Bir önceki yazıda muradımın tam anlaşılmadığını, hatta mugalata malzemesi yapıldığını düşünerek, ve yeni tatsız gelişmeleri de hesaba katarak (aynı istikamette ) yeniden yazmaya karar verdim. Savaşın, silahların vahşi yüzüyle derinden sarsıldığımız şu günlerde, birileri kitlelerde ortaya çıkan infiali kendi siyasi tezlerini kuvvetlendirmek için suistimal etmeye çalışıyor. Ziyadesiyle utanmazca bir psikolojik harp ile karşı karşıyayız. Bu ülkede yaşanan hak savaşımlarında hiçbir zaman elini taşın altına koyma ihtiyacı hissetmemiş, hiçbir mücadele geleneği olmayan, mazlumlarla, mustazaflarla ancak kariyer basamağı olabilecekleri kadar ve “entellektüel” düzlemde alaka kurmuş bir zevat, “bu dönemin kendi dönemleri olduğu”nu düşündüklerinden olsa gerek, arkalarına iktidar gücünü almanın şehvetiyle konuşuyor.
Onlar piyasa tanrısının pervasız ve şımarık çocukları. Yeri geliyor hükümet partisinin politik açılımlarının ideologluğuna soyunuyorlar, yeri geliyor terörle mücadele stratejileri öneriyorlar, yeri geliyor kürt siyasetçilerini azarlıyorlar. Nasılsa yeni dönemin akil adamları, muteber şahsiyetleri onlar. Son günlerde yaşanan gelişmeler ise iyice gemi azıya almalarına fırsat sunmuş durumda. Sanırsınız ki, piyasada onlardan daha barış yanlısı, onlardan daha vicdanlısı yok!
Bizim bir önceki yazıda altını önemle çizdiğimiz husus, kürt sorunu noktasında politik şiddetin hangi saiklerle geliştiği ve bu gelişimin tarihsel arka planıydı. Bu arka planda bütün bir ceberrutluğuyla onyıllar boyunca (1950’lerden beri ) Kürt siyasetçilerinin başını ezen, onları legal alandan istikrarlı bir biçimde sürekli kovan,hapseden,bu tahammülsüzlüğünü 12 Eylül rejimi ile doruğa ulaştıran, ve böylece de kendisine silah ile karşılık verilmesi için her türlü koşulu, imkanı oluşturan irrasyonel bir devlet var. Devlet bu süreç boyunca kürtler için silahlı mücadele dışında bir seçenek bırakmamıştır. Siz insanlara gün yüzü göstermeyeceksiniz, siyaset yapma imkanı vermeyeceksiniz, her türlü melaneti işleyeceksiniz, sonra da “niye silaha sarıldı bunlar?“ diyeceksiniz! Argo’da “saf ayağına yatmak” dedikleri şey bu olsa gerek. Bu tarihi bilmek önemli. Zaten artık yedisinden yetmişine herkes de sakız çiğner gibi “devlet de zulmetti tabi” diyor ayıp olmasın diye…
Bugüne kadar uzanan bu politik şiddet hattı geçen yazıda da bahsettiğimiz gibi liberal kalemşörlerin kürt sorunu başlığındaki en popüler demagoji malzemeleri. Elbette, yaşanan süreçte Siirt’te dört kadının katledilişi, Ankara’nın göbeğinde patlayan bombalar, son olarak da Batman’da hamile bir kadına ve 5 yaşındaki kızına isabet eden kurşunlar hiçbir hak mücadelesinin meşrulaştıramayacağı kadar zalimce ve çirkin olaylardır. Bunların “meşru” olduğunu savunacak kadar haysiyetsiz bir insan umuyoruz ki bu topraklarda yoktur. Lakin, eğer biz bu menfi hadiselerin etkisiyle dolduruşa gelirsek, Kürt halkına zulüm ile maruf bir tarihi ve günceldeki mücadeleyi gölgelemiş oluruz. Zaten liberal kalemşörlerin de bu noktada yaptığı tam olarak bu; içi boş bir şiddet karşıtı söylem ve sözde barış yanlısı bir görüntü eşliğinde, PKK’nın şuursuzca saldırılarından hareketle AKP hükümetinin izlediği politikanın meşruiyet sahasını genişletmek, yapılan yanlışları gözlerden uzaklaştırmak. Demiştik ya bu arkadaşlar ideologluğa soyunmuştu diye. İşte, Kürt sorunu ve PKK başığında çaktırmadan şu bilinçaltı mesajını yollamaya çalışıyorlar: “Görüyorsunuz ey vatandaş! Bu hükümet barış için elinden geleni yaptı, bütün iyi niyetini gösterdi. Ama barış onların işine gelmediği için gerilimi tırmandırdılar. Eh, hükümete de “tüfek omuza!” demekten başka seçenek kalmadı!”
