Güney Kore’de iktidarda bulunanlar için gemilerinin ABD tarafından batırıldığına dair güvenilir kaynaklardan alınan bilgi ne büyük utançtır. Bu gerçeklik onları her gittikleri yerde gölge gibi takip edecek, ondan kaçış yok.
Dünyanın diğer bölgeleri de Doğu Asya’dan daha güvenli değil.
İsrail, ABD tarafından oluşturulan ve desteklenen nükleer silahlarını tamamen bağımsız bir şekilde aktif hale getirebilir ve kullanabilir. Bu durumun aksini savunmak gerçekliği görmezden gelmektir.
Diğer bir önemli konu da Birleşmiş Milletler örgütünün hiç bir şekilde olaylara müdahil olamamasıdır. İsrail ile tehditlere direnen 70 milyon nüfuslu İran’ın arasındaki gerilim artık çok üst düzeyde.
Uzun lafın kısası; İran, İsrail’in tehditlerine boyun eğmeyecek.
Dünyamızda yaşayan insanlar gittikçe artan şekilde daha çok spor etkinliklerine ilgi göstermekte, günlük hayatlarında yaptıkları işten arta kalan vakitlerinde bu tür kültürel ve sportif faaliyetlerle ilgilenmektedir.
Önümüzdeki günlerde Güney Afrika Cumhuriyeti’nde başlayacak olan Dünya Kupası insanların işten arta kalan tüm boş saatlerini çalacak. Giderek artan bir heyecanla maçları takip edeceğiz. Artık bir klasik haline gelen örneği verirsek; Arjantinli yıldız Maradona’nın golü atmadan önceki her çalımını ezberleyeceğiz. Şimdi farklı bir Arjantinli Maradona kadar olmasa da topa ayağıyla ve kafasıyla inanılmaz hızlarda yön verebiliyor. İsmini biliyorsunuz: Messi, İtalyan asıllının adı şimdiden herkesin ağzında.
Bu organizasyonlar için yapılan tasarımlar artık insanı deli edecek çeşitlilikte. Maçların yapılacağı arenalar, insanın hayalini zorlayacak şekilde tasarımcılar ve mimarlar tarafından hayata geçiriliyor.
Bir hükümet ise omuzlarına yüklenen sorumluluğu yerine getirebilmek için didiniyor. Onunla ilgili sürekli haber yapan televizyon, radyo ve gazete muhabirlerine yetişmesi mümkün değil.
*
Dün gündeme bomba gibi düşen bir habere göre bugün Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İran’a uranyum zenginleştirme işleminden vazgeçmediği için yaptırımlar uygulamayı tartışarak oylayacak.
Durumun ilginç olan yanı ise ortada. Konu İsrail olsaydı, ABD ve sadık müttefikleri İsrail’in Nükleer Silahsızlanma Antlaşması’nı imzalamadığını söyleyerek BM Güvenlik Konseyi’nde benzer bir kararın alınmasını veto ederdi.
Ancak eğer İran zenginleştirilmiş uranyum üretiminde yüzde 20 seviyesini geçerse, bu ülkeyi boğmak için ekonomik ablukanın yürürlüğe konulacağı kesindir. İsrail’in ise son günlerde Gazze’de abluka altındaki Filistinlilere yardım götüren gemilerde yaptığı gibi faşist fanatiklikle özel harekat birliklerini göndererek helikopterlerden açtığı ateşle silahsız insanları öldürmesinin bir benzerini sergileyeceği kesindir.
İran’ın uranyum zenginleştirdiği tesislere saldırıp, burayı yerle bir etmek için yanıp tutuşuyorlar. Kesin olan başka bir şey de İran’ın böyle bir haksız davranışı karşılıksız bırakmayacağıdır.
ABD’nin emperyalist bağları gezegenimizde şimdiye kadar hiçbir ekonomik krizin yaratmadığı felaketleri yaratabilir.
Fidel Castro Ruz – 8 Haziran 2010
İMPARATORLUK ve YALANLAR
Nükleer silahların kullanılması olasılığı olan İran ve Kore ile ilgili iki makale yazmak durumunda kaldım. Ayrıca önceki yazımda Kore’deki sorunun eğer Çin Halk Cumhuriyeti etkin şekilde müdahil olsaydı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki veto hakkını ABD karşısında kullansaydı bertaraf edilebileceğini yazdım.
