Kadim kaynaklardan Sümerlerin Gılgamış ve Eski Yunan’ın İlyada destanları ölümsüzlük ve dostluk temalarını ele almışlardır. Demek ki insanlığın psikolojik talebi ölümsüzlük, sosyolojik isteği dostluktur. Dost kalmanın mutlak şartı toplumsal uyumdur. Uyum ise ancak adil bir toplumda uygulanabilirliği olan eşitliğe bağlıdır. Fransız filozof ve edebiyatçısı Alain’in dediği gibi birey mutluluğu ancak toplumsal mutlulukla sağlanabilir. Muhammed Peygamberin öğretisinde de komşusu açken kimse mutlu yatamaz, can ve mal güvenliği içinde olamaz. Dostluk ahlak, hukuk, eğitim, sağlık, yönetim konularında herkesi eşitçe kucaklayacak davranışlar sergilemekle mümkündür.
Homeros’un İlyada ve Odesa destanları Eski Yunan’ın siyasetten eğitime kadar tüm toplumsal yapısında nasıl etkili olmuşsa Tora (Töre, Tevrat) İbranilerde, İncil İsevilerde ve Kur’an Muhammedilerde etkili olmuştur. Ancak etkilerden her ne kadar söz etsek de ortada ilahi bir komedya da oynanmıştır. Yani Tanrı adına yetki kullanma hastalığı ve eleştirilemez konum ve yorum tekelciliği tarih boyunca gır gitmiştir. Diyanet, mezhep imamı, tarikat şeyhi, cemaat lideri, tefsir yazarı, ayetullah, rehber, psikopos, papa, rahip, haham, kohen ve Budist fakirini eleştirememek Dante’nin İlahi Komedyası’nın dışında bir şey midir?
Yeryüzündeki tüm arayışlar insan huzurunun keşfi için değil midir? Fransız aydınlanmasının babası Voltaire insanı mikro kozmos[2], evreni makro kozmos[3] olarak niteler. Bu tanımlama Doğu sûfilerinin[4] literatüründe de var olan kadim bir algıdır. O halde ideal insan nasıl biri olacak ki dostluk ve ölümsüzlük gerçekleşsin diye sormamız gerekir. İşte bu soru kadîm[5] devirlerden beri gelen ve her çevre tarafından farklı biçimde betimlenen bir çerçeveye sahiptir. Eski Yunan’ın zeki evladı Eflatun (Platon), aklını kullanarak duygularını kontrol eden, sanat yerine felsefeyle uğraşan insanı ideal insan yerine koymuştur. Batının XIX. yüzyıldan bir evladı olan Marx, siyasal statüsünü kendi belirleyebilen, toplumdaki gizli ve açık tüm kast ilişkilerine başkaldıran ve özgürlük potansiyeliyle dolu olan insanı ideal insan olarak göstermiş ve ona özerk insan[6] demiştir.
İdeal insan aynı zamanda ideal eser ortaya koymalıdır. Çağımızın toplumcu gerçekçi edebi-felsefi akımı “Toplumcu olmayan bir eser güzel olsa da değersizdir.” derken çok da yanılmış sayılmaz. Zira sanat bireyin ölümsüzlüğü ve toplumun dostluğuna hizmet etmelidir. Servet-i Fünûn’un ağır topu Tevfik Fikret de “Gerçek sanatın şartıdır, amacı değildir.“ derken trajedi yazarları gibi aklın kurallarına uymayan sanatı çirkin görmüş, gerçekliği var oluşun kavranmasında birincil adım saymış; insanı merkeze almayan, anlaşılmayan ve mutluluğa hizmet etmeyen hiçbir değer gerçekte bir anlam ifade etmez demek istemiştir.
Dostluğun toplumsal inşasına giden yolda Lenin “Hukuk, siyasetin önlem almasıdır.“ diyerek siyasetin hukuka baskınlığını öne çıkarmıştır. Herman Cohen hukuku ahlakın matematiği sayarak matematiksel davranış kurallarını dostluğun temeline yerleştirmiştir. Kimilerine göre de çağımız içinde tüm dostluk arayışları seküler[7] ve metafizik[8] bir sentez olan demokraside gizlenmiştir. Arayışın özünü sorgulayan Spinoza “Akılsız istek kör, isteksiz akıl kısırdır.“ demiştir. Spinoza’ya göre ölümsüzlük ve huzuru akıl çerçevesinde istemeliyiz. Mustafa İslamoğlu’nun bu tartışmaya katkısı akleden kalp olmazsa ideal insan ve ideal dünya kurulamaz biçimindedir.
Kur’an İslam’ından habersiz bir dünyada Hıristiyan ahlakını yani kadim Doğu’nun mistik ahlakını dünyevileşmeye giydiren demokrasi, insanların rasyonelleştiği bir dünyada huzur kaynağına dönüşememiştir. Çünkü maddeleşme, bencilleşme ve yıkıcı rekabet temellerine dayanan kapitalist dünyevileşme Hıristiyan ahlakı tarafından durdurulamamıştır. Batı’ya Müslümanlaşma diye lanse edilen tasavvufçu, mistik, ruhani içerikli Mevlanacılık, Nurculuk, Süleymancılık, Milli Görüşçülük, Işıkçılık, Hacı Bektaşçılık, Yunusçuluk, Nakşilik, Kâdirilik ekolleri pek bir şey kazandırmaz. Zira bunların söyleyecekleri zaten Hıristiyan ahlak ve ilahiyatında vardır. Gerçekte din, ahlakı kuşatan bir yeryüzü düzenlemesidir, salt bir ahlak öğretisi değildir. Tecrübeler göstermiştir ki demokrasi dahil hiçbir siyasal ekol ideal insan ve ideal dünya kurmak isterken Kur’an dünyasını ıskalayan bir tavır içinde olma lüksüne sahip değildir. Örneğin İngiliz aydınlanmasının babası Roger Bacon, Arap hocalardan ders almış biri olarak tam bir İbn-i Sina hayranıdır. Bu sebeple İngiltere’ye Engizisyon hiç girememiştir. İngiliz Cambridge üniversitesi Hıristiyan ahlak ve ilahiyatını akla yakınlaştırma misyonunu halen sürdürmeye devam etse de kapitalist ekonomik ilişkileri yok edemeyecektir, insanlığın kadim iki talebini karşılama konusunda çaresizliğini ilan edecektir.
Karl Marx “Din, mazlumun zalim ve zengine başkaldırmasıdır.“ derken Muhammed Peygamber ve Halife Ömer gibi bir dil kullanmıştır. Dinin müşrik, kâfir ve münafık kategorizeleri esasında zalim ve zengin sınıf reddiyeleridir; bu kimseler sınıflaşmış toplumun efendilik kompartımanında oturanlardır. Nietzsche’nin söylediği “Din, zayıfların güçlüleri aldatmak için ürettiği uydurmalardır.“ tezinin sahih dini değil uydurulan dini kapsadığı unutulmamalıdır. Ayrıca tarihte bunun örneğinin olup olmadığı da epey tartışma götürür. Çünkü uydurulan din egemenlerin afyonlaştırdığı ve zayıfları yönetmek için kullandığı ritüel ve hurafeler yumağıdır.
Erasmus, “Türkler’in karşısına savaşla değil İncil ile çıkın.“ derken önemli bir yanlışa imza atmıştır. Çünkü Türklerin ahlak anlayışında tasavvuf yoluyla zaten İncil kültürü vardır. Zalime başkaldırıyı öneren Kur’an ayetlerine rağmen halkın pasifist duruşu tasavvufi ahlaka dayanır. Tasavvuf, sağ yanağına vururlarsa sol yanağını da dön biçimli bir Hıristiyan ahlakından ilham almaktadır.[9] Erasmus ve Doğu sûfîleri ölümsüzlük ve huzur bulma konularında yöntem olarak ataraksi[10] tavsiyesinde bulunmalarıyla nasıl hata yapıyorlarsa ütopik[11] sosyalistler de insan gerçeğinin zihinsel evrimlerini görmezden gelerek benzer hatalara düşüyorlar. Engels’in insanı “üretim araçlarının ürünü olan sosyal bir varlık“ diye tanımlaması insan gerçekliği açısından gerekli ancak yetersiz bir tanımlamadır. Çünkü insanı sadece üretim araçları değil ölümsüzlük ve huzur talepleri ile bunları sağlayacağını düşündüğü başta din olmak üzere tüm ideolojiler şekillendirmektedir. Elbette her ideolojinin üretim ve üretim araçlarına dair bir bakışı olsa da sadece üretim araçlarına özel bir bakış söz konusu değildir. Kur’an, adalet talebinin insanlıkta en büyük istek olduğunu peygamberlerin adaleti sağlamak için geldiğine dair vurgusuyla belirtir. Yani üretim araçları kullanımı elbette toplumsal yapıyı etkiliyor, fakat insan doğasındaki sürekli var olma ve mutluluk isteğinin üst yapısı olan eşit ve adil bir dünya inşası her şeyin önüne geçiyor.
Frankfurt ekolünün en tanınmış fikir işçisi Herbert Marcuse’un iki boyutlu kültür tezini dikkatle incelemek gerekir. Goethe, Proust ve Tolstoy’un da benimsediği iki boyutlu kültür tezi bir yandan geleneksel realizmi dikkate alır, öte yandan özü reddetmeyen bir modernizmi öne çıkarır. Kur’an hem toplumsal olumlu realitelere mârûf yaklaşımıyla vurgu yapar hem de İbrahim geleneğinden gelen ancak çağın algısına uyumlu hale getirilen insani ve ilerici duruşu da idealize eder. Yani toplum gerçeğini reddetmeden, yumuşak geçişlerle ilerici bir yenilik inşa etmek iki boyutlu kültür anlayışının uygulanmasıdır. Kur’an’da bu mesele Firavun, Nemrut, Hâmân, zengin tiplemelerinin psikolojik çözümlemeleri yapılırken kıssalarda dramatik[12] gerilimler içeren sahnelerle anlatılır. Bu esnada peygamber ile iktidar arasında kalan halkın trajik[13] bir realizm yaşadığı belirtilir.
Eflatun, felsefenin kaynağını “hayret etmek” diye niteler. Yani “anlamak için şaşkınlığını gizlemeden ortaya çaba koyma” felsefenin motivasyonu olarak belirlenir. Kur’an’daki akla gönderme yapan yedi yüz küsur ayet dikkate alındığında Platon’un ne kadar doğru söylediği görülüyor. Bu nedenle okuduklarımız bir tekrar olmaktan çıkarılmalı, farkına varamadığımız gerçekleri fark ettiren ve öğrenince de hayretimizi artıran tespitlerle dolu bir içeriğe sahip olmalıdır. Böylesi bir eser, büyük emek ve uykusuz gecelerin çocuğu olmalıdır. Bu tip bir eserin doğumu zor olur; ancak dünyalar güzeli bir hakikat demeti ortaya çıkar. Emeğe değer veren tüm fikir yoldaşlarının bu tip eserlerden çok faydalanacağını umuyorum. Kur’an “Nûn! Kalem ve satır satır yazdıkları tanık olsun.”[14] diye başlayan ayetiyle eli kalem tutan ve akıl sağlığı yerinde olan herkesi göreve çağırmaktadır. Ayrıca Kur’an, ilahiyatçılara inmiş bir kitap değildir. Kur’an din sınıfının tekelinde hiç değildir. Bu nedenle inancı ne olursa olsun her insan Kur’an’ı inceleyen eserler ortaya koymalıdır.
