Kur’an’da, özellikle “ilk mesajlarında” çarpıcı ve sarsıcı ölüm ve mezar sahneleri var.
Bu uyarıların neden yapıldığını anlayabiliyoruz.
Fakat kime karşı yapılıyor, hiç düşündünüz mü?
Ve neden yapılıyor?
Önce bu türden uyarıların geçtiği yerleri görelim.
Ölüm ve mezar sahnelerinin hangi konulardan sonra geldiğine dikkat ediniz.
***
İlk uyarı nuzül sırasında 2. sıradaki Kalem suresinde ve “Bahçe sahipleri” kıssasının hemen ardından geliyor:
“Can boğaza dayanıp yatağa düşünce
İmana gelmek için vakit çok geçtir.
Artık isteseler de yapamazlar.
Çünkü gözlerinin feri gitmiş, zavallı bir duruma düşmüşlerdir.
Oysa sıhhat ve sağlık yerindeyken imana çağrılıp duruluyorlardı.
O halde Bana bırak bu söze yalan diyenleri!
Onları ne olup bittiğini anlamadan yavaş yavaş uçuruma yuvarlayacağız.
Onlara mühlet veriyorum. Hesabım çok sağlamdır.” (Kalem; 42-45).
Harfi harfine: “Baldırların çıplak kalacağı gün secdeye çağırılırlar, güç yetiremezler.” Burada kıyamet gününden değil; ölüm anından bahsedildiği anlaşılıyor. Çünkü kıyamette insanların secdeye çağırılması Kur’an’ın üslubu değildir. Bunu kötü bir duruma düşmüş olmaktan mecaz olarak anlasak bile kıyamet sahnelerinin anlatıldığı pasajlarda pek görülmeyen “sıhhatli, salim, sağlıklı iken çağırılmak, güç yetirememek, içi geçmek, bir deri bir kemik kalmak anlamında baldırı soyulmak” ifadeleri bunun “ihtiyarlık, yaşlılık, acizlik veya ölüm anını anlattığını” gösteriyor. (Ebu Muslim)
***
İkinci sahne nuzül sırasında 9. sıradaki Leyl suresinde ve “cimrilik” (bahl) ve “zenginliği kendine yeterli görmek” (istiğna) teşhisinin hemen ardından geliyor:
“Kim verir ve sakınırsa
Ve güzel olana karşılıksız verme (sadaqa) ile destek olursa,
Ona kolay olanı kolaylaştırırız.
Her kim de cimrilik eder, zenginliğini kendine yeterli görür,
Güzel olanı yalanlarsa ona da zor alanı kolaylaştırırız.
Başaşağı (mezara) döndüğü zaman onu malı kurtaramayacak!” (Leyl: 5-11)
Diğer bir ifadeyle her halükârda bir gün ölecektir. Rahatı için topladığı her şeyini dünyada bırakacaktır. Eğer ahiret için hiç bir şey yapmamışsa ona ne yarayacak ki? Ne bir villayı, ne arabayı, ne araziyi ve ne de topladığını kabre götüremez. (Tefhim; Mevdudi).
***
Üçüncü sahne nuzül sırasına göre 14. sırada olan Adiyat suresinde ve “mal sevgisi” (hubbu’l-hayr) tesbitinin hemen ardından geliyor:
“İnsan Rabbine karşı nankördür.
Kendisi de buna şahiddir.
Mal sevgisi gözünü bürümüştür.
Bilmez mi ki mezarlar deşildiği zaman,
Göğüsler açıldığı zaman,
İşte o gün her hallerinden haberdar olduğunu,
Rableri onlara gösterecektir. (Adiyat; 6-11).
Mezarların deşilmesi, hem öleni gömmek için mezarın kazılması, hem de yeniden dirilen ölünün mezardan kalkışını tasvir içindir. Bu açıdan hem ölümü, hem de kıyameti hatırlatmadır. Böylesi bur durumda mal ve mülk hiç biri işe yaramayacaktır…
***
Dördünce sahne nüzul sırasında 16. sırada olan Tekâsür suresinde ve ilk ayetinin hemen ardından geliyor:
“Bir zenginlik yarışıdır oyalanıp duruyorsunuz,
Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş…
Hayır! Yakında bileceksiniz!” (Tekasür; 1-3)
Yani birbirinize üstünlük taslamak ve öne çıkmak için bir zenginlik, çoğalma ve biriktirme yarışına girmiş gidiyorsunuz. Tâ mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş bu… Mezara girdiğinizde anlayacaksanız bunun ne kadar boş bir çaba olduğunu… O zaman anlayacaksanız, toprağın üstünde yanındaki ile eşit hale gelmek istemeyenlerin toprağın altında nasıl eşit hale geldiğini… Bunu çok yakında bileceksiniz, ayne’l-yakin yaşayarak göreceksiniz…
***
Beşinci sahne nuzül sırasında 29. sıradaki Kıyamet suresinde ve yine şehrin en büyük mülk (servet ve iktidar) sahibi hedef alınmış:
“Hayır! Ne zaman ki can boğaza dayanır,
‘Doktor yok mu?’ diye bağırışılır,
Ayrılık vaktinin geldiği anlaşılır,
El ayak birbirine dolanır,
İşte o zaman kişi Rabbine gittiğini anlar.