Diğer konu başlığı ise kontrolden çıkmış görünen fanatik İsrail devletine bağlı etkenler tarafından belirlenmekte. İsrail şu anki nükleer güce sahip konumuna ABD’nin desteğiyle gelmiştir, artık hiçbir denetimi kabul etmez bir durumdadır.
1953 yılı Haziran ayında kendi ve müttefiki İngiltere’nin lehine İran’a müdahale eden ABD, gerçekleştirdiği darbe sonucunda İran’da iktidara Muhammed Rıza Pehlevi’yi getirmişti. O dönemlerde İsrail henüz komşuları Filistin, Ürdün ve Suriye’nin topraklarını işgal etmemiş olan küçük bir devletti.
Bugün yüzlece nükleer başlığa sahip füzesi bulunan, ABD tarafından desteklenen modern savaş uçaklarına sahip bir ordusu olan İsrail, bölgedeki Arap olsun olmasın tüm ülkeleri tehdit eder konumdadır.
Geçtiğimiz Pazar günü uyuşturucuyla ilgili yazdığım makale kaleme alındığında henüz işgal altına alınmış topraklarından geriye kalan ufak bir bölgede abluka altında olan Filistinlilere insani yardım, gıda vb malzeme taşıyan filo saldırıya uğramamıştı.
Abluka altındaki Filistin halkı zamanlarının çoğunu sadece hayatta kalabilmek için uğraşarak haracamak durumunda. Yiyecek bulmak, ailelerine yardım etmek ve çalışmak. Dünyada neler olup bittiğiyle ilgili düşünecek zamanları bulunmuyor.
Bu onurlu halk, diğer ulusların onları bu koşullara mahkum eden sorunları çözmek için harekete geçeceğine güveniyor. Hala sevinip gülebiliyorlar. Böylelikle insanoğlunu tehdit eden bencilliği aşıp sevinmeyi hatırlatıyorlar.
Kuzey Kore tarafından batırıldığı iddia edilen Güney Kore korvetinin durumu hala esrar perdesi altında. Son teknoloji ürünü olan bu gemi geniş sonar sistemine ve su altı akustik dinleme kabiliyetine sahip. Gemi kendi karasularının oldukça uzağında battığında 40 Güney Koreli denizci hayatını kaybetti ve çok sayıda asker yaralandı.
Sorun benim için çok karmaşıktı. Bir tarafta bir hükümetin her ne koşullarda olursa olsun başka bir ülkenin gemisinin batırılması emrini vermesinin bir açıklaması yoktu. Diğer taraftan ise Kim Jong Il’in bu emri verdiğine inanmıyordum.
Sonuca varmak için gereken bilgilere sahip değildim. Ancak emin olduğum bir şey vardı; o da Çin Halk Cumhuriyetinin Kuzey Kore’ye karşı alınan ambargo kararını veto edebileceğiydi. Ne var ki, ABD’nin dizginlerinden boşanmış İsrail Devletinin nükleer silah kullanmasını engelleyemeyeceğinden emindim.
1 Haziran gecesi olaylar üzerindeki sır perdesi kalkmaya başladı.
Gece 22:30 sularında Venezuela Televizyonunda “Dosya” adındaki programı yapan araştırmacı gazeteci Walter Martinez’i dinledim. Gelişmeleri değerlendiren gazeteci, yaptığı yorumda ABD’nin her iki Kore yönetiminin birbiri hakkında halihazırdaki düşünme sistematiğini yerleştirmeye uğraştığını ve bununla da halkının istekleri doğrultusunda Japonya’daki Okinawa Üssünü kapatmak isteyen Japon hükümetine karşı adım atarak üssün devamlılığını sağlamaya çalıştığını belirtti.
Başta olan Japon hükümeti genel seçimlerde, 65 yıldır ABD tarafından işgal edilen aseri üslerin boşaltılacağını vaat ederek halktan büyük destek kazanmıştı. ABD askeri üsleri bu zengin ve gelişmiş ülkenin bağrında birer hançer gibi duruyor.