Müslümanların acil bir açılıma ihtiyaçları vardır. Geçmişin mezhep tekeline dayanan referansları[15] temel alınarak İslam’ın yorumlanması devresi sona ermelidir. Tarihteki tüm mezhepleri birlikte aynı havuza getirerek mezhep içtihatlarından yararlanmak ile bir mezhep dışı yorumu din dışı göstermek farklıdır. Ayrıca televizyonların Ramazan programlarına baktığımda sûfî etkili tarikat İslam’ı pompalanıyor ve ideal Müslüman tasavvuf dairesinden tanımlanıyor. Böylece din deyince sadece gönül muhabbeti ve edep ahlakı adı altında bol kerametli, çok efendimli ve pek tatlı sözlü bir biatçılık inşa ediliyor. Halbuki Kur’an gönlü aç bırakmadığı gibi eylem ahlakını önceler. Kur’an, Hanifler gibi etliye sütlüye karışmayan, tasavvuf ehli gibi yanlışa sadece nasihat yoluyla karşı duran pasif bir imanı değil haberci Muhammed gibi zulmün her türlüsüne başkaldıran aktif bir İslam ahlakını önerir. Müslümanlığın ontolojisi hakkı savunma ve zulme direnmedir. Abbasilerin devletin bekası kaygısı için yaptıkları doğru bir davranış biçimleri vardır ki mutlaka örnek alınmalıdır. Çünkü Abbasiler, rivayetçi Arap aklına bağlı ve hadis geleneğini önemseyici olmalarına rağmen hem çevre kültürlerinin karşısında etkisiz kalmayı durdurmak hem de İsmailî hareketlerle mücadele kabiliyeti elde etmek için Hanefi fıkhı ve Mûtezile kelamını devletin resmi politikasına dönüştürdüler.[16] Daha yetmedi Aristo başta olmak üzere Eski Yunan filozoflarından tercümeler yapan Beytü’l-Hikme adlı kurumu oluşturdular. Böylece devlete lazım olan akılcılığa/rasyonaliteye ulaşmış oldular.
Çağımız geçmişin kalıp ve bilgilerini günümüzde canlandırmayı değil, temel bilinç kaynağımız olan Kur’an’dan hareketle hayatı yeniden kurmayı gerektirmektedir. Tüm söylenmiş ve yazılmışlar bir yanımızda durmakla birlikte doğrudan Kur’an’dan üreteceğimiz, zamanın tecrübesini katacağımız ve Muhammed Peygamberi zaman ve mekanı içinde iyi okuyacağımız yeniden yapılanmacı bir anlayışa ihtiyacımız vardır. Yoksa eskiyle nikah tazeleme eylemleri siyasal, ekonomik, hukuksal, ahlaki, eğitimsel, teknolojik, zirâî ve sıhhî alanlarda taklitçi olmaktan bizi kurtarmayacaktır.
Doğrudan Kur’anla beslenen ve peygamber Muhammed’in söz ve eylemlerini kendi özel koşulları altında çok iyi analiz eden bir algı ile hareket ettiğimizde XXI. yüzyılın devrimini gerçekleştiririz. Bu bir hayal değildir ve hiçbir Tanrı habercisi de hayalperest değildir. İsa, Musa ve Muhammed kendi devirleri içinde Mısır, Roma ve Mekke egemenliklerine[17] karşı az sayıyla ama etkin bir dil ve güçlü bir alternatifle nasıl mücadele ettilerse, Muhammed nasıl ki saldırılara karşı kılıcını eline aldıysa[18] çağın tüm Müslüman mağdurları aynı yöntemle sömürülme, cehalet, yoksulluk, bilgisizlik, törelere sıkışmışlık, geleneklere tapma, Allah dostları adı altında manevi karizmalar üretip aklını onlara teslim etme, cemaat kitapları ve tarikat virdlerine Kur’an’dan daha sıkı bağlanma; lider, parti, şeyh, efendiyi vazgeçilmez ve tartışılmaz görmeye son veren başkaldırı modelleri üretmelidir. Dahası Müslüman deyince sakallı ve dünyayla işi bitmiş zavallı bir ihtiyar imajından vazgeçip Ali, Ammar, Mus’ab, Ömer, Fâtımâ, Âişe gibi 12-18 yaş aralığında bir çoğunluğun ve 30-40 yaş aralığında bir olgunluğun olduğu genç ve dinamik kitle hatıra gelmelidir.
Tasavvuf çevresi sürekli yaşlı kadın ve erkekleri mübarek, gençleri de günah kutusu gösterdiğinden bu tavrıyla İslam’a ters bir anlayış içindedir. Bu nedenle Müslümanların ve bilhassa genç Müslümanların[19] zihinlerini rafine[20] etme zamanı gelmiştir. Şükür ki son dönemde Kur’an’dan beslenen inşacı entelektüel Müslümanlar yazdıkları kitaplarla Müslüman gençliğin[21] zihnini Kur’anla inşa ediyorlar.
Kur’an nasıl bir insan profili ortaya koymakta sorusu Kur’an nasıl bir insan tipine karşı çıkmaktadır sorusunda gizlidir.[22] Evvela konformist tip[23] Kur’an’ın hiç sevmediği kimsedir. Çünkü bu tip bencilliğin en temel özelliğini yansıtan kimsedir. Bundan daha kötüsü oportünist[24] tiptir. Çünkü bu tip konformizmin[25] doğal sonucudur. Kur’an kadın konusunda da Batı edebiyatında anlatıla gelen kurban tipi[26] kadın tiplemesine karşı olduğu gibi ölümcül kadın tipine[27] de karşıdır. Kur’an’ı ayrıca F. Kafka gibi hiçbir yerde tutunamayanları, Samuel Backet gibi sürekli kovulan ve bu nedenle daima kurtarıcı[28] bekleyenleri, Seul Bellow gibi hiçbir toplumla barışık yaşayamayanları anlatan ve idealize eden bir tipoloji ortaya koymamakta; James Joyce gibi iman ve itiraflarla dolu kimseleri,[29] Michel Butor gibi günah duygusunun ezikliği altında inleyen[30] tipleri idolleştirmediği gibi hiçbir zaman bunların benzeri olun da dememektedir.[31]
James Joyce, Sanatçının Genç Adam Portresi adlı kitabında insan ruhunu kötümser ve günahkar biçimde ele alır. Virginia Wolf da bireysel acılar üzerinden sosyal çalkantıları dillendirip günah itiraflarını söyleyenleri zirveye taşır. Din böylesi bir sahaya itilince Marx ve benzerleri elbette öylesi bir din yorumundan kaçacaklar ve ateizme yelken açacaklardır. Fakat Avrupalı dinden ne kadar uzak olduğunu iddia etse de aslında din insanın tüm hücrelerine sinmiştir. Andre Maurois gibi ateist bir yazar Lazzare romanında İsa’nın dirilttiği iddia edilen Lazzare’ı (Lazar’ı) kahraman yaparken bir başka ateist yazar olan Andre Gide ise Pastoral Senfoni adlı romanında bir papazın dünyasını anlatır. Demek ki din zihin ve kalpten kolayca sökülüp atılacak bir olgu[32] değildir. İşte insanlık Kur’an reçetelerini dikkate almazsa Martin Elden romanının kahramanı Martin’i örnek alarak intihar eden Jack London’a yahut Goethe’nin yazdığı Genç Werther’in Istırapları romanını okuyup da Werther gibi aşkı sebebiyle balkondan atlayıp intihar eden ve buna da Wertheryen aşk adı takan zavallı kitlelere benzeyebilir. Belki bu da yetmez ve Kafka gibi bunalıma girip “Ölümümden sonra tüm kitaplarımı yakın.“ diyebilir.
Kur’an’da ismi verilmeyen pek çok psikolojik[33] ve sosyolojik[34] tiple karşılaşırız. Firavun tipi içinde hangi Firavunların, Nemrut içinde hangi Nemrutların olduğunu bilmeyiz; Velid bin Muğire, Ebu Cehil ve Ebu Süfyan’ın hangi eleştiriler içinde zikredildiğini doğrudan anlayamayız. Çünkü Kur’an’ın amacı kişiyi değil tipik[35] olanı göstermektir. Kişiler ölür ama davranış ve zihniyetler devam eder. Kur’an, habercilerini arşetip[36] olarak da sunmamaktadır. Çünkü peygamberler reel, sokakta, savaş meydanlarında, eşinin yanında, piknikte, kanlı-canlı yaşayan rol-modellerdir. Ancak toplumlar Tanrı habercilerinin yaşam serüvenini ve miras bıraktıkları kitaplarını ihmal edince, anlayışlarını revize[37] etmeyince peygamber arşetip olmaktan ve kitabı nostaljik bir ahiret garantisine dönüşmekten kurtulamamıştır.
Kur’an, Makyavelist tipten[38] nefret eder. Çünkü bu tip her yolu mübahlaştıran[39] biridir. Ünlü yazarlardan Albert Camus ve Jean Paul Sartre gibi düşünürler dünyaya hippi[40] ve isyancı gençlik[41] modeli dışında bir çözümleme getirememişlerdir. Albert Camus, yazdığı ünlü Caligula adlı trajedisinde kişinin “İçinden geldiği gibi yaşaması da bir çözüm yolu değildir.“ ana fikrini savunmak durumunda kalmıştır. Yani sorumsuz bir ego-santrizmin[42] insanı mutlu etmeyeceği, mutlak bir ben merkezciliğin ancak duyguları söküp almakla mümkün olacağını vurgulamış oluyor. Halbuki Tanrı’nın içimize koyduğu sos[43] işaretlerini her an görebiliyoruz.
Katolik Kilisesi’nin “Zaman ve mekana göre değişmeyen değerler vardır.“ tezine bir tepki olarak yazılan Güliver’in Seyahatleri romanı “Ölçüyü akıl belirler.“ tezini ortaya atmasına rağmen aklın dünya savaşlarını durduramaması, sömürmeyi bitirmemesi, egoları zaptedememesi, vicdanları harekete geçirememesi gibi sebeplerle tanrısal değerlerden mahrum bir aklın vicdanı harekete geçiremeyeceğini de farkına varmadan göstermiş oldu. Demek ki akıl çok şeydir ama her şey değildir. Akıl; merhamet, eşitlik ve adalet duygularıyla yönlendirilen bir insani nitelik olursa tanrısal değerlere hizmet aracına dönüşür, yoksa önüne geleni yok eden bir canavar olur. Kur’an’daki yedi yüzden fazla dillendirilen akıl vurguları kalpsiz dünyayı kalbin referanslarıyla inşa edecek bir akla yöneliktir.
Kur’an anlatılarıyla uyumlu olan, insan ve toplum gerçeğini anlatan Batılı önemli yazarlar vardır. Bunlardan biri olan Fransız düşünür Stendhal, toplumla uyuşamadığından dolayı toplum dışı kalan ancak kişiliğini güçlü ve azimli kılan tipleri anlatırken sanki bir peygamber tipolojisi çizmektedir. İngiliz düşünür Charles Dickens, ahlakçı, eleştirel gerçekçi ve psikolojik yaklaşımlar sergilerken tam bir sosyal reformculuk göstermiş; yatılı okul, hastane, fabrika ve ücret haksızlıklarını dillendirişinde Müslümanca bir tavırla ortaya çıkmıştır. Norveçli düşünür Knut Hamsun, toplumdan bireye doğru yapılan baskıları ele alırken çok ciddi psikolojik analizler ortaya koymasıyla modern bir trajik durum sergilemiştir. Bu trajik çatışma sahâbe[44] denilen ilk devir insanlarının da iç çatışmasıydı.
Nihilist tipin[45] Kur’an’dan onay almayacağını bilmeyen yoktur. Fransız düşünür Gustave Flaubert’de de görüldüğü gibi nihilizmin kontrolüne giren Batı insanı sömürü düzeni olan kapitalizmin nimetlerinden yararlanmayı ve tüketimin insanı hayata bağlayan bir çaba olduğunu savunmayı içselleştirmiştir. Halbuki Batı’nın akıllı çocuklarından Proust, kendine ve doğaya yabancılaşan kimselerin geçmişin anılarından umut devşirerek ruhunu besleyen insanları yok edemediğini belirterek nihilist bakışın hayat ve zihniyete bir şey kazandırmadığını ve anlamsızlaştırmanın yanlışlığını dillendirmiştir. F. Kafka, romanı “insanın yok olma noktası“ diye tanımlarken bile varlığa dair bir umut ortaya koyuyor. Nihilist bakış aslında Allah yokmuş gibi davranmaktır. Halbuki Tanrı vardır ve içimizde onu hep hissederiz ve dışsal delilleri sürekli gözümüzün önünde durmaktadır.[46]
Kur’an, Emile Zola’nın ünlü roman serisi “Rougon-Marckartlar: II. İmparatorluk Döneminde Bir Ailenin Toplumsal Tarihi” adlı yirmi cildi bulan nehir-roman serisinde yapılanın benzerini yapmıştır. Kur’an ve bu roman, toplumun tüm katmanlarını ve yaşanmışlıklarını bir bir ele alarak realist biçimde yansıtmışlardır. Bir farkla ki Kur’an reçeteyi de sunmuştur. Bu roman dizisi içindeki Germinal romanında gördüğümüz cinsellik üzerinden üretilen kişisel ilişkilerin kolaycılığına dair red Kur’an’ın altına imza atacağı bir realitedir. Çünkü Kur’an köleliğe karşıt tavır alırken cinselliğin istismarını ve kadın köleliğine dayalı düzenin kolaycılığını da reddediyordu. Hatta Kur’an kadına miras verilmesini söylerken onu cinsel meta aracı olmaktan kurtarmayı amaçlıyordu. Kur’an cinselliği doğal bir insan yasası olmaktan dışarı çıkarmamış ve cinselliğin ana unsuru olan kadını herkesin sorumluluk almadan ve serbestçe kullanacağı bir nesne olmaktan çıkarmıştır. Kur’an, kadın etinden yararlanan sektöre öldürücü darbeyi vurmuştur. Kadının duygu, düşünce ve hayalleri çerçevesinde anne olma hakkı vardır. Bir kadının kendisiyle her konuda eşit olduğu bir eş tarafından sevilme ve korunma içgüdüleri de Tanrı’nın verdiği doğal bir gerçekliktir. Cinsel yaşamı özel alan yapmak ve tüm estetikliği içinde şık biçimde doyasıya yaşamak[47] hem kadın onur ve değerini korumaya dönüktür hem insanı hayvandan ayrıştırmadır hem de uygarlığın ormandan farklı olduğunu ortaya koymadır.
