Doğada oluşan felaketler ve vahşi hayvanların saldırganlıkları, mitolojideki gibi şeytani bir kötülük olarak düşünülemez. Hakk, doğayı birbirinin soyunu kurutması için veya buna uygun olarak yaratmamıştır. Doğada saf ve kasıtlı hiç bir kötülük yoktur. Bizim kötü sandığımız da aslında bir iyiliğin kapısını açmaktadır.
O zaman yalan söylemek ve öldürmek gibi insani kötülükler nereden güç almaktadır? Şiddeti, dünyada salgın bir hastalık gibi yayan ve kötülüğün güçlü kalması için ideal bir ortam yaratan güçler, nasıl daha güçlü ve açıklayıcı sorgulanabilir? İnsanın doğasında hâkim olanın sadece kötülük olması, hangi hile ve kurnazlıklarla işlev kazanmaktadır? İnsan, iyilik ve kötülük seçenekleri konusunda karar verirken, beynindeki belli bir bölgenin nöronlarının iletişimiyle mi karar vermektedir? Her insanın aynı kararı almadığı, kimisinin duygusal kimisinin mantıklı, kimisinin her ikisini dengeleyerek çözüm ürettiği aşikârdır. Kötülük, hem bireysel hem de toplumsal bir olgudur.
İnsanın düşünce dünyası, asırlardır temel ve tali bağlamında, ruh ve madde ikilemi içinde sıkıştırılmıştır. Bilimi kutsallaştıran bilim tapıcıları; insanın beyninde, ahlâklı ve vicdanlı davranmasını sağlayan bölgeler olduğundan hareketle, maddeyi yani beyin nöronlarındaki değişimleri gözlemleyerek ve nöron iletişimlerindeki sırrı çözerek, kötülüğün kaynağını orada bulup, yok edebileceklerine inanmaktadır. Kötülük, bedene sapıkça haz verse de, mutlak surette ruha/düşünce, duygu ve sezgi dünyasına acı çektirir. Ahirete inanan inançlı insanlar, ruhun cennete veya cehenneme gitmesinde, iyilik ve kötülüğün orantısının önemini kavradıklarından, faziletli ve erdemli bir yaşam sürdürmeyi hedeflerler. Çünkü onlar, insanın, asırlar içindeki deneyimin birikimiyle oluşan hafızasında ve her şeyle titreşim içinde olan ruhunda, ahlâk ve vicdan kavramı devre dışı kaldığı anda, insan ruhunda kötülüklerin alan kazanmaya başlayacağını bilirler.
Kötülüğün geliştirilme sürecinde, insan değişir ve tanınamayacak bir canavara dönüşür. İnsanın ruhu, kötülüğün “dolaylı” kaynağı değildir. İnsanı akıl almaz suç ve günaha iten, ruhun acımasız ve duygusuz şekillenmesi, toplumsal ve tarihsel koşulların “dolaylı” ve dışsal bir eseri olduğu kadar, insanın kendi ruhunu eğitmekten kaçınması “doğrudan içsel” bir kaynaktır.
İrademiz dışında gelişen güçler noktasında, zulme kaşı çıkmakta çaresiz kalmamız veya isteyerek boyun eğmemiz, kötülüğü diri tutmakta ve güçlendirmektedir. Burada belirleyici olan karmaşık güçler, tarihsel, toplumsal dış güçler ve iç bireysel güçlerdir. İnsan, kötülüğe gönüllü olarak da katılmakta ve kötülüğe olan doğrudan ya da dolaylı katkısının sorumluluğundan kurtulmak için, nörolojik ve biyolojik değişimlerin ya da kasıtlı algı operasyonlarının ardına saklanmaktadır.
Toplumsal ve bireysel hayatta, sistemli ahlâki çöküşler, sorgulanamayan kötülüklerin artmasıyla başlar. İnsan en başta kendi hayatını ve ardından toplumsal hayatı sorgulamakla görevli kılınmıştır. Düşünce ve duygu üretme merkezi olan beynin ana görevi budur. Hırs ve ihtirasa hâkim olmak, haddi aşmamak ve zulmü sorgulamak, açıkça vahyedilen ahlâki ve vicdani normlarla öğütlenmiştir. Bu sorgulama ve hayata eleştirel yaklaşma süreci içsel ve dışsal dünyada çarpıtıldığı ya da durdurulduğu anda, bütün kötülükler olabildiğince zamana ve topluma saçılır. Kibar kahramanlar katile, cömert insanlar bencil ve cimri insanlara dönüşür.
Psikoloji, sosyoloji, teoloji ve nöroloji bilimleri, zalimlerin hizmetinde kötülük üretebildiği gibi, mazlumların birliği ve kurtuluşu için sağlam deliller ve fırsatlar da sunabilir. İnsanın beyninde düşünce ve duygu titreşimlerini algılayan ve oluşturan bölgelerin, asırlar içinde değişen koşullarla açıldığı ve geliştiği unutulmamalıdır. Değişen koşulların insan davranışları üzerinde nasıl bir değişim yaptığı birçok psikolojik ve nörolojik deneyle gözlenmiştir. Bir insanın çok iyi bir insan olmaktan çıkıp saldırgan ve sadist bir canavara dönüşme sürecinde, değişen koşullar mutlak surette etkilidir.
Bir ülkeyi laboratuar gibi gören “toplum mühendisleri”, o ülkenin koşullarını belirleyerek, o ülkenin insanlarını caniye dönüştürebilir. İnsanları birbirine düşmanlaştırma ve soykırıma yöneltme, bu zalimlerin işidir. İnsanların bireysel sorgulama yeteneklerini yitirerek güdülenmeleri ve kötülüğün bayraktarı olmaları, ruhsal şekillenmelerindeki birçok kültürel, psikolojik ve tarihsel kodlamanın ters yüz edilmesiyle mümkün olmaktadır. İradevî olarak oluşturulan “özel koşullar” altında, sorgulanamayan bir kötülük geliştirilmekte ve kaos ile harmanlanan sosyolojik ve psikolojik hayat, tarihsel derinliği olan kötülüklerle sarsılmaktadır. Bunların ardından, yargılamalar, hapishaneler ve tımarhaneler meşrulaştırılmakta, korku üretme mekanizmalarıyla şiddetin gücü, kötülüğü toplumsallaştıran ve kanıksatan, yönlendirici bir iktidar gücüne dönüşmektedir. İnsanın kendi özgürlüğünü de, kendi hapishanesini de kendi içinde taşıdığı unutulmamalıdır.
İnsan doğasının en zorlu sınavı olan iktidar ve otorite olma gücü, iyiliğin nimeti ve hakkaniyetin bir gücü olarak kullanıldığı gibi, insanların gerçeklik algısının bozuma uğratıldığı, yanılsama ve yanılsatma gücü olarak da kullanılabilir. Nihayetinde iktidar ve otorite olma hırsı, insanları çılgın bir canavara dönüştürebilir. İnsanları kötülük yapmaya, birbirlerini öldürmeye ve haklarını gasp etmeye yönelten çarpık sistemler, baskın bir güç olarak normal insanları etki altına alırlar ve üstelik onları, yaptıklarıyla övünebilen ve zevk alan psikopatlara dönüştürebilirler. Kötülüğün yıkıcı gücüne karşı, iyiliğin yapıcı gücünü korumak, zalimlere karşı mazlumları savunmak, her insanın ahlâki ve vicdani sorumluluğudur.
Aydın Mutlu Dinçoğul
www.aydinmutludincogul.com