Olan olaylara dair şaşırtıcı ayrıntılar Global Research’de yayınlanan Washington’lu araştırmacı gazeteci Wayne Madsen’in makalesinde yeraldı.
Gazetecinin bilgi aldığı kaynaklara dayandırdığı yazısında şu ifadeler yeralıyor:
“Kaynaklara göre Mart ayında Güney Kore denizaltı avcısı Cheonan adlı korvete yapılan saldırı, Kuzey Kore tarafından yapıldığı süsü verilen bir saldırıydı.”
“Saldırının bir amacı Kore Yarımadası’nda gerilimi artırarak Japon Başbakanı Yukio Hatoyama’yı Okinawa’daki ABD askeri üssünü kapatma girişimlerinden vazgeçirmekti. Hatoyama yaptığı açıklamada Okinawa üssünün kalması kararının alınmasında Cheonan olayının büyük rol oynadığını ifade etmiştir. Hatoyama’nın aldığı karar (Vaşington’da sevinç yaratan bir gelişme olan) iktidardaki merkez-sol koalisyon hükümetinde ayrılık yaratmış, Sosyal Demokrat Parti lideri Mizuho Fukushima koalisyondan ayrılabileceklerini hissettirmiştir.”
“Cheonan, Baengnyeong Adası açıklarında batırılmıştır. Burası Güney Kore kıyılarının çok uzağında ve hemen Kuzey Kore sahilleri karşısındadır. Ada üst düzeyde silahlandırılmış, stratejik bir konumda ve Kuzey Kore topraklarının topçu menzili içindedir.”
“Son teknoloji sonara sahip olan Cheonan, olağanüstü hassas su altı dinleme teçhizatıyla donatılmıştı. Bölgede benzer kabiliyetli hiçbir Güney kore gemisi bulunmamaktadır. Adayla anakara arasındaki boğazda denizcilik yapılmadığı için olay sırasında denizde hiçbir etkinlik yoktu. “
“Ne var ki, Baengnyeong Adası’nda ABD-Güney Kore ortak istihbarat merkezi bulunmakta ve ABD Deniz Kuvvetleri özel harekat birlikleri üste konuşlanmaktadır. Buna ek olarak batırılma olayı yaşandığında bölgede dört ABD savaş gemisi ortak tatbikatlar gereğince yeralmaktaydı.”
“Gemiyi batıran torpidonun metal aksamında yapılan araştırma sonucu metalin Alman yapımı olduğu anlaşılmıştır. ABD Deniz Kuvvetleri Özel Harekat birliklerinin benzer olaylarda şüpheleri başkalarının üzerine atmak için bu tür numunelere sahip olduğu ve bunları kullandığı sanılmaktadır. Ayrıca Berlin yönetimi Kuzey Kore’ye torpido satmamakta, tersine İsrail ile denizaltı silah teknolojisi alanında yoğun işbirliği yapmaktadır.”
“Olay sırasında ABD savaş gemisi Salvor’un ada yakınlarında olması da şüpheleri artıran bir gerçektir.”
“Sivil bir kurtarma gemisi olan Salvor, 2006 yılında Tayland Deniz Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen mayın yerleştirme operasyonlarında yer almış ve 12 dalgıcın hayatına mal olan patlama sırasında olayların orta yerindeydi.”
“Çin yönetimi, olayın hemen ardından Pyongyang’dan Beijing’e trenle alelacele gelen Kuzey Kore lideri Kim Jong Il’ ile görüşerek Kuzey Kore’nin masum olduğuna inandığından, batırılma olayında ABD Deniz Kuvvetleri’ne ait Salvor’un suçlu olduğuna dair bazı şüphelerini dile getirmiştir:”
“1.Salvor, deniz tabanına mayın yerleştime operasyonu gerçekleştirmekteydi, yani olayın olduğu bölgede deniz dibine yatay yönde ateşlenen denizaltı karşıtı mayınlar yerleştiriyordu.”
“2.Salvor halihazırda deniz dibinde olan mayınların kontrol ve bakımını yapıyor ve elektronik olarak ateşlenebilecek konuma getiriyordu.”