Bu muhteremler ya kendilerini çok kurnaz zannediyorlar, ya da bizi aptal sanıyorlar. Geriye dönüp bakmanın faydası var. Gerçekten de hükümet barış için elinden geleni yaptı mı ?
Unutulanlar
“Hükümet barış için elinden geleni yaptı” demek halisünatif bir gerçekliği yansıtıyor. MİT-PKK görüşmelerine tekabül eden, İmralı ile müzakerelerin yürütüldüğü, PKK’nın eylemsizlik içinde olduğu o süreçte, bir yandan da “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diyeceğimiz şekilde askeri operasyonlar tüm hızıyla devam ediyordu. Şu bir gerçek ki, hayatını kaybedenlerin asker olmadığı durumda ortaya çıkan bir yabancılaşma hali söz konusu. Hatırlayalım, o süreçte televizyon kanalları günaşırı bir şekilde TSK’nın devam eden operasyonlarını ve o gün kaç terörist hakladığını ekranlara taşıyordu. Hayatını kaybedenin sıfatı “terörist” olduğu vakit ortaya çıkan bu yabancılaşma hali çok derin. Bu durumda hayatını kaybedenin bizim gibi bir insan olduğu, ağaç kovuğundan çıkmadığı, onun da ailesi, yakınları, akrabaları, eşi dostu olduğu gerçekleri buharlaşmaktadır. O artık tek bir sıfat ile maruf bir istatistik nesnesidir: Terörist; O, bir, iki, üç, beş ya da on tanesi “ölü ele geçen”dir. O yüzden devam eden operasyonlar çok normal gelmektedir. Alışık olduğumuz şeydir bu, devlet teröristleri avlıyordur. Gelgelelim, PKK eylemsizlik ilan etmişken, yani tek kurşun sıkmıyorken, TSK’nın üst üste gerçekleştirdiği bu operasyonların acı meyvesidir belki bugün yaşadığımız. Her gün ya da gün aşırı bu “ölü ele geçirilen” Pkk militanlarının cenazeleri ailelerine gidiyor, Kürt halkında içten içe kırgınlıkla karışık bir öfke yükseliyordu. Ülkenin doğusu ile batısı arasındaki psikolojik kopuş olgusu bu öfkeyi batı’da yaşayanlar için çok yabancı ve anlaşılmaz bir hale getiriyor tabii ki. Ve bu “barış savunucusu” liberal kalemşörlerimizin de o günlerde “madem açılım diyorsunuz, ne bu operasyonlar“ diye sormak (nedense) akıllarına gelmemişti. Gelmemişti, zira onlar da aynı yabancılaşmadan muzdarip durumdalar. Silahlı bir örgüte kitlesel destek ve katılım gibi sosyolojik derinliği olan bir hadiseyi “kandırılmışlık” gibi saçma sapan argümanlarla açıklamaya çalışanlardan değilsek, bunun bir zemininin olduğunu hesap etmeliyiz. Hiçbir insan durduk yere hayatını riske atacak derecede bir davaya bağlılık hissedip bedel ödemeyi göze almaz. Bu, PKK’yı var eden psikolojik zemindir. Bu nedenledir ki Batı’da devlet politikasının aklını esir ettiği insan için “imha edilen terörist” olan birey, Doğu’daki insan için dava adamı ve şehittir. PKK’nın bir türlü bitmemesinin sebebi “dış güçler” ya da “gizli servisler” değil, tam olarak da sağladığı bu meşruiyet ve örgütlülüğüdür. Gerçekten barış isteniyorsa insanlar bu gerçeği gururlarına yedirememekten vazgeçmelidir. Çünkü bu, hamasetle üstü örtülemeyecek bir olgudur.
