın bir kısmında hızını alamayan muhterem Prof, kapitalizmin tabii bir olgu olduğunu, insanlığın başlangıcından beri varolduğunu söyleyiverdi. Akla şu iki olasılıktan gayrısı gelmiyor: Ya kendisi literatür dışı yeni bir kapitalizm tanımı geliştirdi ya da karşısında karşıt bir fikrin olmamasının yarattığı şehvetle farkında olmadan büyük bir gaf işledi. Doğu bloku yıkıldığından bu yana liberallerin kapitalizm tartışmalarında bir arpa boyu yol gidememesi, bana göre reel sosyalizmin yıkılışının ardından gelişen bir tür zafer sarhoşluğundan kaynaklanıyor. Hâlâ bunun yarattığı rehavet ile konuşuyorlar.
Değilmi ki kapitalizme alternatif olduğu ileri sürülen reel sosyalist sistem yıkılmış ve pratikte başarısızlığı kanıtlanmıştır, artık elde kapitalizmin “tarihler üstü” zaferine dair kullan kullan eskimeyecek bir argüman vardır. Bundan sonra her alternatif toplum arayışı, yükselen her sosyal adalet talebi, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkeleri çağrıştırılarak şeytanlaştırılabilir. Üstelik bu yaftalama ayinleri için istifade edilmek üzere Kuzey Kore gibi yaşayan korku imparatorlukları da vardır.
Liberal zevatın kapitalizm tartışmalarında bezginlik yaratan bu demagojileri, ister müslüman ister marksist cenahtan gelsin her sosyal adalet söylemini aynı fasid daire içine hapsedip boğmayı amaçlıyor. Meşrebi, teorik arkaplanı ne olursa olsun, herhangi bir sosyal adalet söylemini işittiklerinde, hele ki içinde yoğun olarak bir emekçi-ezilen retoriği varsa birden o kadim saplantıları açığa çıkıveriyor; “sosyal adalet” denilince Pavlov’un köpeği gibi adeta bir şartlı refleks şeklinde akıllarına sovyet tipi komuta ekonomisinden başka bir şey gelmiyor (ya da böyle anlamak daha çok işlerine geliyor). Çünkü ellerinde kapitalizmin “alternatifsizliğini” kıyas ile ispat edebilecekleri başka bir “delil” bulunmuyor.
Gelgelelim, ne Sovyet sistemi artık bir model olarak arzulanıyor ne de kapitalizm insanlığın başlangıcından beri var oldu. Derenin altından çok sular aktı, yeni mücadele pratikleri ortaya çıktı, yeni sözler söylendi, yeni perspektifler oluştu. Sovyetler Birliği, yarattığı otoriter bürokratik model ile kapitalizme panzehir olmak bir yana, onun kendisini yeniden üretmesini sağlayan pozitif bir karşıt-güç olmuştur. Reel sosyalizm, kapitalizme karşı itirazların kendisinde vücut bulduğu nihai model değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Anadolu coğrafyası da dahil olmak üzere, sosyal adalet ve eşitlik mücadelesinin tarihi Sovyetler Birliğinden eskidir. Sovyetler Birliği menfi bir netice olarak bu tarihin sadece ufak bir ayrıntısıdır.
Bu modelin yarattığı hüsran, kapitalizmin açmazlarını ve ona yöneltilen temel itirazları geçersiz kılmamıştır. Şüphesiz dünya değişmektedir, kapitalizm de öyle. Lakin bu değişim küresel ölçekte görüldüğü üzere finans kapitalin örtülü hegemonyası altında girilen yeni bir tür sömürü ve toplumsal mücadeleler çağını işaret ediyor. Para piyasaları bin türlü faiz çeşidinin ve emeksiz-haksız kazancın büyüyen mabedi olmaya devam ediyor. Tüketim trendleri, zenginliğin dağılımı, açlık ve yoksulluğa dair veriler de göz önüne alındığında tablo daha trajik bir görünüme bürünmektedir. Bütün bunlar kapitalizme yönelik itirazların gündem dışı kalması bir yana, çoğalarak yeniden gündemleşmesi anlamına geliyor. Çünkü hepsi küresel sistemin doğrudan çıktılarıdır. Wall Street eylemcilerinin “ biz %99’uz” vurgusu teorik mülahazalara yer bırakmayacak şekilde küresel kapitalizmin ne olduğunu özetlemektedir. Bu, %1’in %99 üzerindeki finansal otokrasisidir.
Bizim anladığımız manada modern kapitalizm, belirli bir tarihsel momentte, belirli bir tarihsel coğrafyada ( Kıta Avrupası ) kendi özgül şartlarında gelişen bir sosyo-ekonomik sistemdir. Birikim modeliyle, üretim-tüketim ilişkileriyle sanayi öncesi toplumlardan farklılık arz eden karakteristik özellikleri vardır. Tafsilatı müstakil bir yazı konusudur, geçelim.
Atilla Yayla‘nın bahsettiği, insanlığın başlangıcından beri ( biz şuna tarım devrimi sonrası diyelim ) tabii olarak var olan olgu ticarettir, kapitalizm değil. Ticaret ise esas itibariyle bir alım satım kültürüdür. Belki Weberci bir okumayla Protestan ahlakının ticari faaliyetleri kapitalizme götürücü etkisinden bahsedilebilir, ama ticaret ve kapitalizm özdeş kılınamaz. Bu derece bir indirgemeciliği Prof ünvanına sahip birinin yapması bilgi yoksunluğu ihtimalini zayıflatıyor.
Bilinçli demagogluk değilse, olsa olsa keyfi bir tanım, gayri ihtiyari bir çarpıtma olduğunu söyleyebiliriz. Eğer böyleyse bence sebebi gayet basit: Saplantı ve saplantıya bağlı olarak gelişen anksiyete bozukluğu. Bu durumda bu muhteremlerin bilinçlerinin derinlerine gömülü reel sosyalizm saplantısından kurtulmaları, rehabilite olmaları gerekiyor. Ki her sosyal adalet talebi işittiklerinde Sovyet öcüsünü hatırlayarak çarpıntıları tutmasın.