“3.ABD Deniz Kuvvetleri Özel Harekat birliğine bağlı bir denizci Cheonan’a manyetik bir mayın bağlamış, bu sayede Güney Kore, Japınya ve Çin’deki kamuoyu yanıltılmak istenmiştir.”
“Kore Yarımadası’ndaki olaylar Beijing ve Seul’da resmi ziyaret için bulunan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın temasları sırasında tüm diğer gündemleri ikinci plana itmiştir.”
Böylece inanılmaz kolay bir şekilde ABD önemli bir sorunu çözmüştür; Yukio Hatoyama önderliğindeki ulusla birlik hükümeti düşürülmüş ancak oldukça büyük bir bedel ödenmiştir:
1- Müttefik Güney Kore derinden yaralanmıştır.
2- Kim Jong Il yönetiminin olağanüstü gündemler karşısında ne kadar hızlı ve başarılı müdahil olduğu görülmüştür.
3- Çin Halk Cumhuriyeti’nin önemi ve gücü bir kez daha ortaya çıkmıştır; Çin devlet başkanı gönderdiği özel temsilcilerle Japon İmparatoru Akihito, Japon başbakanı ve önemli Japon liderlerle doğrudan görüşmüş ve doğrudan insiyatif almıştır.
Dünya liderleri ve dünya kamuoyu artık ABD’nin güttüğü erdemsiz ve ahlaksız emperyalist siyasete dair kanıtlara sahiptir.
Fidel Castro Ruz – 3 Haziran 2010
İMPARATORLUK ve SAVAŞ
İki gün önceki yazımda, imparatorluğun dünya halklarına saldırmaya devam eden uyuşturucu belasıyla ilgili çok ciddi boyutlardaki sorununu çözemeyeceğinden bahsettim. Bu yazımda da bana göre öne çıkan başka bir konuya değineceğim.
Bugün ABD saldırısı tehdidi altında bulunan Kuzey Kore’nin yaşamakta olduğu tehlike gündemdeki yerini koruyor. Kısa süre önce Kuzey Kore karasularında meydana gelen olay, eğer Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı konuya daha müdahil olsaydı önlenebilirdi. Bilindiği gibi Çin Halk Cumhuriyeti’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde daimi bir yeri ve veto yetkisi var.
ABD’nin yanıt üretemediği ikinci tehlikeli sorun ise İran ile ilişkilerde yaratılan gerginlik. ABD Başkanı Barack Obama’nın 4 Haziran 2009 tarihinde Mısır’daki Kahire El Ezher Üniversitesi’nde yaptığı konuşmadan sonra çok şey değişti.
O dönemde yazdığım makalede, konuşmanın metni elime dört gün sonra geçtiğinde konuşmadan bazı alıntılar yardımıyla bazı analizler yapmıştım, burada bunlardan bazılarını hatırlatmak istiyorum:
“ABD ile dünyadaki Müslümanlar arasında gerginliğin olduğu bir dönemde biraraya geliyoruz…”
“…gerginlik, çok sayıda Müslümana temel haklarını vermeyen sömürgecilik tarafından beslenmiştir. Ayrıca Soğuk Savaş sırasında çok sayıda Müslüman ülke kendi fikirleri sorulmaksızın belli şekillerde davranmaya zorlanmıştır.”
Bu ve bunun gibi açıklamalar Afrika asıllı Amerikalı bir Başkan tarafından yapılınca gerçekten etkileyicidir ve 4 Temmuz 1776 tarihli Bağımsızlık Bildirgesi gibi çarpıcıdır.
“Buraya ABD ile dünyadaki tüm Müslümanlar arasında yeni bir başlangıç sağlayabilmek için geldim, bu başlangıcın temeli karşılıklı saygıya dayalı olmak zorunda.”
“ABD Başkanı sıfatıyla, İslamiyetin nerede olursa olsun yanlış tanıtılmasına karşı savaşmayı sorumluluğum olarak görüyorum.”
Bu şekilde devam etmişti, ABD tarafından sürdürülen politikalar sebebiyle oluşan sayısız karmaşık sorunları dile getiriyordu.
“Soğuk Savaş sırasında ABD, İran’da demokratik yollarla başa gelmiş bir hükümetin devrilmesinde rol oynamıştır.”
