Türkiye’deki siyasi iktidar bir tür çoklu kişilik bozukluğundan muzdarip görünüyor. Kuzey Afrika halklarına demokrasi, özgürlük ve insan hakları nutukları atanlar, kendi ülkesinde kürt halkına, özel olarak da onu temsil iddiasındaki siyasi harekete karşı adeta bir cadı avı başlatmış vaziyette. Bu iki ayrı dil ve davranış biçiminin aynı bünyede bulunabilmesi psikolojik düzlemde bir çeşit anomaliye işaret etse de, politika’nın onu icra edenler üzerinde yarattığı yabancılaşma hali bu gibi tezatları hazmedilebilir kılıyor ( bizim için değil, onlar için.). Karşımızda terör konseptine çoktan geri dönmüş, anadilde eğitim gibi en temel bir hakkı bile kabul etmeyeceğini defalarca dile getirmiş, sorunu kültürel ve bireysel haklar gibi ufak tefek makyajlarla “daha ne istiyorsunuz” itirazına hapsetmeye çalışan bir siyasi anlayış var. Hükümet partisinin sözde islamcı retoriği, devletin geçmiş imha-asimilasyon çizgisinden tam bir kopuş sergilediğini söyleyebilmemiz için yeterli bir delil teşkil etmiyor. Üstelik, son zamanlarda bu noktada temkinli olmamızı gerektirecek pek çok gelişmeye de şahit olduk. Öte yandan, çatışma ortamı gerilimi tırmandırırken, AKP’nin kitle bilinci üzerindeki etkilerini ve ideolojik hegemonyasının hacmini de daha net görmeye başlıyoruz.
Zamanın hegemon düşüncesine yaslanmak her zaman minimum zahmeti ve maksimum primi olan, velakin haysiyetsiz bir iştir. Bu işin erbabı olanlar zahirde aydın-entelektüel görünürler, hakikatte ise icra ettikleri bir tür megafonluk vazifesidir. Kürt hareketine pervasızca hücum edip eleştirmek de yeni dönem ve düzenin egemen söylemi ile son derece uyumlu bir iş. İfade biçiminiz ne kadar vasat düzeyde de olsa, siyaset namına her şeyin “tek”leştiği ve hegemon partinin söylemi altında eridiği böylesi bir iklimde mutlaka prim yaparsınız. İçinde bulunulan hal tam olarak budur. Yeni ana akım medyaya baktığınızda, sanırsınız ki bütün bir şiddet furyası PKK’nın eylemleri ile başladı, öncesi ise sütlimandı. Kürt siyasi hareketinin taleplerinin PKK’nın silahlı eylemleriyle ile değil, 50’lerin ortalarında legal düzlemde ve barışçıl olarak başladığını ve 12 eylül ihtilalinde zirveye ulaşacak biçimde, devlet tarafından sürekli olarak baskı ve imha ile mukabele edildiğini tarihi bir vakıa olarak not etmeliyiz. Dolayısıyla politik şiddet bu açıdan bir tercih olarak değil, bir mecburiyet sonucu gelişmiştir. Bu tarihsel arkaplanı göz ardı ederek yapılan eleştirilerin hükmü yoktur. Karşımızda kriminal bir vaka değil, toplumsal bir hadise vardır.