Bergson, “Sanat dini çocuğudur.“ derken yanılmaz. Çünkü din hayatı anlamlandırmanın ilk adımı ve adıdır. Din aslında dramlarımıza tercüman olur. İçimizdeki özgürlük istemiyle dış dünyanın determinist[48] baskıları arasında kalan insanın çaresizliğine çare üretim merkezidir. Fransız düşünür Alain’in de dediği gibi tüm sanatsal etkinlikler insanı ararken aslında Tanrı’yı aramaktadır. İnsanlığın kadim sorgusu olan “kimim, niçin varım ve nereye gidiyorum, niçin götürülüyorum“ soruları sanat, felsefe ve dinin cevapladığı sorulardır ve her zaman sorulacaktır. İnsanlık dramının özünde bu nedenle hep sorulardan arınmış ve bağımlılıklardan kurtulmuş bir özgürleşme sevdası olacaktır. Zira para, makam, kadın, erkek, güzellik, yakışıklılık, kariyer, konfor, güç, çevre baskısı karşısında özgürleşme çabası insan dramının temelini oluşturmaktadır. İşte bu özgürleşme çabası sırasında hayat mektebinde sınıfta kalanları analiz eden Jean Paul Sartre “Cehennemde günahsız mağdurlar ve masum mahkumlar yoktur.“ demekten kendini alamaz.
Eski Yunan’a ait antik çağ dramının tanrıça Dionizos adına yapılan ayin ve şölenlerden doğduğu kabul edilir. Eski Yunan’ın ünlü tiyatro ustası Sophokles oyunlarında kader ve Tanrı adaletini konu edinerek kadim soruna ötelerden tartışmacı bir katkı yapar. Zaten trajedi de mutsuz insanların kaderleriyle savaşmasını konu edinen bir oyun türüdür. Yani sanat aslında dinin cevapladığı kadim insanlık konularını dillendiren farklı bir kulvardan ibarettir.
Romantik sanatçılar, “İnsanlar özgür ve eşit doğar ancak toplum insanları mutsuz eder, bu nedenle toplumun olmadığı doğaya kaçıp sığınmalıyız.” düşüncesini savunurlar. Victor Hugo’nun Sefiller romanı ile Cromwell oyununun önsözü bu fikri desteklese de toplumdan kaçış bir bencillik olur. Kur’an, kişinin kalıp savaşmasını önerir. Romantikler ayrıca “İnsanlar özgür ve eşit doğarlar ancak bedensel eksiklikleri, sakatlıkları insanları mutsuz eder.” derken Victor Hugo’nun Notre Damne’ın Kamburu romanı bu düşünceyi destekler. Ancak her iki romantik fikriyat toplumsal algıyla mücadele etmeyi değil toplumdan kaçmayı yahut içine kapanmayı çözüm olarak göstermektedir. Halbuki Kur’an’ın insanı dışa dönüktür, faaldir, etkilidir, konuşandır, sürü değildir, öznedir, anti-nesnedir, şahsiyetli bireydir; dert ve davası için meşru her yolu deneyen toplum insanıdır.
Anatole France “Objektif sanat ve objektif eleştiri olmaz.“ derken gerçekten haklıdır. Çünkü koşulsuz bir objektiflik ya fikirsizliktir ya da duygusuzluktur. Bu bapta kadim dini metinler objektif midir, gerçekten tarafsız mıdır sorusu önemlidir. Zira Tanrı’dan geldiği iddiasını taşıyan kitapların tarafsız olmayacağı aşikârdır. Peki Tanrı taraflı mı konuşur veya kimin ve neyin tarafını tutar? Tanrı gerçekten taraf tutuyor; ancak içimizdeki güzellik ve iyilik beklentilerini dillendirerek Tanrı tarafını belirtmiş oluyor. Sevgi, acıma, paylaşma, adalet, kardeşlik, güzel görünme, eşitlik, her türlü çirkinliği üstümüzden uzak tutma, dostluk, eğlenme, sadece kendimize ait kadın/koca ve sadece kendimizle cinsellik paylaşacağımız eş isteği, çocuk sevgisi, babalık ve annelik duyguları, barış içinde yaşama insan denilen tüm varlıkların temel içgüdüleridir. İdeoloji, din, bilim, sanat ve felsefe bu iç güdüleri tam gerçekleştirecek bir dünya kurmak için çabalamaktır. Demek ki tanrısal değer deyince bunları temel değer yapan insani değerleri kastediyoruz; din de bunu yaşama ve yaşatmanın adı oluyor. Piyasa Müslümanlığından Yahudiliğe kadar adına din denilen uygulamaların vicdani değerlere başkaldırması onların gerçek din olmadığını, dinden parçalar taşıyan dinimsi kurgular olduğunu hatıra getiriyor. Allah’tan ki Kur’an elimizde sapasağlam duruyor da dinin gerçek pencerelerine ulaşabiliyoruz.[49]
Latin şairi Trimbull, “Tanrı önce korkuyu yarattı.“ cümlesiyle ciddi bir hata yapıyor. Çünkü doğadaki ses orkestrasyonuna[50] kulak verseydi, renk cümbüşüne dikkatle baksaydı, doğayı içine çekerek koklasaydı Tanrı’nın öncelikle sevgiyi ve sevilecekleri yarattığını görürdü. Hayata doğru bakamayan kimselerin çözümleri de işe yaramıyor ve hayatı berbat ediyor. Bu tür fikirler Hıristiyanlığı etkilemiş ve korkulan Tanrı düşüncesi Hıristiyanlıkta hep dominant[51] bakış olmuştur. Sonra da Müslüman pazarında kendine müşteri bulmuştur. Bu berbatlıklara tepki koyanlardan kimileri de Fransız şair Alfred de Vigny’nin Kurdun Ölümü şiirinde savunduğu gibi ruhumuzu yüceltip sessiz biçimde ölmeyi önermek durumunda kalmıştır. Halbuki ruhumuzu yüceltmek bireysel ve toplumsal meselelere karşı dinamik tepki koyarak, kimlik ve kişiliğimizi koruma adına mücadele vererek sağlanmalıdır. Pasifist bir tepki “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış.” darb-ı meselindeki[52] gibidir.
Çağımız insanı Kur’an repertuarında[53] olanları bir mizansen[54] içinde uygulamak zorundadır; kahraman, zaman, mekan, koşul ve adlar değişmiş olsa da. Kur’an’ın hukuk hükümleri belirten ayetleri ahlak ve amacı doğrultusunda çağın kaldırabileceği bir algı içinde yeniden üretilmelidir. Bu bir zorunluluktur. Yoksa Kur’an’ın amaçları anlaşılmamış olacağından lafızcılık yanılgıları sürüp gidecek ve Kur’an ölü kitap muamelesi görmeye devam edecektir. Mesela Kur’an, elçi Yusuf konusunu işlerken Tevrat gibi melodram[55] üretmez. Çünkü peygamber hikayeleri ah vah etmek için değil hayata dair realist dersler çıkarmak ve naturalist çözümler üretmek için aktarılmaktadır.
Burjuvazi sınıfının gerçeklerini anlatma üzerine var olan realizm türü[56] F. Kafka, J. Joyce ve A. Camus gibi dehaların fark edemediği eksik bir gerçeklik alanıdır. Bu akım, insanı ruh-beden ayrımı içinde ele alır, insanın toplumsal güdülerini reddeder. Ayrıca deneyimleri sadece romansal bir kurgulama sayıp hayatın realitesinde asla yer bulmayan bir kurmaca olarak görmesiyle Kur’an’dan onay alamaz. Zira insanı toplum dışı bir varlık saymak ve insanın topluma dair güdülerinin olamayacağını savunmak hangi akla hizmettir.
Zeus, Hera, Herkül, Afrodit ve Eros gibi tanrıları var eden insan bunları terk edip tanrı koltuğuna kendi geçmelidir fikrini savunan Humanizma, “Her şeyin ölçüsü insandır.” derken mutlak bir sübjektivitenin de kapısını aralamıştır. Çünkü “Tanrı öldü, yaşasın tanrı.“ sözleri insan sayısınca tanrı var etmiş; egoizm, çıkar, ihtiras gibi insanın eksi kutuplarını meşrulaştırmış; tüm olumsuz sonuçları tanrı-insanın doğa ve rakip tanrılara karşı gazabı gibi göstererek dünyayı kaosa boğmuştur. Rönesans, kilise baskılarından kurtulan insanlığa özgürlük alanları açıp aydınlanmanın kapılarını aralarken inanç ve ahlak seçiminde özgür davranmayı dengesizleştirmiştir. Çünkü din Kilise oldukça ve dindar da rahip tipine benzedikçe hakikat asla ele geçirilemez. Sembolizm, materyalizme başkaldıran Batı tarzı bir tasavvuf niteliğindedir. Kur’an dünyasıyla benzerlikler taşır. Kıssalarda gerçeğin semboller üzerinden anlatılması ve anlatı sırasında anlamın duyguyu harekete geçirecek bir üslupla kullanılması sembolizm ile Kur’an arasındaki bir paralelliktir. Çünkü bu anlatı tarzı kadîm gelenekten gelir. I. Dünya Savaşı’nın yarattığı travmaların etkisiyle ortaya çıkan Dadaizm, her şeyden kuşku duyan, aklın bir değer ifade etmediğini düşünen ve hiçbir kalıcı değerin olmadığını savunan yönleri nedeniyle asla onaylanamaz. Çünkü savaşı başlatan kapitalizme tepki duyup alternatif üretmek yerine hayata küsüp insanlığından vazgeçmek aklı terk etmekle eşdeğerdir.
Varoluşçuların harekete dayalı düşünceleri dikkate alınmaya değerdir. Çünkü eylem gerçekleştirmeyen insanı var oluşunu gerçekleştiremeyen kimse kabul etmek Kur’an’ın eylem ahlakı ve müslim tanımıyla örtüşür. Ayrıca var oluşa özgürce katılımın önerilmesiyle de Kur’ansal bir değer ortaya konur. Varoluşçuların “insan benliğini anlamalı ve varlığını sorgulamalı” diyen ve geleceği insanın kendi iradesiyle var ettiğini savuna tarafı geleneksel Müslümanlıkla ne kadar ters düşse de Kur’ansal akılla uyumludur. Varoluşçuların sübjektif aklı mutlak gerçek akıl sayıp kolektif akla değer vermemeleri onaylanamaz ama “insana değerini kararları kazandırır” biçimindeki yaklaşımları da göz ardı edilemez. Esasında Franz Kafka ve Albert Camus’nün de sonradan içinde olduğunu gördüğümüz varoluşçuluk, “kimim, niçin varım, amacım nedir“ soruları üzerinde insanı odaklamasının yanında özgürlüğü tek esaretimiz göstermesi 1200 yıl sonra Avrupa’ya Kur’an’ın yeniden inmesidir. Karar alabilen ve kararını pratize eden benliği özel benlik gören varoluşçuluk, Heideger’in yanlış çıkarsamasıyla ateizme götüren araç zannedilmiş; Pascal’ın Hıristiyan dindarlığına götüren varoluşçuluğu da sağlam arabayı çıkmaz sokağa götürmek olmuştur. Halbuki varoluşçuluk Kur’an limanına yanaşmış bir akımdır. Zira önyargısız akıl ve susturulmamış vicdan doğruyu bulur ve onaylar. Kur’an, raiyye/tebâ[57] tipini onaylamazken dini duygunun[58] bir gerçeklik olduğunu da yadsımaz. Çünkü dini duygu yalnızlaşmanın[59] en büyük panzehiridir. Varoluşçulukla bu konularda da kısmen benzerlik taşır Kur’an.