Gel gör ki ne verdi (sadaqa) ne de salât etti.
Bilakis yalanladı ve yüz çevirdi.
Hep kibirlendi; tarafı etrafı kendine yeter sandı.
Yazıklar olsun, yazıklar!” (Kıyamet; 26-35).
Rivayete göre Hz. Peygamber bir gün Ebu Cehil’in yakasından tutup “Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun!” diyerek ona ölümü hatırlatmıştı. Ebu Cehil de Hz. Peygamber’in elini silkip atarak, “Bırak şu yakamı, sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun. Sen de Rabbi’nde bana bir şey yapamaz” diyerek kibirli kibirli adamlarının yanına gitmişti. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Hz. Peygamber’in Ebu Cehil ile tartışırken kullandığı “Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun” (evlâ leke feevlâ) ifadesi burada aynen ayetleşmiştir (Katade, Kelbi, Mukatil).
***
Kur’an’ın ilk beş ölüm ve mezar sahnesini kendi gözlerinizle okudunuz.
Daha cehennem tasvirlerinin yapıldığı yerleri atladım. (bkz. ‘Cehennem tasvirleri kime yönelik?’ başlıklı makale).
Görüldüğü gibi her ölüm sahnesinde mutlaka “bahçe sahipleri”, “verme” (i’ta, sadaqa), “cimrilik” (bahl), “zengin olma arzusu/zenginliğini kendine yeterli görme” (istiğna), “mal sevgisi” (hubbu’l-hayr), “zenginlik/çoğaltma yarışı” (tekâsür) ve “tarafı etrafı ile böbürlenme ve onları yeter sanma” ( ehlihi yetematta) vurguları yer alıyor.
Bunlar tesadüf olamaz.
Bunun bir anlamı olmalı?
***
Allah insanoğlunun dünyasına öyle bir yasa koymuş ki her 80-100 yılda bir insanlığı eşitliyor, dümdüz ediyor.
İnsanı doğduğu andaki hale döndürüyor.
Burçlarda yaşayanları, gökdelenlerden aşağı inmeyenleri, yığdıkları mal ile yoksullara tepeden bakanları, onlardan tiksinenleri, onlarla eşit hale gelmek istemeyenleri, hayatları boyunca mustahkem kalelerinden, villalarından aşağı inmeyenleri öyle bir eşit hale getiriyor ki ne malı ne mülkü hiçbir şeyi onu kurtaramıyor.
“Bu bana bendeki bilgi sayesinde verildi” diyen Karun’un o çok “dahi” sandığı beynini mezarda kurtlar böcekler yiyor. Anahtarlarını bir bölüğün bile taşıyamadığı serveti hiç biri işe yaramıyor. Varisleri akbabalar gibi malına üşüşürken çoktan cesedi kokmaya başlıyor ve yılana, çıyana yem oluyor.
***
Mezarlarımızın üstüne türbeler dikeriz
Mermerden anıtlar yaparlarız
Ve fakat o soğuk ve karanlık çukurdaki korkunç sondan kurtulanımız görülmemiştir hiç.
Orada dümdüz oluruz, öyle bir eşit hale geliriz ki!
İtiraf edelim, bu, insanoğlu için çok acımasız bir son.
Ne zaman, kimden ve nerede doğacağın sorulmadığı gibi, ne zaman, nerede ve nasıl öleceğin de sorulmuyor.
İzin bile alamıyorsun.
İşlerim yarım kalmıştı, daha çok yapacaklarım vardı, biraz toparlayayım, işleri yoluna koyayım bile diyemiyorsun.
“Ama ben bu ülkeye lazımım” diyenlere hele hiç acınmıyor.
Ne bir ilaç, ne bir tabip bulunamadı
Ne bir deva, ne bir çare, keşfedilmedi.
“Bir cismi envâ-i nâz ile yüz sene besler.
Sonunda ölümün pençesine bırakıverir.
Yüz yılda bir vucudu bilgi hazinesi yapar.
Sonunda kara toprağa gömdürür.”