Liberal Fanteziler
Kürt hareketine dair liberal cenahlarda yapılan mülahazaların temelde iki karakteristik özelliği var: Birincisi, şiddet olgusunun nereden ve nasıl gelirse gelsin kabul edilemeyeceği, bunun hak mücadelesi için meşru bir yöntem olmadığı, dahası zamanının geçtiği yönünde. Bu bakış açısına göre, kolluk kuvvetlerinin geçmişte uyguladığı sistematik zulüm ile PKK’nın uyguladığı şiddet arasında öz olarak bir fark yoktur. İkincisi ise kürt hareketinin siyasi kamplaşmada türk milliyetçilerine karşı, kürt milliyetçilerini temsil ettiği yönündeki algıdır, ki bunun gittikçe yaygınlaşan bir kalıp yargı olduğunu da söyleyebiliriz. Böylece türk milliyetçiliği olgusuna karşıt olarak kürt milliyetçiliğini yerleştirenler, kurguladıkları bu siyasi iklimde kendileri de ( doğal olarak) en olgun, aklı selim ve barış yanlısı taraf oluveriyorlar. Hiç tereddüt etmeden bu yorum biçimlerinin birer illuzyondan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. İlluzyonistliğin özeti, izleyenin duyularını yanıltarak nesnel gerçekliği manipüle etmektir. Başka bir biçimde söylersek, karşı karşıya olduğumuz Firavunun sihirbazlarıdır. Roller değişmemiştir. Bu iki illuzyon çabasını sırasıyla deşifre edersek ne anlatmak istediğimiz daha net anlaşılacaktır. Lakin önce şunu hatırlatmayı elzem görüyorum: Toplumsal mücadeleleri gizli servis operasyonları ve komplo teorileriyle açıklamaya teşne olanlar varsa, tavsiyem yazının bundan sonraki kısmını okumamalarıdır. O hastalığın tedavisi bu satırlarda olmadığı gibi, semptomları azdırıcı etkide de bulunabilir.
Şiddet – Karşı Şiddet
Şiddet, tarihte ve bugün, reddedemeyeceğimiz bir biçimde toplumsal-politik mücadelelerde araçsal vazife görmüştür. İnsanlık tarihi bununla doludur. “Keşke öyle olmasaydı” iyimserliği ne yazık ki bu olgu karşısında ütopik kalmaktadır. O nedenle, şiddeti nereden gelirse gelsin kötü addeden ve lanetleyen yaklaşım hem apolitiktir, hem de görünüşte “vicdanın sesi” ile konuşmaya benzese de aslında tam tersine tekabül etmektedir. Şiddeti nereden gelirse gelsin lanetleyen bu tutum, toplumsal mücadelelerin içini boşaltmakta, onları kriminal vakalara indirgemekte ve etik bir pozisyon almayı engellemektedir. Üstelik tarafları da aynılaştırmakta, savunma ile saldırı, fail ile mağdur arasındaki ayrımları bulanıklaştırmaktadır. Şiddet tözsel olarak kötüyse, avcı ile avın, zalim ile mazlumun, saldıran ile savunanın birbirlerine uyguladıkları şiddetin bir farkı kalmamaktadır. Böylesi bir yaklaşımın, toplumsal mücadelelere alerji besleyen, sokağa çıkan kitlelerden tiksinen liberal kalemşörler tarafından geliştirilmesi şaşırtıcı değil. Bu tutumu geliştirenler kendileri mevcut taraflaşmada etik bir pozisyon almak zahmetinde bulunmadıkları ve zaten de cesaretleri olmadığı gibi, taraflaşma algısını da felç ederek kendi konumlarını meşrulaştırmaktadırlar. Böylece ortada zalim ile mazlumun yüzleştiği bir cephe değil, kirli ve bir an önce bitirilmesi gereken bir savaş resmi oluşmaktadır. Görünüşte vicdanın sesi ile konuşan bu beyzadeler, işte bu yüzden hakikatte şeytanın avukatlığını yapmaktadır. Oysa devletin, kurumsallaşmış bir tahakküm aygıtı olarak on yıllara yayılan şiddetine karşı, bu şiddete maruz kalanların geliştirdiği karşı-şiddet aynı ahlaki çerçevede ele alınamaz.
Kürt halkının mücadelesi özelinde, Türkiye’li müslümanların bu hakikati görmesi gerekmektedir. Kürt hareketinin ana unsurlarının marksist-leninist kökenli oluşu ya da geçmişteki başbağlar katliamı gibi menfi olaylar bunu görmezden gelmek için bir bahane teşkil etmemektedir. Aksi, müslümanların kendi geçmiş deneyimlerini inkar etmeleri olacaktır. Zira kürt halkının mücadelesi PKK ile başlamadığı gibi, onun tapulu malı da değildir. Şeyh Said de müslüman bir figür olarak bu tarihin bir parçasıdır.
Kürt Hareketi Milliyetçi mi ?
