Sevgili dostlar,
Erdoğan İstanbul yenilgisinden ders aldı mı?
Hiç öyle görünmüyor.
Parti içinde, yandaş basında, hatta bakanlar arasında özeleştiriler, karşılıklı suçlamalar başladı; “neden yenildik” başlıklı yazılar, yorumlar çoğaldı. Ama herkes Erdoğan’ın ne diyeceğini bekliyordu. Çünkü asıl yenilen, o ve onun yenilmezlik unvanıydı. Acaba 3 ay önceki yenilgisinden sonraki gibi “İnanmıyorum, sayılmaz, bi daha yapalım” inatlaşmasına mı girecekti; sonucu sessizce kabullenip bekleyecek miydi?
Kendisini yıllardır izleyen bir gazeteci olarak ben, yenilginin güçlü egosuna ağır geleceğini, mağlubiyeti kabullenmekte zorlanacağını düşünüyordum. Kazansa hiç şüphe yok ki kendisi kazanmış olacaktı; ama kaybedince hatayı kendinde değil, kendisini yanıltanlarda arayacaktı. Muhtemelen Saray’ın kapalı kapıları ardında yakın çevresini fırçalamış, bedava çay dağıttığı halkın nankörlüğünden yakınmıştı; ancak elbette bunu dışa yansıtmayacak, tersine “halka küsmeyiz” diyecekti.
48 saatlik bir suskunluğun ardından partisinin grup toplantısında ilk kez ortaya çıktı. Seçim gecelerinde balkonda coşkulu kitlelere konuşmaya alışmış bir lider için sıkıntılı bir durumdu… Rakibinin zaferini kabullenip kutlasa da, “Artık sadece partimin değil herkesin cumhurbaşkanı olacağım” demeyeceğini herkes biliyordu. Oysa onu asıl mağlubiyete götüren bunu bir türlü diyememesiydi. Rakibi de büyük ölçüde bunu söyleyebildiği için kazanmıştı.
Siyasi kibri yüzünden, bir kabine değişikliğini muhalefete taviz olarak görüyor. O yüzden hemen tavır almayıp sessizce bekleyecek, İmamoğlu’nu belediyede çalıştırmayarak halkta uyanan sempatiyi zaman içinde terse çevirmeyi deneyecektir. Ancak yenilmezlik unvanı bir kez elinden alındığı için, bundan böyle tarihin çarkları galipten yana işleyecektir.
Güç ve kibir, zehirlidir. Erdoğan örneğinde o zehrin ne kadar etkili olabildiğine bir kez daha tanık oluyoruz.