Sevgili dostlar,
Refik Durbaş, “Çırak aranıyor” şiirinde “Ölüm hep bana, bana mı düşer usta” diye sordurmuştu çırağına… Sivas’ta yitirdiğimiz canların anmasında hep bu mısra çınladı kulağımda…
Belki Eskimolar kar için çok şiir yazmıştır; belki Afrikalılar kölelik için… Biz, ölümle haşır neşiriz en çok…
Metin Altıok, Sivas’a gitmeden, kitaplarını yaymış yere, eşi için imzalamış birer birer; “Sende kitap setim yok, bulunsun” demiş, olacağı biliyormuşçasına… İmzaladığı kitapların birinde şu şiir vardı:
Heybesinde yılan işaretleri,/
baldıran zehiri
Yüzüğünün içinde/ ve yanında/
kav taşıyan ben;
Tekinsizim size göre/
ibret için yakılması gereken…”
Eşi, Metin Altıok’u Sivas’a uğurlarken, Uğur Kaynar’a emanet etmiş, “Metin’i sağlam verdim, sağlam istiyorum” demiş. İkisi de tabut içinde dönebildiler o cehennemden… Sivaslı Kaynar’ın yanından ayırmadığı askılı çantasından Bafra sigarası, eşine hediye aldığı cüzdan ve üzerine şiir karalanmış bir kağıt peçete çıktı. O şiir de ölüme dairdi:
“Öldüğümde/
Doğduğum yere gidiyorum
Yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği/
işte böylesine yeniyorum.”
Behçet Aysan, “yanık bir ot”a benzetmişti ölümü; “Sen bu şiiri okurken, ben belki başka bir şehirde ölürüm” diye yazmıştı, başka bir şehirde, yakılmış Madımak’ta ölmeden önce…
Erdal Ayrancı, “İşte şimdi mezarımın başındayım” diye yazmıştı gitmeden; “…ölü güzel olur mu; benim ölüm çok güzeldi.”
Hepsi, güzel ölülerdi.
Ama niye ölümle bu kadar haşır neşirlerdi ki? “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” diyen büyük yazarın dizeleriyle yetiştiklerinden mi?
Yoksa kalleşçe öldürülmek, bu ülkenin muhalif aydını, sanatçısı için her daim köşebaşında bekleyen bir ihtimal olduğu için mi?
Bu kanlı gelenek son bulsun, yarının şiirleri ölümü yazmasın diyeydi bütün dertleri, mücadeleleri… Söndürmeye çalıştıkları yangında boğuldular. Biz, ölümden çok hayatı anlatacak şiirleri bekliyoruz hala umutla…