Elbette, bir tarafa türk milliyetçiliğini, öteki tarafa kürt milliyetçiliğini yerleştirerek kendi pozisyonunu tarif etmek oldukça konforlu ve fazla zihinsel çaba gerektirmeyen bir iş. Olgun ve erdemli bir görüntü sunması da cabası. Peki kazın ayağı öyle mi ? Yani, kürt hareketi milliyetçi midir, ya da ne kadar milliyetçidir?
Milan Kundera sanki bu soruya cevap verir gibidir: “ İktidar sizi nerenizden yaralıyorsa, orası artık kimliğiniz olur. “ . Sorunu marksist-leninist jargonun ezen-ezilen ulus milliyetçiliği dikotomisi ile açıklamak hem artık bıkkınlık vermiştir, hem de yeterli değildir. Milliyetçilik, modernitenin ve onun politik-kurumsal yansıması olan ulus devletlerin kuruluş sürecine eşlik eden katı bir çimentodur. Bir toplumun varoluşunun boyutlarını oluşturan etkenlerin hepsini; kültür, dil, siyaset, ekonomi, sanat, spor vs her ne varsa tümünü sistematik bir biçimde tekleştiren ve tapınç nesnesi haline getiren milliyetçilik, bu tarihi itibariyle bizim sorumuza verilecek cevap olamaz. Kürt halkının mücadelesi özelinde gözlemlediğimiz ise bilakis bu milliyetçi inşa sürecinin zulmüne maruz kalmış, asimilasyon nesnesi olan bir kimliğin varoluş savaşıdır. On yıllarca kürt olmadıklarına ikna edilmeye çalışılan, dili yasaklanan, sürülen, kırılan, kürtlüğü yüzünden sırtından sopa eksik olmayan bir halk, bütün bunlara cevap olarak o kimliğe daha fazla sarılmıştır. Dolayısıyla bunun ne milliyetçi şovenizmle, ne de kabile asabiyesi ile bir benzerliği vardır. Onların tam tersi şekilde burada bir kibir ve üstün-ırk yanılsaması değil, hatta tam da bunlara karşı gelişen meşru bir savunma, kimlik eksenli bir direniş söz konusudur. Kürt olma unsurunun ekseriyetle ön-plana çıktığı kürt hareketinin siyasetinde bu yüzden milliyetçi bir düşünce yoktur, olsa olsa milliyetçi bir söylem konjönktürel olarak öne çıkmaktadır . Üstelik sendikal haklar, ekoloji sorunu, toplumsal cinsiyet gibi alanları da gündemine katan ve bu doğrultuda daha geniş bir mutabakat ve ittifak zeminine yayılan kürt hareketi, bu pratik çizgisiyle türk milliyetçilerinin şovenliği ile kıyaslanamayacak kadar başka bir dünyaya aittir. Liberal demagoji ise bu ikisini aynılaştırmak üzerine kendini inşa etmektedir. Bir tarafta varoluşu için mücadele etmeye mecbur bırakılmış bir halk ve o halkın hatırı sayılır kısmının sahiplediği bir siyasi hareket, diğer tarafta ise bölünme paranoyası ile malûl, ulusal sınırlara tapan tuzu kuru güruhlar. Bu ikisini aynılaştırmak ve üstelik hakim bir algı olarak yaygınlaştırmak gerçekten başarılı bir illuzyondur. Peki biz, dillerimizin ve renklerimizin farklılığının Allah’ın ayetleri olduğuna iman etmiş müslümanlar olarak bu mücadeleye karşı nasıl bir tutum alacağız ?
Kitle eylemlerindeki gençlerin kontrolsüz şiddetinden ve PKK’nın geçmiş menfi eylemlerinden ötürü bütün bir hak mücadelesinin üstünü çizip, liberaller ile aynı kolaycılığı mı paylaşacağız ?
Yoksa her şeye rağmen zalim ile mazlumu ayırt edip adaleti ayağa kaldırmaya mı çalışacağız ?
Hakim ve yaygın fikirlerin gücüne aldanmamak gerekir. Zira gördüğünüz gibi, Firavunun sihirbazları hâlâ iş başındadır.