“Bir ülkenin gençleri muhafazakârsa, o ülkenin cenaze çanları çalıyor demektir.”
Henry Ward Beecher
İnsan Hakları Derneği’nin 2011 yılına dair hayli tafsilatlı hak ihlalleri raporuna göre geçtiğimiz bir yıl içinde;
– 12.658 kişi gözaltına alındı,
– 2.922 kişi tutuklandı,
– 3.252 kişi işkence gördü,
– 5 kişi gözaltında kuşkulu bir şekilde öldü,
– Cezaevlerindeki mahkum çocukların sayısı 2.309’a vardı,
– Cezaevlerinde 36 kişi öldü, 11 kişi yaralandı,
– 65 siyasi parti, sendika ve dernek yöneticisi saldırıya uğrayarak yaralandı,
-102 kişi güvenlik güçleri tarafından tehdit edildi,
-1452 kişi toplumsal gösterilerde güvenlik güçleri tarafından dövülerek yaralandı,
– 1’i çocuk 9’u kadın, 1’i erkek 11 kişi namus cinayetine kurban gitti,
– 56 ev kadını intihar etti,
– 117 kadın ev içi şiddete uğrayarak hayatını kaybetti, 177’si yaralandı,
– Ev içinde ve toplumsal alanda 158 çocuk şiddete maruz kaldı,
– 14 çocuk fuhşa zorlandı.
Bu saydıklarım mevcut bilançonun sadece bir kısmı. Daha ayrıntılı sonuçlara ulaşmak isteyenler İHD’nin websitesinden raporun kendisine ulaşabilirler.
(bknz: http://www.ihd.org.tr/images/pdf/2012/rapor/ihd_2011_ihlal_rapor.pdf )
Bu şu anlama geliyor: İleri demokrasi ile yönetilme iddiasındaki ülkemiz, uluslararası standartlara göre tabiri caize adeta bir “hak ihlalleri panayırı”. Malumunuz, panayırlar küçüktür ama sergiledikleri ürünler itibariyle çok renkli ve dolu dolu yerlerdir. Türkiye de, işkence, kötü muamele, kadına yönelik şiddet, çocuğa yönelik şiddet, çocuk istismarı ve muhalif kesimlere yönelik türlü anti-demokratik, otoriter uygulamanın temaşa edildiği tiksinti verici bir panayıra dönüşmüş, gırtlağına kadar hak ihlallerine batmış bir ülke konumunda. Kapısında beklenen Avrupa Birliği de sürekli olarak bu vaziyeti hükümetin yüzüne vurmaktadır. AKP’nin politik hegemonyası, taraftarlarının şakşakçı gürültüsü, medyanın makyajı bu hakikati ancak gargaraya getirebilir. Bundan fazlasına muvaffak olamıyorlar. Pırıltılı ekonomik verilerle, gösterişli projelerle yaratılmak istenen olumlu imaj tel tel dökülüyor. “Demokratik standartlar”ımız yerlerde sürünüyor. Bunu tespit etmek için formel verilere ihtiyaç yok. Gündemimiz, günlük yaşantımız ağzına kadar bunlarla dolu zaten. Roboski’de imha edilen masumların sorulmayan hesabında, taş attığı için cezaevine tıkılan, tecavüze uğrayan sabilerin yüzlerinde, yasaklanan grevlerde; polis terörüyle dağıtılan her mitingde, protestolarından ötürü tutuklanan ve sudan sebeplerle hapse mahkum edilen her öğrenci arkadaşımızda iktidar sahiplerinin büyüyen kibrini, artık maskeleme ihtiyacı duymadıkları otoriterleşme eğilimlerini görüyoruz.
