Nefrete karşı barışın ve sanatın ortak dili çare olur.
Yeni Zelanda’dan katliam haberi geldiği anda, “22 Temmuz” filmini anımsadım. Film, 2011’de Norveç’te aşırı sağcı Anders Behring Breivik’in, 77 masum insanı katlettiği korkunç saldırıyı işliyordu. Son sahnede Breivik, “Kazanamadın, kaybettin” diyen avukatına şöyle cevap veriyordu: “Başladığımı bitirecek başkaları olacaktır.”
Yeni Zelanda’yı kana bulayan 28 yaşındaki Brenton Tarrant, 33 yaşındaki Breivik’in bahsettiği “başkaları”ndan biri… Nitekim manifestosunda, Breivik’ten ilham aldığını açıkladı. Adeta kanlı bir nefret bayrağını Norveç’ten devraldı ve dünyanın öbür ucuna taşıdı.
İkisinin ortak noktaları çok: Irkçılık, yabancı düşmanlığı, çokkültürlülük karşıtlığı, “İslam Avrupa’yı ele geçirecek” paranoyası, silah düşkünlüğü, insani duygu yoksunluğu, dünyanın en huzurlu köşelerinde bile nefretin kök salabildiğini gösterebilmeleri… Irka dayalı bir distopya hayal etmeleri… Ne yazık ki, bu ırkçı nefretin, “karşı” nefreti azdırma potansiyeli büyük… Dinler savaşının fanatik radikalleri, birbirine sürtündükçe keskinleşen bıçaklar gibi, çatıştıkça sivriliyorlar. Breivik manifestosunda Türklere, “Boğaz’ın batısına gelirseniz sizi öldüreceğiz” diyor ve “Konstantinopolis’e” gelip tüm cami ve minareleri yıkmayı “vaat ediyor”. Bu söylemin, Türkiye’deki Batı/Hristiyan karşıtlığına benzin dökmemesi mümkün mü? Nitekim iktidardaki siyasetçiler, seçim kampanyası için aradıkları kanı bulmuş gibi sarıldılar manifestoya… Saldırının görüntülerini miting meydanlarında gösterdiler. “Türkleri öldürelim” manifestosu, “Haçlılar geliyor” paranoyasıyla buluştu.
Siyaset, dışlayıcı dilden oy devşirmekten vazgeçirilmeli. Yeni global düzende sosyal güvenliksiz, korunaksız kalmış, işini kaybetme korkusu içinde yabancı düşmanlığına kaymış, mültecileri –her ne yolla olursa olsun- temizleyecek güçlü lider arayışına girmiş, kimlik siyasetiyle zehirlenmiş kitlelere, “melezleşen dünya gerçeği” olumlu yanlarıyla anlatılmalı; sosyal politikalar, empati eğitimi, sivil toplum faaliyetleriyle korkuları yatıştırılmalı… Kültürün, edebiyatın, sporun, müziğin ortak dili devreye sokulmalı. Barışın da en az savaş kadar güçlü bir sesi olmalı. Zorlu ve engebeli bir dağ var önümüzde aşılacak… Ama aşamazsak, bu nefret dağı, hepimizi yutacak.
Yine de 17 yaşında bir çocuğun, bir ırkçının başında patlattığı tek yumurtadan umut devşiriyoruz. Yazının başında bahsettiğim sahnenin devamında avukatın Breivik’e cevabı şu olmuştu. “Sizi yeneceğiz! Benim çocuklarım, onların çocukları… Sizi yeneceğiz.”
Bu da bizim ütopyamız.