Kur’an toplumda üst-alt, seçkin-miskin zümreleri çıkarmaya karşı olduğundan Hint dinlerindeki Mahayana[60]–Hınayana[61] ikilemine dayanan bir mistik dindarlıktan uzaktır. Kur’an’da şeytan tiplemesi Rama[62] ve Ehrimen[63] gibi bir kötülük tanrısı değildir. Kur’an’da cennet ve cehennem süreci, Japon Gigaku balesinin bedenden ayrılan ruhun ruhsal seyahatlerini anlatır tarzda kurgulanmamış, ancak hadisler adı altında eski dünyanın tüm ölüm sonrası kurguları İslam dinine girdirilmiştir. Özellikle kabir azabı ve cehennemlikler konusu bu hususta tam bir literatür oluşturur. Ahlak ve hukuk için iyilik, bilim için gerçek, sanat için güzellik asıl olandır. Ancak Kur’an bunların tümünü bölünmez bir bütünün doğal parçaları olarak görür ve bu nedenle bilim-sanat-felsefe çatışması üretmez. İnsanda güzellik duygusu ve zevk uyandıran sanat, birey ve toplumda iyiliğin kalıcılığı için mücadele veren ahlak ile hukuk, evren ve doğanın işleyiş gerçeklerini araştıran bilim tanrısal gerçekliğin tüm yönlerine dair insanca çabalardır. Kur’an üslubuyla sanata; eşit ve adil bir toplum idealize etmesiyle hukuk ve ahlaka, akla yüzlerce vurgusuyla bilime hak ettiği pâyeyi verir. Kur’an; sanatı bâtıl[64], hukuku fâsit[65] ve bilimi kerîh[66] görmez.
Kur’an, köleleştirilen[67] bir toplum istemez. Köleliğe Sefiller romanıyla başkaldırmış Victor Hugo, son nefesinde “Çanları çalmayın, artık Tanrı’ya inanıyorum.“ derken niçin çan çalınmasına karşı çıkmıştır. Esasında bu söylem Hıristiyan bir toplumda dinsizlik alametidir. Victor Hugo dinin hakikatını yakalamış; dini ezan, çan ve gongdan başka bir gerçeklik olarak yakalamıştır. Edison gibi ölürken “Ötesi gerçekten harika!“ demek, nasıl yaşamalıyım[68] ve niçin yaşamalıyım[69] sorularının cevabını arayan insanlığın özlemindeki sözdür. Yani ölümsüzlük, insanoğlunun öteye dair temel beklentisidir.
Hayatı eşitlik ve adalet içinde mutluluğa hizmet ettirmek insanlığın temel görevidir. Blankist[70] devrimden evrimsel devrime[71] kadar tüm teklifler mutluluğa giden yolları aramaktan başka bir şey değiller. Ancak kimleri din de dahil aracı amaç edinerek levhayı kutsamış, levhanın gösterdiği tarafa girmeyi unutmuştur. Kur’an siyasal[72] ve ekonomik[73] bir hareketin kitabıdır. Çünkü putlarla temsil edilen sınıflaşma ve kabileleşme[74] farklılıklarını Kur’an yok etmiş, insanlık geniş ailesi ile müminlik küçük ailesini birleştirme çabası ortaya koymuştur. Kur’an, her alanda ahlakî eleştiri[75] yapan bir kitaptır. Kur’an; akıl vurgusu, eleştirel düşünceye değer vermesi, özgürlüğü çok önemsemesi ve kullar arası her türlü otorite karşısında insanı öne çıkarmasıyla miladi VII. yüzyılın modernizmini kurmuştur. Kur’an; XVIII. yüzyılın sanayi kapitalizmine dayanan, emek ve dünyayı sömürerek zenginleşen, iki yüzlü politikacılarla kuşatılmış olan, bankalarla halkı soyan, Kiliseden bağımsızlığını laiklikle ve etnik ayrışmasını milliyetçilikle beyan eden bâtıl bir modernizm inşa etmedi. Her iki modernlik tezat bir modernliktir. Kur’an, muhafazakar bir toplumu dinamikleştirerek modern yaptı, hiçbir anlayışı dogmaya dönüştürmedi ve J.J. Rousseau gibi aklı hastalık kaynağı görmedi. Kur’an Tanrı fikrinin dahi eleştirel akıl aynasından değerlendirilmesini önerir. Saçma da olsa inan demez; tümevarım ve tümdengelim yönelimlerinin ikisini de denememizi ister, pozitivizmin gerçekliği beş duyuya hapseden tutumunu insan gerçeğini anlamamak olarak ortaya koyar.
İlk kez İngiltere’de 1640’ta ortaya çıkan ve aydınlanma(cılık) diye nitelenen felsefi düşünmeyi önemseme, bilimi değerli görme, bireyin kişilik haklarını öne çıkarma ve aklı hayatın merkezine alma anlayışı VII. yüzyılda Kur’an’ın da ortaya koyduğu tezlerdir. Descartes’ın net ve açık düşünme diye tanımladığı ve “İnsani olan bana uzak değildir.” biçiminde sloganlaştırdığı cümlesi Kur’an’ın vicdan, akıl ve insan atmosferine yabancı değildir. Romantizm mensupları aydınlanmayı ruhsuzluk, din karşıtlığı ve ahlak erdemlerini değersizleştirme diye suçlasalar da dini kabulleri akılla tartarak benimseme, skolastik akıldan uzaklaşma, millet ve kültür ayrımlarının sanal bir ayrım olduğunu vurgulama, kilise ve kilise tarafını tutan Tanrı’yı siyasal ve toplumsal yaşamdan kovma davranışları Kur’an’ın altına imza atacağı eylemlerdir.
İllümunâti,[76] Haçlı Seferleri sırasında İslam coğrafyasındaki aydınlanmacılarından alınmış ödünç bir sözdür. Modern idealizmin[77] devlet konusunda söylediği fikirleri Mûtezile mezhebinin mensuplarında da görürüz. Kur’an, ekonomik hayatı sermaye sahibine sadece kâr getirme amaçlı bir döngüye dönüştüren, her alanda kâr etmeyi tanrılaştıran; ahlak, hukuk ve değerleri ekonomiye vagon yapan liberalizmle asla bağdaşmaz. Çünkü bırakın kazanan nasıl kazanırsa kazansın deyip bir yandan tüketim çılgınlığı oluşturan öte yandan homo-ekonomikus[78] tipi inşa eden liberalizm ile Kur’an çatışmacı bir tutum içindedirler. Marx, sınıfsal gerçeklik ile ekonomi arasında katı determinizm oluşturarak liberalizmin ekonomik modeli olan kapitalizme yanlış alternatif üretmiştir. Çünkü katı determinizm; insan özgürlüğünün olmayacağını söylerken insanı kontrol eden sosyal, siyasal ve ekonomik sebeplerin varlığına gönderme yapar. Halbuki Marx, özerk insanı ideal insan yerine koyarken farkına varmadan katı determinizmi kabul etmesiyle çelişkiye düşmüştür. Kur’an asla ve asla katı determinizm görüşüne dayalı bir edilgenliği kabullenmez. Doğa, evren ve makine işleyişinde görülen determinizmi insan doğasının mutlak değişmezi gibi görmek insan iradesini ve toplumsal güdülenme yeteneğini gözden uzak tutmadır. Eğer bu durum gerçek olsaydı asla devrimler gerçekleşmezdi.
Kur’an, marifet[79] sahibi bireyler olmamızı istemektedir. Ancak bu sûfî olmak değildir. Çünkü merhum Aliya İzzet Begoviç gibi konuşursak İslam İsa’dan Muhammed’e ilerleyiş, dervişlik Muhammed’den İsa’ya gerileyiştir; İslam’ın bir çeşit Hıristiyanlaştırılmasıdır. Tasavvuftaki her türlü gizliliği kavrama gücü anlamındaki irfan anlayışı, aklı öteleyerek tam bir sübjektif yorum dünyası kurmuş ve eski din mensuplarından aldığı binlerce hurafelerle sentez bir din icat etmiştir. Sünni ve Şii dünyanın temel hastalığı budur, bundan sonrası da hadisçiliktir. Tasavvuf çevrelerinin “bilgisizliği en büyük bilgi” gibi göstererek yüceltmeleri, fıkıh ve hadis merkezli bir nakilcilikle yetinmeleri, bol kıssa ve menkıbelerle insanları afyonlamaları ve şeytanı en büyük alimlikle nitelendirip ilmin kişiyi saptırdığını iddia etmeleri kitleyi kontrol altında tutmanın en akıllıca yöntemleri olmuştur. Ayrıca tasavvuf Kur’ansız İslam’ın popüler taşıyıcılığını yapmış ve eski köklere dayalı din anlayışlarını dip akıntı olarak diri tutmuştur. Halbuki Descartes’a ilham kaynağı olan Gazali’nin “Şüpheden geçmeyen iman kemale ermez.“ sözü ile Auguste Comte’un fikir temellerini atan İbn-i Haldun’un sosyolojik ve akılcı damarı zamanında dikkate alınsaydı ve Gazali’nin kendisi de siyasal ortamın bunalımından kaçıp tekkeye sığınmasaydı tasavvufun ikinci bir din gibi ortaya çıkardığı anlayışlar Kur’an süzgecinde süzülerek temizlenebilirdi.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de devlet politikaları, milliyetçi akımların ırkçılık hassasiyetiyle kişileri yüceltmeleri, Kur’an’dan gizlice rahatsız olan mezhepçi yaklaşımlar, kutsal devlet projesini yürüten toplum mühendisleri Kur’an dininin inşasını değil geçmişin gelenekçi dininin ihyasını istemektedirler. Kuran’ın soyut üslubu[80] halkla bir buluşturulsa tüm mühendislik çalışmaları iflas edecek ve insanlık Tanrı’yla gerçekten tanışacaktır. Şimdiki Müslümanlık Kur’an dindarlığı olmayıp ehl-i kitap Müslümanlığıdır. Yani çok okunan bir kitabı, mezhepleri, din adamları sınıfı, zengin dini kurumları, yorum tekeli olan ancak kitabın kendisiyle bire bir tanışmadan dindarlık ortaya koyan bir halk. İşte ehl-i kitap tam da budur. Onlar kitap ehli oldukları halde kendilerini Yahûdî (Mûsevî) ve Hıristiyan (Îsevî) diye nitelerken en sondaki ehl-i kitap da Müslüman (Muhammedî) diye nitelemektedir.
Descartes’ın “Düşünüyorum o halde varım.“ sözü “Düşünmüyorum, o halde yokum.” demektir ve düşüncenin asaletini tıpkı Nasrettin Hoca’nın düşünen hindisi gibi hikmetin diliyle söylemleştirmektir. Çünkü aklı olmayanın fikri olmaz, fikri olmayanın zikri[81] ve eylem ahlakı olmaz. Bu sebeple işe doğrudan Kur’an okumakla başlamalıyız ve tefekkür denilen fikir etmeyi, düşünme ahlakını ilke edinmeliyiz; ölçüp tartmadan kabul veya red içine girmemeliyiz.
Kur’an, Mekke’nin pratik materyalizmine[82] karşı özellikle sembolik dil kullanarak ortaya çıkmış bir tepkidir. Kur’an, hayatın determinist biçimde süremeyeceğini haykırmıştır. Kur’an tepkisini ortaya koyarken sözde uzlaşmacılık adına senkretik[83] davranmamıştır. Çünkü böylesi bir davranış baştan iddiayı kaybetmektir. Mekke müşrikliğinin “Gel seni reisimiz yapalım.“ teklifinin sonu tartışmasız bir senkretizmdi ve Muhammedî idealin kurnazca yok edilmesi planıydı. Ancak Tanrı habercisi Muhammed bu oyuna gelmedi.