Bu sürecin adını koymak için yaşanan her fecaati saymamız gerekir mi? Parçalar birleştikçe ortaya çıkan resim bu. Türkiye, insanların mücadele etmek için gündem sıkıntısı çekmeyeceği bir ülke. Yani, acımız, kederimiz, sömürümüz, zulmümüz; zorbalığımız, cinayetimiz eksik değil, hepsinden fazla fazla var…
Bütün bunlara rağmen, Türkiye’de olan bitenler bazı kesimlerin pek ilgisini çekmiyor. Kentlerde toplumsal refleksler açısından müthiş bir çölleşme hakim. Maişet derdinde sürüklenen alt sınıflar, apolitik lümpen yığınlar ve gündem yorgunu orta sınıflar gibi toplum kesimlerinin kayıtsızlığı bir noktaya kadar tolere edilebilir bir olgu. Lakin gençlik, özür kabul etmez bir hususiyete sahip. Bir ülkenin gençliği o ülkenin yaşayan vicdanıdır. Politik olarak en canlı, en cesur, en dinamik kesimidir. Arayış içinde olan, en çok tartışan, en çok itiraz eden, en önde muhalefet eden o’dur. Gençlik bu yapısıyla bir toplumun en kuvvetli direnç odağıdır. Daha doğrusu öyle olması gerekir. Eğer öyle değilse ortada ciddi bir sorun var demektir. O yüzden, sadece ülkesine değil bütün yeryüzüne dair bir umudu, bir düşü olan, zulme karşı durma iddiasına sahip; hele ki ilhamını İslam’dan alarak kendini inşa etmeyi hedefleyen bir gençliğin, burunlarının dibinde yaşananlara kuvvetli bir itiraz ve eleştiri getirmezken, sanki bu topraklarda hiçbir şey yaşanmıyormuş gibi daha uzak coğrafyaların gündemlerine gömülmesi tam bir paradoks hali ve ciddi bir sorundur. Elbette bir uzaklık birimi olarak kilometreler, hakkı haykırmak, zulme ses çıkarmak için vicdani bir kriter değil. Aradaki uzaklık ne olursa olsun, acı çekenlerin feryadına kulak kabartmak insani bir haslet, buna şüphe yok. Ama bu “cihan şümul” yaklaşımda Türkiye’de olup bitenlerin Suriye, Arakan, Patani, Somali ve diğer coğrafyalarda yaşananlar kadar yer tutmaması, hatta neredeyse hiç yer tutmaması bizi düşünmeye sevk ediyor. Tabii ki Türkiye’yi bu coğrafyalarla kıyas etmiyoruz ama yaşanan acıları büyüklüklerine göre mi sınıflandıracağız? Ve bunu yapmak ne kadar ahlaki bir iş olur? Bu gençlik kesimlerinin görünür hale geleli beri başörtüsü sorunu ve 28 şubat gibi kendi mahallelerine ait gündemler hariç ülkede yaşanan hak ihlallerine, zorbalıklara, anti-demokratik uygulamaları dair ses çıkardığı vaki değil. Şüphe yok ki genellemeler aldatıcıdır. Gelgelelim, bazı ufak istisnalar hariç manzaranın genel görünümü bu şekildedir. Peki, ülkenin felaketlerine yönelik bu derin kayıtsızlığın temelinde ne olsa gerek ?
Muhafazakar Hegemonya ve Tarihsel Blok
İslami camianın ve özelde bahsettiğim gençlik kesimlerinin içinde bulunduğu bu durumu vicdani bir problem olarak kabul etmek meseleyi anlamamızı güçleştirir. Bilakis, ortada örgütlü bir kayıtsızlık var. Ki bu yüzden en felaketli durumlarda bile (Örneğin Roboski ve Pozantı gibi) mazlumun yanında olma iddiaları, iktidar sahiplerine yönelik güçlü bir itiraza dönüşmeyip ancak “mırın kırın etme” mesabesinde kalmaktadır. Bu yaşananların bir CHP iktidarı döneminde yaşanması durumunda aynı kayıtsızlık halinin olmayacağını anlamak zor değil.