KCK davası ise vehametin diğer bir veçhesini teşkil ediyor. Aylardır tek bir neticenin alınmadığı, aralıksız devam eden tutuklamalarla BDP’nin adeta kadro kırımına uğratıldığı bu dava’da yaklaşık 2000 kadar BDP yönetici ve üyesi hapis durumda. Aynı parti’nin 6 vekili hâlâ tutuklu bulunmakta ve hükümetin bu konularda bir iyi niyet adımı da maalesef görünmemektedir. Üstelik aynı hükümet partisi, ağır toplarının söylemlerinden anladığımız kadarıyla da buna bir “güç savaşı” olarak bakmaktadır. Dolayısıyla da BDP, tuş edilmesi gereken rakip olmaktadır. Tuş edilmeli ve “burunları sürte sürte” meclise gelmelidirler. Hükümet yetkilileri, yemin krizi boyunca yüksek perdeden, şimdilerde ise seyrek olarak bu konuya dair söyledikleri her sözde bu kibirlerini yansıtmaktadırlar. Bu, barışı arzulayan bir dil değildir. Ağzını her açtığında tavizsizlikten, müsahamasızlıktan bahseden, güç gösterisi yapan bir başbakan vardır. Bütün bu gelişmeler bir yana, en başından beri daha anadilde eğitimin bile kabul edilemez olduğunu üstüne basa basa her fırsatta ve her platformda söyleyen, Öcalan için “ biz olsaydık asardık” diyen aynı başbakandır. Bu yaklaşımdan barış çıkması mümkün mü ? Bunları görmezden gelerek gelişen çatışma ortamını doğru yorumlamak mümkün olmaz.
Peki bize ne oluyor? Niye sürekli hükümeti eleştiriyoruz?
Yoksa PKK’yı mı savunuyoruz ? Niyetimiz nedir ? Suyu bulandırmak isteyenlerin olacağı malum olduğu için, bu sorulara da peşinen cevap verelim.
Niyetimiz
Niyetimiz ne PKK’yı ne de başka bir silahlı örgütü savunmak. Bilakis niyetimiz hakikati savunmaktır. “Sürekli niye hükümeti eleştiriyorsunuz, hiç mi doğru adımlar atmadılar “ diyecek olanlar olursa şöyle söyleyelim: Ya kimi eleştirecektik ? Seçim ile iş başına gelmiş bir irade olarak beni/bizi PKK değil, hükümet temsil etmektedir. Beni/bizi temsil eden ya da temsil iddiasında olan siyasi iradeye karşı söyleyeceklerimiz, tam da bu nedenle onun dikkate alması gereken şeylerdir. Açılım sürecine dair üstü örtülmeye çalışılan, habire PKK’ya yüklenerek unutturulmak istenen hatalar ve samimiyetsiz tutumlar söz konusudur. Kürt siyasi hareketine yönelik bir “tuş etme” çabası söz konusudur. Terör konseptine geri dönüp barışı aramaktan çoktan vazgeçmiş bir hükümetin bu yanlış politikaları böyle kurnazca manevralarla meşrulaştırılamaz. Akıl yanıltılabilir, ama vicdan bu oyuna gelmez. Ona politikanın kirli oyunları işlemez. O nedenle, dökülen her damla kanın, katledilen her mazlumun vebali PKK’nın olduğu kadar, hükümetin de boynunadır. Biz bunları her gerektiği yerde dile getirmeye ve barışı talep etmeye devam edeceğiz. Bu beyanlarımıza rağmen aksi yönde akıl yürüten bir gestapo zihniyeti mutlaka olacaktır. Barış aktivisti Muhammed Cihad gibi insanların “PKK üyesi” olmaktan hapsedildiği bir ülkede, doğrusu bu son derece normal. Ve bir o kadar da acı.