Kur’an, kâhinlerin yolunu da takip etmiyordu; bilinmeyen manevi katlardan bilgi aldığını söyleyip insanların umutlarını tüketmiyordu. Kur’an doğrudan Tanrı’dan geldiğini söylerken vicdan ve akıl terazisini insanların ellerine bırakıyordu; gnostik[84] bilgiye asla itibar etmiyordu. Fakat daha iki asır henüz bitmişti ki sûfîlik tüm unsurlarıyla İslam coğrafyasında boy göstermeye başladı. İktidar adına katliamlara ve dünyaya taparcasına mal biriktirmeye tepkisel bir davranış olarak halkta karşılık bulan zahitlik, zaman içinde bu niteliğinden tamamen uzaklaşıp elbise, adap ve dualarıyla; dünyayı kötüleyen ve tüm dikkatleri dünya sonrası yaşama odaklayan bakış açısıyla, Kur’an süzgecinden geçirilmeyen iman anlayışlarıyla, bâtınî/ezoterik zorlamalarıyla farklı bir din biçimi ortaya koydu. Bu da tasavvuf adını aldı. Sözde Muhammedî bir taraftarlık vardı ama gerçekte senkretik bir dindarlık yaşanmaktaydı. Kur’an’ın tüm sosyal ve devrimci ruhu, Medine tecrübesi, Ömer ve Ali’nin eylemleri kurumsal tasavvuf tarafından içsel yükseliş sevdası yaşamayı yücelten anlayışlarla yok edilmişti. Yani Kur’an gnostik ve senkretik anlayışa ne kadar karşıtsa sûfîlik/tarikatçılık da senkretizme o kadar yandaştı.
Kur’an, dünyevi bir kitaptır, ancak Epikür gibi zevki tanrılaştıran ve keyif için her yolun sınırsızca denenmesi gerektiğini dillendiren bir kitap değildir. Kur’an, hikmeti kalbinize gelen içsel aydınlanmalarda arayın diyen bir kitap hiç olmamıştır. Yani Kur’an sûfîler[85] gibi Hermesçi felsefenin[86] yanında durmaz. Kur’an, olaylar karşısında kafası karışmış agnostik[87] bir kimseye monist[88] değil pluralist[89] bir yöntem önerir. Çünkü Kur’an insan gerçeğinin temelde aynı nitelikte olsa da farklı kültür, değer, çevre ve bilinçaltı dolumu sebepleriyle tepkiselliğinin de farklı olacağını belirtir. Her topluma farklı kitap ve hükümlerin gelmesi bunun en güzel kanıtıdır. Lakin Kur’an bu gerçeğe vurgu yapmamış gibi çağımız Müslümanlarının geneli problemlerin kaynağını iman zayıflığı hastalığına hapseder. Böylece Tanrı’nın varlık ve birliği doğal ve evrensel delillerle bilinir, ritüeller de tam yapılırsa problemler çözülür demeye getirilen bir tuhaflık sergilenir. Halbuki Mekke müşrikleri Tanrı’ya iman ve dini ritüelleri yapma konusunda şimdiki Müslümanların ezici çoğunluğuna fark çekerdi. Demek ki hangi Tanrı’ya inandığını sürekli söylemek değil kutsanan hangi kitabın[90] insanı yönlendirdiği önemlidir. Kutsanan kitap Kur’an ise mezhep, tarikat, cemaat, tekke ve cem evi efendilerinin yönlendirdiği gibi mi anlayacağız, yoksa Tanrı’nın bir ayeti olan akılla başka bir ayeti olan Kur’an’ı anlama çabasına mı girişeceğiz.
Kur’an, fütüristler gibi tüm geçmişi silip bütünüyle şimdi ve geleceğe odaklanmayı istemediği gibi dadaistler gibi problemler karşısında bunalım psikolojine bürünmeyi reddetmekte, romantikler gibi toplumdan kaçıp kendiyle baş baka kalacak mekânlar icat etmeye de itibar etmemektedir. Dahası sürrealistler gibi hayatın yaşanmış gerçekliğini öteleyip hayal, rüya ve saplantıları insan gerçeği gibi göstermeye karşıdır. Hayal ve rüyanın gerçekliği bir insan gerçeği olmasına rağmen akıl, ahlak ve hukuk tarafından kontrol edilmezse, bilinçaltı yanlış geleneksel algılardan arındırılmazsa insanlık ile ormanlık arasındaki fark ortadan kalkar. Freud’u haklı çıkaran aslında bilinçaltının nasıl doldurulduğudur. Mesela kadını cinsel obje görerek örten veya cinselliğini ortaya koyması için açan iki bakışın bilinçaltı aynıdır. Her iki kişi de rüyasında ve hayalinde kadını sürekli cinselliği ile resmedecektir. Kur’an kadını erkeğin eşiti yaparak, mirastan pay verdirerek insan türünün diğer yarısı konumuna yükseltme çabası ortaya koymuşsa da Arap şehveti, gelenekçi fıkıh ve sûfîlik kadını geleneksel köleci alana en hafifinden harem-selam oturuşlarıyla hapsetmiştir. Muhyiddin Arabi’den Mevlana’ya kadar kadın profilleri gözden geçirilince kadına bakış ortaya çıkar zaten.
Beethoven’in en değerli eserlerinin tamamen sağırlaştıktan sonra ortaya çıktığı söylenir. Mozart, ilk konserini altı yaşında verir. Picasso, ilk resmini iki yaşında yapar. Bunların dışında adı bilinmeyen nice yetenekler vardır. Ancak deneyim ve yaşanmışlıkla farklı niteliklerini ortaya çıkaran insanoğlu vicdani hesaplaşmanın dışına asla çıkmamalıdır, eylemler ortaya koymalıdır. Mesela Moliere, kendini sürekli eleştirenlere karşı cevap vermek amacıyla tiyatro oyunları yazmıştır. Onun oyunlarının arka planında savunma ve kendini anlatma derdi vardır. Öyle ki Moliere, kendi yazdığı Hastalık Hastası adlı oyunu oynarken sahnede ölür, ancak seyirciler bunu oyunun bir parçası sanırlar. Herkes kendi gerçekliğini Moliere gibi dürüstçe yansıtmalıdır ve insanlara öznel kabiliyetlerinin inkişafına eşit imkân sunulmalıdır. Kimse kendini anlatmak ve savunmak için sahnelerde ölmemelidir.
2017’de sevgi, eşitlik, merhamet, özgürlük ve adaletle dolu bir dünyanın inşası umuduyla…
[1] Agora: Antik Yunan kentlerinde şehirle ilgili siyasal, dini, ekonomik her türlü eylemin gerçekleştirildiği, tüm kamu binalarının etrafını çevrelediği halka ait geniş açık alana verilen addır. Helenistik dönemde şekillendi, Roma İmparatorluğu’nda çok yaygınlaştı.
[2] Mikro kozmos: Küçük uyum ve düzen. Küçültülmüş evren anlamına gelir. Yani evreni küçültsen ortaya insan çıkar demektir.
[3] Makro kozmos: Büyük uyum ve düzen. Büyütülmüş insan anlamına gelir. Yani insanı büyütsen ortaya evren çıkar demektir.
[4] Sûfî: Sûf adlı soğuktan koruyan kıllı bir giyecek giyen kimse. Sofi. Sofu. Tanrı’yı anlamak ve kendini Tanrı’ya adamak için toplumdan olabildiğince uzak duurp iç dünyasıyla baş başa kalmayı yaşam tarzına dönüştüren kimse. Bu kişi evren ve doğa hakkında sürekli düşüncelere dalar, Tanrı’nın sanat ve kudretini buralarda görüp iç huzur peşinde olur. Dünya meseleleriyle pek ilgilenmez ve yeryüzü yaşamını pek de önemsemez. Dikkatini ölüm sonrasına odaklar ve Tanrı’yı iç aydınlanma yollarıyla bulmaya çalışır, Tanrı’yı sürekli görüyormuş gibi yaşamaya çabalar. Sürekli sabır, dini ritüel, efendiye sorgusuz itaat ve belli sayılarla sınırlandırılmış özel dua çerçevesinde yaşar. Kur’an’ın anlattığı dinden içinde parçalar bulundursa da sûfilerin genel anlayışı Budist ve keşiş kabullerinin ötesini geçmez. Sûfîlerin farklı yol ve yöntemler uygulamalarına tarîk-ât (yol-lar) denir. Sûfîliği yaşamaya tasavvuf denir. Tasavvuf ve tarikat Muhammed peygamberin değil Budizm, Hıristiyan keşişliği gibi kadim kültürlerin etkisini taşıyan sentez bir ruhani yapılanmadır. Alevilikte var olan sentez kültür sûfîlikte de vardır. Zaten Alevîlik de esasında sûfî bir sentezlemedir.
[5] Kadîm: Çok eski, kökü gidebildiği kadar eskiye giden, antik dönemleri kapsayan, ilk(el) çağlara ait
[6] Kendini yönetme yeteneğine ulaşmış kişi
[7] Seküler: Dini hiçbir kural ve kaygının günlük yaşam ve devlet yönetimine karıştırılmamasıdır. Dünyevilik. Kilise ayini, dua, mezar, kutsal gece, ruh konularıyla sınırlı bir din ve dindarlık taraftarlığı. Laiklik sözcüğünün karşılığıdır.
[8] Meta-fizik: Fizik ötesi, madde ötesi, mânevî, bedensel alanın dışındaki saha
[9] Cüppeli’nin aktardığı sözde sahih rivayette Hz. Fatıma haşir meydanında elinde oğlu Hüseyin’in kan hakkını isteyecek, ancak Hz. Muhammed engelleyecektir. Cüppeliye göre hak arama davası fitne çıkarma ve ortalığı karıştırmadır. Devlet sistemine koşulsuz biat Cüppeli ve benzeri Sünnilerde olmazsa olmazdır.
[10] Ataraksi: Zevk ve lezzeti sadece ruhani/manevi yollarda arama
[11] Ütopya: İnsanların arı kovanı/karınca yuvası gibi kusursuz çalıştığı ve eşitçe paylaştığı, herkesin üretime katıldığı, tembel ve asalakların yaşamadığı/yaşatılmadığı ve tüm problemlerin çözümlendiği ideal bir toplum hayalidir. Kur’an, sosyalizm, komünizm ve anarşizmin ortak hedefleridir.
[12] Dram: En az iki olumsuz olay karşısında ortaya çıkar; yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal dedirtecek bir durumdur. İmparatorluklardaki kardeş ve oğul katliamları devlet ile canı arasında kalıp birini seçme hali olup tam bir dramdır. Modern dram, romantizm akımıyla ortaya çıktıktan sonra komedi ve trajediyi çoğu zaman içinde barındırır olmuştur. Dramın kökü Eski Mısır’a kadar dayanır.
[13] Trajedi: En az iki olumlu durum karşısında ortaya çıkan iç çatışmadır. Firavuna başkaldırarak özgürlüğünü kazanmak ile Firavuna başkaldırmayarak kölelik de olsa karnı doyan biri olmak arasında gel-gitler yaşamaktır. Özgürlük için ölümü göze alma erdemi ile köle kalıp çocuklarının karnını doyurma yahut onların katledilmesini engelleme endişesi arasında ikilemde kalmak trajik bir durumdur. Eski Yunan’da tanrılara karşı savaşarak kaderini eline almak isteyen insanın ölü bir kahraman olarak anılmak istememesi arasındaki duygusal çatışmalar tragedyayı oluştururdu.
[14] Kalem,1
[15] Sünnî, Şiî, Mûtezilî, Hâricî, Mürcî, Hanefî, Şâfî, Mâlikî, Hambelî, İsmâilî, Câferî vb.
[16] Bu dönem çok uzun sürmese ve devletin genel temayülü olmasa da önemli bir adımdı.
[17] Mekke düzenine darbe vurmak Bizans ve Sasani düzenlerine başkaldırmaktı. Çünkü Mekke onların kontrolünde bir ticaret ve siyaset oyuncusuydu.