Türkiye’de kurucu ideoloji, islam ve müslüman kitlelerle her daim kafi miktar bir ilişki içinde olsa da, İslam’ın ve müslüman imajının görünür olmasına her zaman mesafeli durmuş ve set çekmiştir. Çevrede durmasına izin vermiş ama merkezde tahammül göstermemiştir. Müslüman kimliğine yönelik bu tahammülsüzlük resmi ideolojinin bir refleksi olmakla da kalmamış, kentli yaşam algısına sirayet edip toplumsal bir horgörü haline bürünerek çeşitli yansımalar yaratmıştır. Bu açıdan Yeşilçam filmleri çok çarpıcıdır örneğin. Başörtülü kadın figürünün Yeşilçam sinemasının “kentliler hiyerarşisi”nde sahip olduğu en üst mertebe temizlikçilik, bilemediniz aşçılık olmuştur hep. Müslüman kimliğinin bu makûs talihi, pekçoklarına göre AKP ile değişmiştir. İçinden geçtiğimiz süreçte dindarlar, daha da görünür olabilmek için kamusal alana mümkün olan her aracı kullanarak adeta hücum etmektedir ve bu görünür olma arzusunun sonuna henüz gelinmiş değildir(Başbakan da “Çamlıca’ya Cami” gibi çıkışlarla bu arzuyu imgeler yoluyla sürekli biçimde besleyip politik olarak istifade etmektedir). Bu açıdan, AKP dindar kitlelerin tarihinde bir dönüm noktasını ifade ediyor. İslamcı çevreler içinse “kemalist oligarşi”ye karşı kazanılmış bir mevzi.
Tasvir etmeyi bırakıp daha kuramsal bir yaklaşım getirirsek, bütün bu olguların içinde anlam kazandığı önemli bir kavramla tanışırız: Tarihsel Blok. 20.yy’ın özgün marksist düşünürlerinden olan Antonio Gramsci’ye ait bu kavram, Türkiye siyasetini okumak açısından da işlevsel. Verili bir tarihsel dönemde daha ziyadesiyle kitlelerin rızası devşirilerek tesis edilen sosyo-politik bir hegemonya, içinde işlediği tarihsel bir bloğa sahiptir. Bu, klasik anlamda sınıf çelişkilerinin çağrıştırdığı keskin ayrımları aşan bir kavramdır:
“bir tarihsel blok, maddi güçler, kurumlar ve ideolojiler ya da daha geniş anlamda, kendisini oluşturan unsurlara stratejik bir yönelim ve tutarlılık veren bir dizi hegemonik düşünce etrafında politik olarak örgütlenmiş farklı sınıf güçlerinin ittifakı arasındaki tarihsel bir uyuma tekabül eder.”1
Bir tarihsel blokta bir toplumsal grubun, bir hizbin ya da belirli bir toplumsal sınıfın salt çıkarlarından ziyade bunları aşan bir ideolojik bağlaşıklık mevcuttur. Bu gruplar-arası bağlaşıklığın kapsayıcılığının verdiği güç, öncü rolü üstlenen lider grubun toplumsal alanda hegemonyasını yaymaya katkı sunmaktadır. Servet sahibi üst sınıfların çıkarları ancak bu şekilde yoksul kitlelerin talep ve özlemleriyle uyum içinde görünerek kamufle olabilirler. Elbette böyle bir blok kendiliğinden oluşmamakta, mutlaka servet sahibi sınıfın çıkarlarını içselleştirmiş, siyasi bilinç sahibi kadroların öncülüğünde gelişmektedir. Bu açıdan tarihsel blok bir ittifak biçiminden fazlasıdır, hegemonya inşa etmeye namzet grubun toplumu ideolojik ve moral olarak yönlendirebilme gücü ve sınıfsal altyapısının ekonomik süreçlerdeki etkisi ile doğrudan ilgilidir.
