Bir zamanlar insan toplulukları, kitleler halinde İslam’a katılıyorlardı. 7.Yüzyıldan itibaren önce Arap kabileleri ve ardından Afrika ve Asya’nın yerli ve göçer halkları, bir kısmı zor ile bir kısmı da gönüllü olarak İslam’a katıldılar. Her kavim, bir dönem halifeliği ele geçirerek, kendi kavmini İslam’ın merkezi gibi görmeye ve göstermeye çalıştı. İslam’ın mesajlarından kopuş ve ayrışma durumunda, İslam’a dışarıdan gelen baskı ve kuşatmalardan ziyade, İslam’ın kendi içinden çürüyerek, dağılma süreci başladı. Bugün İslam’ın birlik ve beraberliğinin ön koşullarını, yine her kavim, geçmişteki gibi kendi öz çıkarlarından hareketle oluşturmaya çalışıyor. Arap birliği, Arap İslam’ını, Farsi kanat Şia İslam’ını ve Türkler, Türk- İslam sentezini; İslam birliğini oluşturma mücadelesinde, kendi bakış açılarından ve milliyetçi-devletçi menfaatlerinden hareketle oluşturmak istiyor.
Elbette İslam âlemi, kapitalizmin 1900’lerde emperyalist aşamaya geçmesiyle beraber yükselen alçaklığına karşı, son yüzyılda büyük bir arayışa girmiştir. Lâkin İslam’ın bölgesel ve küresel bir medeniyet olabilmesinin tekrar mümkün olabilmesi için, evvelâ kendi içindeki derin tarihsel çatlakları kapatması gereklidir. Ancak bu amaçla, hiçbir karşılık ve menfaat beklemeden ciddi adımlar atılmalı ve üstelik bu adımlar, aşağıdan ve günlük yaşamın içinden birikerek gelen bir halk hareketinin şuralarının, damıtılmış şiarları olarak atılmalıdır. Eğer böyle değil de bugünkü gibi, mevcut ulus-devletlerin yukarıdan, merkezi dayatmalarıyla atılıyorsa, bu adımların Hakikatin Birliğine değil, kapitalizmin çürüten bataklığa çıkacağı kesindir.
Bügün yeryüzü, çok kutuplu bir ayrışma sürecindedir. Küresel kapitalizm kendi içinde, Anglosaxson birlik olan ABD ve İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya liderliğindeki Avrupa Birliği, Rusya, Çin, Hindistan ve İran ile yürüyen Şangay Birliği ve irili ufaklı, kısmen bağımsız ve bağlantısız kalmaya çalışan devlet grupları olarak dört ana gruba ayrılmış durumdadır. Bu grupların kendi içlerindeki uzlaşmalar, o kadar kalıcı olmadığı gibi, bazı iç çelişkiler de mevcuttur. İslam birliğine soyunan ulus-devletlerin bazıları bölgesel, bazıları küresel güç olma ya da küresel pastadan pay kapma yarışında İslam’ı kullanmaktadır.
Çin, Hindistan gibi ülkelerin kapitalist üretim ve tüketim ağında, hatırı sayılır bir güç haline gelmeye başlamaları, dünyanın ekonomik merkezinin doğuya doğru kaymasını sağlasa da, bu onların başarılarından ziyade, Batılı kapitalist sistemin, finans spekülatörlüğüne batmış balon ekonomilerinin kırılganlığından kaynaklanmaktadır ve bu durum, dünya kapitalist ekonomisini, tam bir kaos aralığına doğru sürüklemektedir.
Bu arada İslam ülkelerinin birçoğu da sıcak paranın özgürce aktığı bir kara para aklama cennetine dönüşmüş durumdadır. Türkiye’de para çekebilmek için, dünyanın en yüksek reel faizini vermektedir. İslam âlimlerinin çoğu, küresel Batı kapitalizmini Siyonist-Mason-Hıristiyan işbirliğinin bir ürünü olarak görür. Bu kısmen doğru olsa da, sermayenin yani kapitalistlerin ne bir vatanı, ne de bir dinleri vardır. Onlar, en büyük yaratıcı ve egemen güç olarak paraya tapanlardır. Kapitalistlerin “Küresel Yahudi Krallığı Projesi” ne prim verdiği de çok dillendirilir. İslam âlemini motive eden bu proje; Yahudilerin, Hıristiyanları da devre dışı bırakarak, dünyayı tek bir devletin komutası altında yönetme hırslarıyla ve sürekli savaşlarla beslenen bir kaos ortamından, kendi istedikleri tekçi devletleşmeyi yaratabileceklerini savunur. Demek ki asıl sorun, tekleştirme ve ötekileştirme mantığıdır. İslam, her inançtan ve etnik kökenden insana adaletle yaklaşarak, ötekileştirme duvarlarını doğuşuyla birlikte yıkmış ve bugün de yıkmalıdır.
Dünyaya nizam verme, hak ve adaleti güçlendirme arzusu, İslam’ın özünde vardır. Ancak İslam, bir hoşgörü ve gönüllülük dinidir. Bugüne kadar tarihte bunun tam zıddını İslam olarak gösteren birçok işgalci, talancı ve katliamcı imparatorluklar, tarihin mezarlığındadır. O günleri özleyen ve İslam’ı, faşist bir ruhla geri çağırmak ve İslam’ı şeytanlaştırmak isteyenler, Müslüman kitlelerde yarattıkları sahte adalet ve hakikat algılarıyla, ne kadar zehir saçmaya devam etseler de, insanlığın; vicdanını gönül rahatlığıyla özgürleştirme ve inançlarının özünü koruma arzularının önünde, asla duramayacaklardır.
Aydın Mutlu Dinçoğul