[18] Anadolu’nun Milli Mücadele savaşı yaptığı gibi
[19] Eğer bir hastalık hali yoksa 60 yaşına kadar herkes gençtir, 60-70 arası ihtiyarlığa doğru gidiştir; 70’ten itibaren ihtiyarlık başlar. Ancak ruhu dinamik olan herkes her yaşta gençtir. Ruhu çökmüş ve ideal heyecanı yaşamayan herkes hangi yaşta olursa olsun ihtiyardır.
[20] Rafine: Arıtılmış, saflaştırılmış, koyu olmayan, akışkanlaştırılan, gereksiz malzemelerden süzülüp arıtılarak hafifleştirilen
[21] İslâm Toplumu: Barış toplumu demektir. “Eşhedü-en-La-ilah(e), illa-Allah, Muhammed rasul-Allah/Allah’ın Tanrı olduğuna ve Muhammed’in Tanrı elçisi olduğuna tanıklık ederim.“ cümlesini ezberden söyleyen toplum demek değildir. Dâru’s-Selâm halkıdır. Ümmet-i vâhid(e)’dir. Özgürlük, eşitlik, adalet, merhamet, kerem, toplumun birlikteliği (tevhid), parçalanmaz bütünlük (samediyet), sözleşmeye bağlı yaşam, ortak aklın egemenliği (şûrâ), infak, sadaka, karz-ı hasen, zekat uygulamaları; mülkiyet, kavmiyet, cinsiyet ayrımcılığının olmaması; dil ve renk farklılıklarının Tanrı’nın ayetlerinden sayılması (Rûm,22), “Tanrı’ya ‘Ey Rabbimiz! Halkı bize zulmeden şu memleketten bizi kurtaracak, bize sahip çıkacak ve desteğini esirgemeyecek bir savaşçı gönder.’ diye yakarıp duran ezilen erkek, kadın ve yavrular için size ne oluyor da Allah yolunda savaşmıyorsunuz (Nisâ,75).“ ayeti gereği yeryüzünde tüm halklara Muhammedi, İsevi, Musevi, ateist, agnostik, Budist, Zerdüşt demeden yardım edilmesi bu toplumun belirgin ve ayırıcı özellikleridir. İslam toplumu sadece Muhammedi olanlarla kurulamaz. Peygamberin Medine’de yaptığı gibi adalet, eşitlik ve ortak akılda birleşilen tüm inanç mensupları ile Tanrı-tanımazlar da işin içine katılarak yapılır. Çünkü heterojen (farklılıkları içinde barındıran) toplum gerçekliği, vicdani duruş ve insani talep bunu gerektirir. Zira Tanrı, insanları iman homojenliğine (renk/ses/tip bakımından çeşitlilik barındırmayan) mahkum etmemiştir. Tüm farklılığımıza rağmen aynı insani duygu ve istekleri taşıdığımıza göre kimliklerimizi değil kişiliklerimizi temel yapan bir ortak zemin inşa etmeliyiz. İşte böylesi bir barış toplumu projesine İslam cemaati denir.
[22] Eskiler soruyu tersinden sormaya, yani ne değildir biçimindeki sorgulamaya “abese ircâ” derlerdi.
[23] Konformist: Konformizmi benimseyen. Var olan kurulu düzene hiçbir itirazı olmadan tam bir uyum içinde olan ve bu nedenle kurulu düzenle asla tartışma ve çatışma içine girmeyen tiptir. Dünya batsa da önemli olan rahatım diyen kimsedir.
[24] Oportünist: Konformist tipin daha beteridir. Menfaati neyi gerektiriyorsa ona göre davranan, sadece kişisel çıkarları için kımıldayan kimsedir.
[25] Konformizm: Rahata taparlık, rahatçılık, sıkıntı ve dert getirecek her şeyden uzak durmayı akıllılık olarak görmek, rahatı için pasif durmayı ve rahatı bozacak konuları konuşmamayı tercih etmek.
[26] Kurban Tipi: Anne-baba sözünden dışarı çıkmayan, sevgilisi için ölümü göze alan, tüm sıkıntıları çekmeye razı olan ve masum olan kadın tipidir. Bu kadın tipi toplumun değerlerini asla yargılayamaz ve geleneklerden kopamaz. Masum, mağdur ve mahkûm bir kadın tipidir. Kur’an böylesi bir kadın tiplemesi istememektedir.
[27] Ölümcül Kadın Tipi: Cinsel zevk, kapris ve hedefleri için her şeyi yapabilen; hırslı ve bencil kadın tipidir. Kur’an’ın Mücadile sûresi, peygamber karşısında hakkını arayan bir kadın tiplemesini yücelterek ideal kadını ortaya koymaktadır: Kocasına eş, çocuklarına anne, toplumda uyanık bir birey ve hakkını söke söke alan mücadeleci bir kadın. Bu kadının iş dünyasında olması ile ev hanımlığı kimlikleri zaman ve şartların oluşturduğu bir durumdur, Kur’an emri değildir. Asıl olan bir kadının hak yemediği gibi hakkını yedirmemesi ve toplum içinde şahsiyetli bir birey olarak yaşamasıdır. Yani Batı’daki iki uç kadın tiplemesinin ortak akılda buluşan makul kadın tipidir. Peygamber kızı Fâtımâ’nın hakkını arayan tavırları ile peygamber eşi Âişe’nin savaş yönetmesi ve siyasal olaylara bizzat katılması ideal kadın tipinin yansımalarıdır. Âişe’nin strateji hataları yapması onun kadınlığıyla değil siyasal tavırlarıyla ilgilidir. Çünkü erkekler de benzer hataları yaparlar.
[28] Mehdi, Mesih bekleme
[29] Tasavvuf tiplemesiyle örtüşür.
[30] Tasavvuf tiplemesinde ideal tipin davranışıdır. Müslüman bir kişinin benliğini adalet, eşitlik, kardeşlik, merhamet, liyakat, meşveret değerleri açısından sürekli kontrol etmesinin yolu Kur’an’ı sürekli analiz etmesi ve anlamak için okumasıyla mümkündür. Yoksa harf sayısı veya aynı kelimelerin alt alta gelmesi yahut iyi bir eğlence olan cifir hesabıyla tarih düşürme oyunları Kur’an’ı oyuncak aracına dönüştürmektir. Nurcuların tevafuklu Kur’an’ı (Allah adlarının hep alt alta gelmesi) edebi ve görsel bir zevk kazandırmasının dışında ne işe yarar?!..
[31] F. Kafka Alman Yahudisi, S. Backet İrlanda Yahudisi, S. Bellow Amerikan Yahudisidir; J. Joyce İrlandalı Hıristiyan ve M. Butor Fransız Hıristiyandır.
[32] Olgu: Kanıtlanabilen ve bilimsel verilere dayandırılabilen olay ve düşünceye denir. Düşünülmüş olan değil gerçekleşmiş olandır. Nesnel, irade dışı ve sürece bağlı olması, herkes tarafından kabul edilebilirliği, yorumlarla değişmezliği vardır. Olmuş, gerçekleşmiş ve ispatlanmış durumlar olgudur. Tuz Gölü İç Anadolu bölgesindedir, İstanbul Türkiye’nin kültür ve ticaret başkentidir, ışık saniyede 300.000 km hızındadır, canlılar üreme yoluyla çoğalır, su 100 derecede buharlaşır…birer olgu örneğidir. Eskiden vak’â denirdi. Yani bir zaman aralığında olmuş, bitmiş, görülen bir olay ve durum: Yeniçerileri kaldıran sürece Vaka-yı Hayriye denilmesi gibi. Ortaya çıkan, olan her iş ve duruma olay denir. Olgu, bir zamana bağlı ortaya çıkan olayların görülebilen sonucudur.
[33] Psikolojik Tip: Toplumsal davranış biçimlerinden birini kendinde kişiliğe dönüştüren kimsedir.
[34] Sosyolojik Tip: Sosyal bir sınıfın, bir bölge halkının, bir kabile davranışının ortak özelliğini yaşamında içselleştiren kimsedir.
[35] Tipik: Toplumda görülen pek çok davranış biçimini kendinde gösteren
[36] Arşetip: İdealize edilen fakat böyle birisi olmasına ihtimal verilmeyen ve bu sebeple sadece hayalde ve sohbet ortamında dillendirilen kimsedir.
[37] Re-vize: Yeniden ve baştan sona gözden geçirme
[38] Makyavelist Tip: Amaç ve çıkarına ulaşmak için dîn, ahlak, hukuk, kardeşlik, özgürlük, emek ve siyaseti tepe tepe kullanan kimsedir. Her şeyi kullanılabilir gören ve her şeyin bir fiyatı olabileceğini düşünen kimsedir. Her yol mübahtır diyebilendir. Amaç için yasak cinsel ilişkiye girmek, imam gibi görünmek, komünizmi savunur gibi görünmek, hacca gitmek, meyhanecilik yapmak, dün dündür/bugün bugündür/yarın da yarındır demek ve tam bir bukalemun tavrı ortaya koymak Makyavelizm niteliğidir. Bu tipin gerçek bir yeri olmaz, güç ve çıkar neredeyse orada bulunur. Bugünün dünya poli-tikası (çok yüzlülüğü) bu anlayışla yapılmaktadır.
[39] Mübah: Yasak ve sevap olmayan durum. Nötr durum. Yapıldığında sevap kazanılmayan, yapılmadığında günah olmayan durum (uyumak gibi). Yasak dillendirmeyerek serbestlik alanı açan bir durumdur.
[40] Hippi Gençlik: Mağazaları soyup sadece ihtiyacı kadarını alan, terk edilmiş evlerde ve deniz kenarlarındaki mağaralarda yaşayan, varlığımızın amacı sex yapmak ve karnımızı doyurmak diyen bunalımlı gençliktir.
[41] İsyancı Gençlik: Kurulu düzene, okullardaki oturma düzenine, sistemi koruyan polise karşı düşmanca tavır ortaya koyan bunalımlı gençliktir. Hippiler ile isyancılar sadece yıkmaya odaklanmış olup yapmaya dair köklü çözümleri olmayan ve her türlü uyuşturucunun pençesinde kıvranan gençliktir.
[42] Ego-santrizm: Benmerkezcilik, hayata tüm imkân ve yönleriyle sadece kendiyle ilgili tarafından bakmak, başkalarını hiç hesaba katmamak.
[43] Sos: Tehlikenin geldiğini belirten her türlü işaret ve ses
[44] Sahâbe (ç. ashap): Sohbet arkadaşı demektir. Muhammed Peygamberin etrafında bulunup ona yoldaşlık eden, onun mesajlarını paylaşan ve onun getirdikleri için mücadele veren kimsedir. Muhammed’in ölümünden sonra yakın ve uzak çağlarda doğan herkes Muhammedî mesaja karşı ilk devirdeki sohbet arkadaşları gibi sahip çıkarsa o da sahabe diye adlandırılır. Peygambere yakınlık soy ve çağdaşlık olmayıp değer ve mücadele birliği ortaklığıdır. Üstelik haberci Muhammedle tanışmasına ve onunla yoldaşlığa söz vermesine rağmen sözüne sadakat göstermeyen bir hayli insan vardır. Sahabeyi Tanrı’ya iman ettikleri ve Muhammed’e sadakat sözü verdikleri için en üstün kimselerdir diye nitelemek ve sonradan gelen nesilleri ikincil statüye mahkûm etmek emek-değer dengesini merkez yapan Kur’an’a terstir. Kimse önce/sonra doğduğu, Muhammed’i gördüğü/görmediği için birincil/ikincil bir statüye yerleştirilemez. Kim tanrısal değerlere ne kadar emek verdiyse o kadar kıymetlidir. Doğmamış olmak sebebiyle yani kader gereği peygamberle sohbet arkadaşlığı yapamamak peygamberin kişiliğinde yansıyan Kur’an değerlerini yaşayan kimseleri değersiz gösteremez, 1400 yıl sonra gelen ve halkanın sonunda olanlar şanssızlar zümresine katılamaz. Eğer bu anlayış Kur’an’î olsaydı Kur’an kendi kendini inkâr etmiş olurdu.
[45] Nihilist Tip: Varlığı, var oluşu, sürekli oluşu anlamsız ve amaçsız eylem olarak değerlendiren kimsedir. Her şeyin bir hiçliğe gittiğini ve bu yüzden var olmanın anlamının olamayacağını iddia eder.