“İslam Devriminden sonra İran, ABD askerlerine ve sivillerine karşı rehin alma ve şiddet eylemlerinde bulunmuştur.”
“ABD’nin İsrail ile olan güçlü bağları biliniyor. Bu bağı hiçbir kuvvet kopartamaz.”
“Batı Şeria’da, Gazze’de ve çevre ülkelerde çok sayıda insan mülteci kamplarında hiçbir zaman kavuşamadıkları barış ve güvenlik içinde bir hayat özlemi kuruyor.”
Gazze’deki insanların üzerine fosforlu mermilerle, diğer insanlıkdışı silahlarla ve Nazi – faşist saldırganlığıyla saldırıldığını biliyoruz. Ancak Obama’nın o dönemki söylemi ilgi çekici ve bazen samimiydi. Benzer konuşmaları ABD Başkanını taşıyan uçağın indiği sayısız yerde tekrarladı.
Dün, 31 Mayıs günü uluslararası kamuoyu Gazze açıklarındaki uluslararası sularda İsrail özel harekat birliklerine ait yüze yakın askerin gerçekleştirdiği saldırıyla sarsıldı. Sabahın ilk saatlerinde helikopterlerden gemiye inen askerler çeşitli ülkelerden gelen yüzlerce barışsever gönüllüye ateş açarak -ilk bilgilere göre- en az 20 kişinin ölmesine ve çok sayıda insanın da yaralanmasına sebep olmuştur. Kendi ülkelerinde abluka altında yaşayan Filistinlilere yardım taşırken saldırıya uğrayan ülke vatandaşları arasında ABD’liler de var.
Obama, El Ezher Üniversitesi’ndeki konuşmasında İran ile ilgili bahsettiği alıntılandırdığım kısımlarda Ayetullah Humeyni’nin önderi olduğu hareketten bahsediyordu. Humeyni, bulunduğu Paris’deki sürgünden tek bir kurşun atmaksızın ABD’nin Ortadoğudaki en kuvvetli jandarması konumunda olan bir rejimi devirdi. Dünyadaki en kuvvetli ülke için baş düşmanı Sovyetler Birliğinin hemen güney sınırına askeri üsler inşa etmek karşı konulamaz bir istekdi.
50 yıl önce ABD İran’daki Musaddık rejiminin devirirken başka bir demokratik rejimi devirmiş oluyordu. Musaddık 24 Nisan 1951 günü başbakan seçilmişti. Aynı yıl içinde 1 Mayıs günü Musaddık, petrolün kamulaştırılmasına dair bir yasayı Meclisten geçirirken şunları söylüyordu:
“Yabancı devletlerle yıllar süren pazarlıklarımız bugüne kadar hiçbir sonuç vermemiştir.”
Bu söylemle dünya ekonomisine yön veren batılı kapitalist ülkeleri kast ettiği herhalde aşikardır. İran, British Petroleum adlı şirkete rağmen (o zamanki adı Anglo-Iranian Oil Company idi) petrolünü kamulaştırdı.
Ülke, petrol sanayisinin ihtiyaç duyduğu teknik personele sahip değildi. İngiltere bu karar karşısında teknik personelini geri çekti ve petrol sanayisiyle ilgili ürünler konusunda İran’a abluka uygulamaya başladı. İran açıklarına donanmasını gönderdi. Sonunda İran’ın petrol üretimi 1952 yılındaki 241.4 milyar varilden 1953 yılında 10.6 varile düştü. Bu ortamda CIA’nın örgütlediği darbeyle Musaddık devrildi. Monarşi yeniden tesis edildi ve iktidara ABD yanlıları geçti.
ABD İran’da yaptığının aynısını diğer ülkelerde de yapmıştır. Ancak ABD, ne topraklarında binlerce yıldır yaşayan yerli halklara, ne de sömürgeciler tarafından köle olarak getirilen insanlara hiçbir hak tanımamıştır.
Her şeye rağmen milyonlarca akıllı ve dürüst Amerikalının bu gerçekleri anladığını biliyorum.
Başkan Obama gerçeğin saptırılmasına dayanan ve uzlaşmaz çelişkileri uzlaştıran yüzlerce konuşma yapabilir. Usturuplu cümlelerinin büyüsüyle ve sayılara attırdığı taklalarla kurduğu planlar sadece onun ve etrafındaki soysuz danışmanlarının kafasındaki hayal aleminde yer alabilir.