AKP, gölgesi gün be gün daha koyu biçimde ülkenin üzerine düşen muhafazakar hegemonyanın önplandaki siyasi öncüsüdür.2 Bu hegemonyanın sürdürücü enstrumanları çeşitli olmakla birlikte onları ele almak bu yazının sınırlarını ve amacını aşıyor.3 Yazının doğrultusu bağlamında şunu teşhis etmekteyiz: 80’lerde Özal’ın politikalarıyla beraber sıçrama yakalayan dindar-muhafazakar sermaye sınıfı ana omurgayı teşkil etmek üzere, sistem mağduru geniş dindar kitleler, kemalist rejimle kavgalı islami gruplar ve statüko’nun değişmesinden yana liberal aydınlar bu tarihsel bloğun ana bileşenlerini teşkil etmektedir. Yani ortada rejime karşı islam’ın alanını genişletmekten yana beklentiler, kabına sığmayan “ekonomik büyüme” hırsları ve demokratikleşme özlemleri gibi sosyal, ekonomik ve siyasi eğilimlerin oluşturduğu zımni bir bağlaşıklık durumu var. Bu blok içinde her bir eğilim kendi ekonomik, toplumsal ya da ideolojik beklentileri çerçevesinden AKP’nin politikalarına entegre olmaktadır. Konuyu bu açıdan ele alınca görüntü netleşmektedir: AKP kadrolarıyla birtakım meşrep farklarına rağmen paylaşıldığı hissedilen ortak islami kültür, “aynı mahalle”den gelme duygusu, ve imgesel düzeyde de olsa iktidar tarafından tatmin edilen islamileşme arzusu islamcı kesimleri ve çevrelerindeki irili ufaklı gençlik gruplarını sonu gelmeyen bir beklenti içinde bu tarihsel bloğun bir bileşeni haline getirmektedir. Her an hortlayabilecek olan kemalizm zombisine karşı safların arkasında sıklaştığı bir mevzidir AKP… Üstelik şimdi Ortadoğu’da NATO konsepti içinde bile olsa “ümmete yönelik” açılımlar geliştirmektedir; değil mi ki Davutoğlu “bir gün hep beraber Kudüs’te namaz kılacağız” bile demiştir ?.. Eh, hal böyle olunca, sahip oldukları muazzam enerjiye rağmen gençlik gruplarına, memlekette olan bitenlere gözlerini kulaklarını kapayıp imkanları kendilerine sunulan kongre ve gençlik merkezlerinde kültürelci çalışmalar yapmak, sosyal yardımlar örgütlemek ya da başka coğrafyalardaki “islami uyanış”ların Türkiye’deki aktivisti olmak düşmektedir. Toplumsal olaylara müdahil olacak, ülkesindeki mağduriyetlerle ünsiyet kuracak bir gençlik aktivizminin yerine karşımıza -ideolojik olarak olmasa da- fiiliyatı açısından gittikçe muhafazakarlaşan, AKP iktidarının hegemonyası altında silikleşen, araçsallaşan bir gençlik profili çıkmaktadır. İslamcı gençliğin gündemsizliğinin sebebi hikmeti budur. Bu hal ile devam ettikleri müddetçe tarihin arka odasında beklemeye, “çağa öncülük etmek” ya da “sınırları aşıp ümmette birleşmek” gibi cüretkâr iddialarını boşluğa haykırmaya mahkûmdurlar. Zira Türkiye’de tarih yazılmaya devam etmektedir ve bu tarih, ülkesinde yaşanan haksızlıklara ve zulümlere karşın iktidar sahiplerine tek bir gür ses çıkarmamış, adil ve bağımsız olmayı başaramamış bir gençliği asla kaydetmeyecektir.
1 Stephen Gill, Power and Resistance in the New World Order, (New York: Palgrave Macmillan, 2003), s. 58.
2 Aslında hegemonya kavramı başlı başına bir yazıda ele alınmayı gerektirir. Yazının sınırları gereğince bütün boyutlarına giremiyoruz; hegemonyanın örgütleyicileri ve ideoloji üreticileri olarak entellektüellerin oynadığı rolden bahsetmedik örneğin. Öte yandan, AKP’nin iktidarlaşma sürecini üzerinden okuyabileceğimiz bir başka Gramsci kavramı da “Pasif Devrim”’dir. Halihazırda bu kavram merkezinde yapılmış akademik bir çalışma da mevcuttur, bknz: Tuğal, Cihan.2011. Pasif Devrim, İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları
3 Konuya temas eden bir makale için, bknz: Doğan, Ali Ekber.2011. “1994’den Bugüne Neoliberal Belediyecilikte Süreklilik ve Değişimler”, Praksis Dergisi,sayı:26