[47] Cinsellik: Yeme, içme, uyuma, konuşma, sevilme, sevme, nefret etme, ormanda gezinme gibi insanın temel içgüdülerindendir. Asla utanılacak ve konuşulmayacak bir konu değildir. İhtiyaç duyulan uygun her ortamda cinsel sağlık ve cinsel doyum konuları konuşulmalıdır. Çünkü su ve yemek yokluğu sebebiyle oluşan bedensel çöküntünün benzeri doyumsuz bir cinsel yaşam sebebiyle ruhta oluşur. Kur’an, insan gerçeğini ıskalamadığından ve sûfîler gibi ahiret adamı üretmediğinden yahut Katolik Hıristiyanlıktaki gibi bedeni ve cinselliği şeytan işi görmediğinden dolayı bir Müslüman cinsel konularda eğitilmeli, kendisi bilgi toplamalı ve tam doyumu yakalayacak donanıma ulaşmalıdır. Bu konuda tüm öğretici araçları kullanmaktan çekinmemelidir. Müslüman evlilik terapistleri bu konularla ilgili cd-filmler hazırlamalı, kitap ve broşürler basmalıdır. Böylesi kitap ve cd’lerin gerçekte bir yemek kitabından farkı yoktur ve her Müslüman ailenin yatak odasında mutlaka bulunmalıdır. Müslüman bir kadınla Müslüman bir erkek cinselliği tüm doyum noktalarıyla yaşamalı ki sağlıklı aileler oluşsun. Bu meselenin konuşulmayacak hiçbir tarafı olmadığı gibi bu meseleyi gündeme getirmek fıtratın gereğini yerine getirmenin bir yoludur. Cinselliğini kullanacak yaşa gelmiş biri para, makam ve imkan sebepleriyle bedenini ve onurunu kimseye sömürtmemeli, porno sektörüne aracılık etmemelidir. Çünkü bu alan insanların yoksulluk, merak ve zayıflıklarından yararlanarak oluşturulmuş özellikle kadın sömürüsü düzenidir. Ahlak ve hukuk dışı ilişkileri yaygınlaştıran, eş ve anne olma duygularını yok eden, ormanı şehre hükmettiren bir uygulamadır. Devletin karşılıklı hakları güvence altına aldığı bir anlaşmaya bağlı olarak, yani nikah kıyarak cinsel zevk ve doyum paylaşımı gerçekleşmelidir. Yaşım genç, işim yok ve üzerimde cinsel baskı hissediyorum diyen genç bir erkek rüyâ yoluyla ortalama beş/yedi/dokuz/on beş günde bir doğal biçimde boşalmaktadır. Bu boşalmanın sonunda kişi ruhen huzur hisseder, bedeni tatlı bir yorgunluk içinde olur, erkeklik özgüveni güçlenir. Rüya dışındaki boşalma yöntemleri sağlık açısından bedene zarar veren yapay yollar olduğundan denenmemesi gereken yöntemlerdir ve kişide ruhsal rahatlama oluşturmadığı gibi kişinin bunalım ve doyumsuzluğunu artırır. Başta bel soğukluğu gibi pek çok hastalıklara zemin hazırlayarak cinsel doyum yaşayacağım derken tüm gelecek yaşamı etkileyecek zührevi hastalıklar ve cinsel problemler yaşamanın temelleri atılır. Spor, yürüyüş, zihnini insan ve toplumla ilgili faydalı bir şeyle uğraştırıp buna yönelik eylemlerde bulunma, sosyal etkinliklere katılma, araştırma içinde bulunma, kadını cinsel bir araç yerine hayat arkadaşları ve yakın dostlar olarak görme, kadını kendi eşiti ve kendinden değerli bir hayat ortağı olarak benimseme, gün içinde ılık suyla duş alma, Kur’an meali okuma, Hz. Muhammed’in hayatıyla ilgili eserler okuma ve İslami mücadele tarihiyle ilgili filmler seyretme, gördüğü cinsel objeleri/afişleri ve filmleri zihninde hayatın normal gerçekliğine ait bir görüntüden ibaret olduğunu hatırda tutma, kadını kendi gibi normal ve sıradan bir insan türü görme, kadını ulaşılmaz bir Hint kumaşı gibi değerlendirip ona ulaşma sevdasına kapılmaktan uzak durma; yeryüzünde ırzına geçilen, esir edilen, sömürülen, yurdu işgal edilen, emeği çalınan, ailesi dağıtılan, haksızca suçlanan, eşinden iftiralarla uzaklaştırılan, ihanetlerle arkadan vurulan kimselerin dert ve davası için mücadele içine girme, devamlı dost ve arkadaşlarla beraber olma, hiçbir ortamda mümkünse yalnız bulunmama, dava arkadaşlarıyla sürekli beraber takılma kabaran şehveti hem kontrol eder hem de insanın sadece cinsel talep taşıyan hayvanımsı bir varlık olmadığını belirginleştirir. Cinsellik; insanın hayvanlık tarafıdır, doğalıdır, yaratılıştan getirdiği ve kendi belirlemediği bir Tanrı ikramıdır. Cinsellik yaşamak için şehvetle etrafına bakan biri başkalarının kendi annesi, kız kardeşi, teyzesi ve halasına da aynı gözle baktıklarını hatırlayarak insanlara karşı yanlış yaptığını hatırda tutmalı. Sabredemeyip bir randevu evine veya bir genel eve giderse orada annesi, kız kardeşi ve bir akrabasının da düşürülmüş olabileceğini unutmamalıdır. Oruç tutmaktaki amacımız da dili yalan, eli haram ve beli hakkımız olmayan cinsellikten uzak tutma eğitimi olduğuna göre ya evleneceğiz ya rüyalarla yetineceğiz ya da ahlaksız ve hukuksuz dünyanın düzenine karşı onur savaşı vererek cinsel enerjimizi hayırlı, faydalı ve güzel eylemlere katılarak yönlendireceğiz. Bu tür savaş en soylu savaştır ve gerçek cesur yürekler bu savaşın galipleridir. Adı İslam toplumu olan Türkiye halkının evliliği zorlaştırması, lüks düğünler yapması, gençleri ve insanları aç ve açık bırakan ve bu sebeple zinanın yollarını açan sistemleri desteklemesi kimseyi temize çıkarmayacaktır. Çünkü gençler yasak batağında yüzerken hac yapmalar, yüzünden Kur’an okumalar, yıllık kırkta birci zekât vermeler kimseyi kurtaramayacaktır. Zira imkânsızlıkları sebebiyle cinselliğini ahlak ve hukuk içinde yaşayamayan herkesin vebali tüm toplumun boynundadır. Müslümanlık evsizi ev sahibi, işsizi iş sahibi yapma; yetime sahip çıkma, düşmüşü kaldırma ve bekârı evlendirme ile işe başlamanın adıdır. İslam sağlıklı toplum olmadan yaşanmaz, zaten İslam’ın varlık amacı sağlıklı bireylerden oluşan sıhhatli bir toplum inşa etmektir. Cinsel rahatsızlıklar toplum ve devlet düzenlerini bozacak kadar etkili bir hastalık türüdür. Bu nedenle ilk görevlerimizden biri bekârları evlendirmek, evlileri cinsel sağlık ve cinsel doyum konularında eğitici faaliyetlere katmak olmalıdır. Her hastane ve her sağlık ocağında kadın ve erkeklere yönelik cinsel sağlık birimleri oluşturulmalıdır.
[48] Determinizm (nedensellik): Aynı/benzer sebeplerin aynı/benzer şartlarda aynı/benzer sonuçları doğuracağı fikridir. Yani sebep-sonuç bağını değişmez kesinlik kabul etmektir. Bu ilke doğal kanunlar için geçerli olabilirken özgür iradeli insan için geçerli olamaz; ama köle için geçerli olabilir. Felsefede her sonucun soyut/somut zorunlu bir takım sebeplere dayandığını kabul etmektir. Her sonuç bir sebebe dayanır ve her sonuç başka bir sonucun sebebidir anlamındaki nedensellik kabul edilebilir. Yani sonucun sebebi bilinirse sonuç değiştirilebilir fikri de doğru olur. Albert Einstein “Tanrı zar atmaz.“ derken determinizmin Tanrı yasası olduğunu kabul eder. Determinizm, değiştirilemez kadercilik değildir. Çünkü koşulların değiştirilmesi halinde sonuçların da değişebileceği inkâr edilemez. Kuantum anlayışıyla birlikte determinizmin XX. yüzyıldaki tahtı sallanır olmuştur. Çünkü kuantum yaratıcı düşünme ve buna dayalı olumlu sonuç elde edecek yoğunlaşma biçimidir; sınırlayıcı, engelleyici fikir kalıpları yerine inanç ve amaç doğrultusunda hayata ve olaylara dinamik ve olumlu bakmaktır. Çünkü düşünce ve kabullerimiz bedenimizi etkiler, bedenimiz de muhteşem bir enerji deposudur. Nasıl hisseder ve düşünürsek öyle bir sonuçla karşılaşırız. Beden dili ve sözellik yerine enerjimizle karşımızdakileri etkileriz. Ruhsal varlığımızı zenginleştirdikçe etkilerimiz ve başarılarımız da artar. Bu bakış determinist kalıpları zorlar. Bediüzzaman Said Kürdi’nin “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.“ özdeyişi de bir tür kuantum yaklaşımıdır.
[49] Yeri gelmişken dini Makyavelist yöntemlerine aracılık edenlere lanet edelim.
[50] Orkestrasyon: Orkestradaki çalgı aletlerinin farklı özellikte olması ve farklı nota çalmasına rağmen kulağa hoş gelen ve aralarında uyum oluşturan bir bütünlük ortaya koymalarıdır. Devlet yöneticileri de farklı toplum kesimlerinin farklı nitelik ve taleplerini orkestrasyon içinde yönetmeli ki toplumsal barış sağlansın. Kur’an ve Medine modelinin çözüm ruhunun temeli orkestrasyon ruhuna dayanır. Yani herkesi olduğu gibi kabul edip kendi ve çevresiyle uyumlu bir birey ve toplum inşa etmektir.
[51] Dominant: Baskın, gücünü hissettiren, farkını fark ettiren
[52] Darb-ı mesel: Atasözleri, atalara ait söz(ler)
[53] Repertuar: Bir dönemde oynanacak oyunları gösteren oyun listesi.
[54] Mizansen: Bir tiyatro oyununun sahne şartlarının değişmesi sebebiyle sahneye uygun biçimde oynanmasıdır. Yani maksadın gerçekleştirilmesi için araçlar ve dekor üzerinde eksiltme ve dönüşümler yapılmasıdır. Oyun kuralları ve dekorun koşullara göre değiştirilmesi/uyumlu hale getirilmesidir.
[55] Melo-dram: Cinayet, ihanet ve felaketleri edebi bir dille etkileyici, acıklı, acıtıcı ve ağlatıcı biçimde sahneleyen tiyatro türü. Bu türde teslimiyetçi bir kadercilik hâkimdir. Yeşilçam sinemasının Kerime Nadir imzalı filmleri ile Küçük Emrah filmleri gibi.
[56] Bu akıma edebiyatta “burjuvazi realizmi/burjuvazi realist edebiyatı” adları verilir.
[57] Raiyye/tebâ: Tam bir sürü ahlakına sahip olan tip. İradesi yok denecek kadar az, otoriteye son derece bağlı, otorite olmadığında otorite icat etmeye çok hevesli, iktidarın her türlüsüyle barışık olan kimsedir. Genelde muhâfazakâr tipin temel karakteridir. Toplumun muhafazakârlığı arttıkça sürüleşmesi artar, sürüleştikçe kontrolü de o kadar kolaylaşır. Tarikat ve cemaatler bu misyonu yerine getiren dini kurumsallaşmalardır. Özgür dindarlığı savunan dernek ve vakıflaşmalar muhafazakârlık ve dolayısıyla sürü tarafından hasım bir din dışılık görülür.
[58] Dînî duygu: Tanrı ve tapınma ihtiyacıdır. Her insan ya evrenin tek yaratıcısı bir Tanrı fikrini kabul edip ona tapınacak ve herkese karşı özgür olacak ya da makam, konfor, kadın/erkek, parayı Tanrı edinip yüzlerce Tanrı’ya tapacak ve özgürlüğü kaybedecek.