İki soru yanıtlanmayı bekliyor: Acaba Obama, Pentagon veya İsrail Devleti (İsrail’in tavırları ABD’nin kararlarına kulak asmadığını gösteriyor) İran’a nükleer silahlarla saldırmadan ikinci kez başkanlık yapabilecek mi? Bu saldırıdan sonra gezegenimizde hayat nasıl olacak?
Fidel Castro Ruz – 1 Haziran 2010
İMPARATORLUK ve UYUŞTURUCU
Meksiko’da polis beni durdurduğu zaman, eylemlerimiz ona şüpheli gelmiş olacak, Batista’nin katil ellerinden sakınmak için sıkı önlemler almış olsak da – tıpkı Machado’nun 10 Ocak 1929 ‘da Julio Antonio Mella’yı öldürttügü gibi – endüstirileşmiş ve zengin komşusu karşısında fakir olan bu ülkenin sınırında etkili bir kaçakçılık organizasyonu ile ilişkili olduğumuzu düşünüyordu.
Kıtanın geri kalanının yanında onu haksız duruma sokan ve ürkütücü bir şekilde büyüyen uyuşturucu problemini Meksika pratik olarak tanımamazlıktan geliyordu.
Orta ve güney Amerika ülkeleri, yüksek kimyasal maddeler sayesinde üretilen ,sağlığa ve beyne çok zararlı olan kokain icin salgın halinde ekimi yapılan koka bitkisine karşı yapılan mücadelede inanılmaz bir enerji sarfetmekte.
Tıpkı Küba’nın tam zamanında yapmış olduğu gibi Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti ve Bolivya’nın devrimci hükümetleri özel olarak bu konuda gerçeklesen artışı frenlemek için var güçleriyle çalışmakta.
Evo Morales uzun zamandan beri, halkının bin yıllık Aymara-Quechua kültürünün geleniğini yansıtan koka çayının tüketim hakkını ilan etti. Yasaklamak tıpkı İngilizlere yüzlerce yıl boyun eğmiş ve sömürülmüş Asya kıtasından sağlıklı çay ithalinin yasaklanmasının önerilmesine benziyor.
«Koka kokain değildir»: Evo’nun sloganı budur.
Bilindiği gibi haşhaş bitkisinden elde edilen uyuşturucu özellikle Afganistan gibi ülkelerde sömürge dönemlerinde işgal altında tutulan ülkelerden elde edilen en önemli ganimetti. İngiliz sömürgeciler doğrudan alındığında çok tehlikeli olan bu değerli ürünü diğer ulusları boyundurukları altına almak için kullanmış, binlerce yıllık kültüre sahip Çin ulusunu işlenmiş ürünlerin karşılıpında sattıkları uyuşturucuya bağımlı hale getirmiştir. Neredeyse para yerine geçen uyuşturucu o kadar önemli bir sorun haline gelmiştir ki, Çinli sıradan bir işçi bağımlısı olduğu uyuşturucuyu almak için maaşının üçte ikisini veriyor ve ailesini korkunç bir yoksulluğun içine atıyordu.
1839 yılına gelindiğinde uyuşturucu artık her Çinli işçi ve köylünün rahataça ulaşabileceği şekilde satılabilmekteydi. Uyuşturucunun bu şekilde yaygın kullanımına karşı çıkan Çin’e karşı ise İngiltere Kraliçesi Viktorya aynı yıl savaş açacaktır.
İngiltere Krallığı tarafından doğrudan desteklenen İngiliz ve Amerikalı tacirler, uyuşturucu alanındaki muazzam fırsatları ve kâr olanaklarını keşfeder. O tarihten itibaren de ABD’de uyuşturucu ticaretinden devasa kârlar elde edilecektir.
Dünyayı binlerce askeri üssü, yedi büyük donanması, nükleer uçak gemileri ve binlerce savaş uçağıyla tehdit eden süper güce sormak istiyoruz, uyuşturucu sorununu nasıl çözeceksin?
Fidel Castro Ruz – 30 Mayıs 2010