[59] Yalnızlık: Varlıklardan ayrışıp kendi ile onlar arasındaki uyumsuzluklar sebebiyle tek başına kalmışlık hali. Her yalnızlık kötü değildir. Haksız bir toplum içindeki yalnızlık ile adalet toplumu içindeki yalnızlık farklıdır.
[60] Maha-yana: Budizm’de toplumun seçkin sınıfına mensup kimselerin uyması zorunlu olan tavizsiz ve katı kurallı ruhsal eğitim yolu
[61] Hına-yana: Budizm’de toplumun alt sınıflarına mensup kimselerin uyması zorunlu olan ve esnekliği bulunan ruhsal eğitim yolu
[62] Rama: Hint kültüründeki kötülük tanrısı
[63] Ehrimen: Zerdüşt dinindeki kötülük tanrısı
[64] Bâtıl: İçsel, niteliksel, yapısal ve doğal karakteri sebebiyle yasaklanmış. Canlı gübresi/dışkısı yapısal özelliğinden dolayı yemek yasak olduğundan onu yemek bâtıldır.
[65] Fâsit: Özünde yokken sonradan elde ettiği olumsuzluklar sebebiyle yasaklanmış. Fesat, bu nedenle insanın özünden olmayan ancak insanın hırslarına esir olmasıyla ortaya çıkan arızalı bir durumdur.
[66] Kerîh: Doğal veya sonradan oluşan bir eksi tarafı sebebiyle değil de böylesi durumlara yakınlığı olması nedeniyle yasaklanmış. Kendisi şimdilik iyi olsa da arkadaş çevresi kötü olan biri kerîhtir. Çünkü kerîh biri önce fâsitlik oluşturur. Fâsitlik zamanla kişide terk edilmez alışkanlıklar doğurur. İkincil karakterin kişiliği tamamen kontrol eden bir bağlılık ve bağımlılığa dönüşmesiyle de bâtıl bir nitelik oluşur. O sebeple “bir sene önce pırlanta bir çocuktu, şimdiyse çirkefin teki oldu“ tarzı lafları çok duyarız. Eğitimin amacı fıtratı korumak, doğuştan getirilen yetenek ve iyilik melekelerini uygulayabileceği alana yöneltmektir. Yanlış yönlendirmek öncelikle kerih bir alana itmek olur. Bu nedenle eğiticiler ile anne-babalar çocuklarının sorumluluğunu her şeyden öncelikli görmelidir.
[67] Vergisi alınan resmî köle pazarları Osmanlı’da 1846’da Sultan Abdü’l-Mecîd fermanıyla, Rusya’da feodal kölelik ve Amerika’da zencilerin köleleştirilmesi 1861’de görünüşte yasaklanmıştır. ABD köleliği yasaklamış olsa da zencileri ikinci sınıf vatandaş olarak görmekten uzak durmamıştır.
[68] Bu sorunun cevabı uygarlığı üretir.
[69] Bu sorunun cevabı kültürü üretir. Değerleri güncel ve dinamik yaşamak anlamında bir kültür kelimesini kullanıyorum.
[70] Blankist devrim: Silahlı küçük bir grubun kamu yönetimini ele geçirmesidir. 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 ihtilalleri gibi.
[71] Evrimsel devrim: Toplumdaki siyasal, sosyal, ekonomik çıkmaz ve bunalımların zamanla insanları olgunlaştırarak bir devrimin gerekliliğine inandırmasıdır.
[72] Siyasal hareket: Toplumu yeni baştan yapılandırma amaçlı harekete denir.
[73] Ekonomik hareket: Yoksulluğu yok etme amaçlı hareket
[74] Gerçek anlam ve karşılığı dahi bilinmeyen ancak sık kullanılan millî kelimesi içindeki sembollerle (bayrak, flama, toprak kutsama, sözde çok hizmet etmişlik yarışı vb.) ayrışma örneğinde de vardır. Yani büyük kitleden (İslam milleti, Muhammed ümmeti vb.) ayıran parçacılığı (Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık vb.) önemseyen ve aidiyeti bölüm (Türkmen, Tatar, Sôrânî, Kurmançi, Kureyşî, Emevî vb.) üzerinden tanımlayan zihniyetler ulus devlet modelleri olarak çağımızda dünyada boy göstermektedir.
[75] Ahlâkî eleştiri: Mevcudun karşısında olması gereken anlayış ve modeli ortaya koyan eleştiridir. Yani kuru kuruya karşı çıkmayan, rol model ve uygulamasıyla alternatif üreten eleştiri biçimidir.
[76] Aydınlanma, ışıkçılık anlamlarına gelir. İşrakiye düşüncesinin Batı’ya taşınmasıdır.
[77] Modern idealizm: “Dini, siyasal, ekonomik alanlarda tam bir özgürlük olmalı; birey daima devletten üstündür; devlet bireyin tüm haklarını koruyan en üst güvence kaynağıdır. Bunları sağlayamayan devlet ya değiştirilmeli ya da yıkılıp yeni devlet kurulmalıdır.“ düşüncesini savunan modern düşünce hareketi.
[78] Homo-economicus: Sadece ekonomik kazancı, kârı, çıkarı için yaşayan. Para kazanmak için çiğnemeyeceği değer, ezmeyeceği insan, yıkmayacağı ülke, ağlatmayacağı kadın, inletmeyeceği erkek olmayan kişi/kişiliktir.
[79] Mârifet: Varlık, eşya ve olayın görülmeyen arka tarafını/iç yüzünü görmeye denir. Tanrının marifeti, her şeyin göremediğimiz arkasını ve bilemediğimiz iç yüzünü Tanrı’nın bilmesidir. Bizim Tanrı’ya karşı marifetimiz, görülenlerin içine gizlenmiş akıl, bilgi, derin gerçeklik, kimyasal denge, fiziksel uyum gibi parçalara bakarak bunu var eden ve evrende bunu uyumlu biçimde bir arada tutan güç, bilgi ve sanat sahibini fark etmemiz biçimindedir. Binaya mimar, filme senarist, kitaba yazar ve bilgisayara mühendis gibi bakmak marifettir. Böylesi bakışa mârifet kesbetmek/kazanmak denir.
[80] Soyut üslup: Sâde olması sebebiyle anlam ve amaca çabuk ulaştıran, diyalog yöntemini kullanan, söylenişi kolay kelimelerle kurulan söylem biçimidir. Kur’an dili süslü ve anlaşılmaz bir ağırlık taşıyan nitelikte değildir. Kur’an; yalın, açık, anlaşılır bir dille yazılmıştır. Kıssalarının dili ise sembolik anlatım bakımından zengindir. Kur’an’ı anlamanın en iyi yolu dönemin edebiyat dilini incelemek, döneme ait yazılmış sözlükleri kullanmaktır. Râğıp İsfehânî’nin el-Müfredât adlı ansiklopedik sözlüğü, İbni Manzur’un Lisanu’l-Arap Lügatı, Murtazâ ez-Zebîdî’nin Tâcu’l-Arûs lügatı ve ayrıca Firuzabâdî’nin Kâmus-u Muhit Lügatı bu konuda baş eselerdir. Kur’an, insanı laf salatasına boğan bir kitap değildir. Abdü’l-Kâhir Cürcân’i de Delâil-i İ’caz ve Esrâru’l-Belâğa adlı eserlerini lafı uzatma hastası olan Harîrî’nin Makâlât’ına karşı yazmıştır. Her iki kitabın üçte ikisi Makâlât’ın eleştirisine ayrılmış olup lafızperestlik (boş konuşma, gereksiz süsleme yapma, söze tapma) hastalığına dikkat çekmiştir (bkz. Said Kürdi, Muhakemât, Unsur-u Belâğat).
[81] Kur’an’da Tanrı’nın bir adının şu kadar sayıyla dillendirilmesi (99, 999 kere Hay demek gibi) biçiminde bir zikir anlayışı hiç yoktur. Bu eylem tamamen bir Budist tespihi geleneğidir. Zikir, şan ve şerefi yükseltme demektir. Bu da eylem ortaya konarak sağlanır. Tanrı’nın şerefini, yaşamına şeref katanlar temsil edebilirler. Bu da başkalarının gözünde Tanrı’nın şerefini sürekli hatırda tutar.
[82] Pratik Materyalizm: Sözde Tanrı’ya iman edilse ve ritüeller yapılsa da uygulamada para, kadın köleliği, ten zevki, statü farkı, eşitsizlik gibi tüm insan dışılıkları normal görme ve kurulu düzen adına savunmadır.
[83] Senkretizm: Farklı inanç, düşünce ve öğretileri birbiriyle kaynaştırıp yeni bir sentez var etme.
[84] Gnostisizm: Akla dayalı inceleme ve araştırmanın gerçeği bulmada yetersiz olduğu, çile yoluyla doğacak iç aydınlanma sayesinde Tanrısal gerçeklere ulaşılacağı iddiasıdır.
[85] Sûfîler derken Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Hacı Bayram, Mevlana, Şems-i Tebrizi, Horasan erenleri, dedeler, babalar, şeyhler, Abdülkadir Geylani, Şâh-ı Nakş-bend, Mehmet Emin Tokâdî, Ziyaeddin Gümüşhânevî, Abdü’l-Hakîm Arvâsî gibi tüm tasavvuf yolunun yolcularını kastediyorum. Bu kimselerin ahlaken iyi insanlar olduğu yaygın kanaattir. Ancak Kur’an’ın devrimci eylemlerini pasifize eden ve Kur’an’ın dünyaya getirmek istediği siyasal, sosyal, ekonomik, hukuki ve ahlaki değerleri Hermesçi kozmoloji (Hermetizm) anlayışları ile yok eden, keşişler gibi ruhaniliği yücelten ve insanları Peygamber Muhammed’in yaptığı gibi yetenek ve yaratılışına göre yönlendirip eylemci bir toplum insanı haline getirmek yerine kaderci bir pasifizme iten kimseler olmaları sebebiyle Kur’an’ın ideal insanları değillerdir. Bu isimler Kur’an’ın Ali, Ammar, Mus’ab, Ömer, Ebu Bekir, Ebu Zer, Aişe gibi mücadeleci; İbrâhîm, Mûsâ, İsâ, Muhammed peygamberler gibi eylemci ve başkaldırıcı tiplemelere uymazlar. Daha çok Budist rahiplerini, Zerdüşt din adamlarını, Şaman dedelerini ve Hıristiyan keşişlerini andırırlar. Bu tespitler asla bir hakaret olmayıp gözlem ve realitenin yansımalarıdır.
[86] Hermesçi kozmoloji: “İnsanın temel görevi hayvani yönünü (nefis) eğitmektir. Ölüm, hayatın yenilenmesidir. Daima ölüm sonrasına hazırlanmak gerekir. Bunun yolu da kalbi temiz tutmak ve dünya nimetlerine sırt çevirmektir. Ancak bu yolla tanrı Oziris’in aydınlatıcılığıyla aydınlanırız ve ölüm sonrasına hazırlanabiliriz.” düşüncesidir. Bu düşünce Eflatun’un ahlak ve ilahiyat fikrini, Aristo’nun fizik-metafizik anlayışını ve Greklerin felsefi alt yapılarını şekillendirmiştir. Muhyiddin Arabî kanalıyla da tasavvufa girip İslam dünyasını istila etmiştir.
[87] Agnostisizm: Bilinmezcilik, ne yapacağına karar vermeme hali, neyi yapacağını bilememe durumu. Hayatta hiçbir konuda neyin gerçeklik olduğuna dair bir kararı olmamak, iki arada bir derede kalıp kararsız ve mutsuz olma haline denir. Halbuki gerçek insanın içinde ve dışında yaşadığı, hissettiği ve düşündüğü şeydir. Bu nedenle herkesin gerçeği farklıdır. Gerçeğin doğru veya eğri olması da hayatla test edilerek ortaya konur. İnsan onur ve doğasıyla uyumlu olan bir başarı ve mutluluk kişinin doğrusunu oluşturmuş gerçektir.
[88] Monizm: Olayların tek bir nedene dayandırılmasıdır.
[89] Pluralizm: Bir olayın pek çok sebebe dayandırılmasıdır.
[90] Buhârî, Müslim, Elmalılı tefsiri, el-Kâfî, Tabatabâî tefsiri, Risâle-i Nûr külliyâtı, Saâdet-i Ebediye ilmihali, İhyâ-yı Ulûmu’d-Dîn vb.