(Ziya Paşa, Terci-i Bend)
“Bu ne iş Ya Rab!” demek isteyen Ziya Paşa haklı galiba?
Öyle ya 90-100 yüz yıl yaşayan bir profesör, mucit, bilim adamı, kahraman, devlet adamı, şair filozof vs. ve hatta peygamber, bütün o deha beyinleri ile kara toprağa gömülüyorlar.
Ziya Paşa onun için soruyor madem enva-i naz ile bir cisim yüz sene besleniyor, sonunda neden ölümün pençesine bırakılıyor. Madem yüz yılda bir dâhi zor yetişiyor, neden o dâhinin beynini mezarda kurtlar böcekler yiyor… “Flash bellek” takılıp başka bir beyne aktarılamıyor, “disk” kurtarılamıyor!
Gerçekten çok acımasız hatta çok insafsız, değil mi?
***
Ben ölüm zikrinden (hatırlatmasından) şunları çıkarıyorum:
“Ölmeden önce ölünüz” (mutû gable temûtu) diyen bilgelik bunu görmüş.
Ne denmek isteniyor acaba?
Kanımca “Eşitlenmeden önce eşitleniniz” demek istiyor.
Çünkü doğum ve özellikle de ölüm Allah’ın koyduğu en büyük eşitleyici oluş ve bozuluş (kevn-u fesad) yasasıdır.
Bir düşünün, ölüm olmasa ne yapardık?
O küçük dağları ben yarattım edasında yürüyen kibir abidelerini, pramitlerin, burçların, şatoların, gökdelenlerin tepesinden böcek gibi bizleri izleyen müstağnileri ve müstekbirleri hangi güç yere indirir, bir yoksulun mezarıyla aynı soğuk ve karanlık toprağa yatırırdı.
Yılanları ve çıyanları hangi güç hiç acımadan dâhilere musallat ederdi?
Hind kültüründeki ölü yakmalarını düşünsek bile orada da aynen eşitlenme var.
Burada toprağa, orada havaya, dağlara, denizlere karışıyorsun.
***
“Ölmeden önce ölünüz” tasavvuf kültüründe çok işlenen bir tabirdir.
İbn Arabî (ö. 1240) Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de ölmeden önce ölümü şu şekilde açıklar: “Beyaz ölüm” açlıkla, “kırmızı ölüm” nefsin hevâsına muhalefetle, “yeşil ölüm” yamalı hırka giymekle, “siyah ölüm” ise halkın eziyetlerine katlanmakla gerçekleştirilir.
Niyazi Mısri’de (ö. 1694) divanında şöyle der:
“Ölmeden evvel ölüp kabre girüp hem haşr olup
Mâlikü’l-mülkün şühûdunda gönül hayrân gerek”
Abdulllah Nuri (öl. 1651) divanında şu mısraları okuruz:
“Fâriğ ol gayrıdan aksâ-yı maksûdı bulup
Hem hayât-ı bâkîye er ölmeden evvel ölüp
Gel boşal efkâr-ı gayrîden ledünniyle dolup
“İbret istersen cihânda âkıbet-endîş olup
Kayser ü Fağfûr u Cem İskender ü Dârâ yeter.”
Görüldüğü gibi bu kültür “ölmeden önce ölme” tabiri ile kişinin servet, siyaset (iktidar), şehvet ve şöhret burç ve şatolarından inmesini, bunlardan kaynaklanan ayrıcalıklı, dokunulmazlı, hiyerarşik ve hegemonik ilişkilerini bitirmesini (öldürmesini) kastediyor.
“Beyaz ölüm” ile açlığı, “yeşil ölüm” ile yoksulluğu (yamalı hırka) anlayacağımızı, “kırmızı ölüm” ile ihtiras, iştah ve şehvetlerimize nasıl gem vuracağımızı, “siyah ölüm” ile ise bunları yaparken toplumu içinde yalnız kalmayı ve eziyete katlamayı nasıl öğreneceğimizi anlatmaya çalışıyorlar.
Niyazi Mısri’nin dediği gibi ölmeden evvel ölmüş gibi yaparak mezara girmemizi ve tekrar dirilmemizi, o zaman bütün mülkün sahibinin (Maliku’l-mülk) Allah olduğunu göreceğimizi ve fazla mülk ile mezara girmekten haya edeceğimizi söylemeye çalışıyorlar.
Kendi zamanlarının servet ve iktidar sahiplerini (Kayser, Fağfur, Cem, İskender ) örnek göstererek, ibret istersen bunların akibetine bak, nasıl onca devlet ve saltanatı bırakıp mezarda yılana çıyana yem oldular, beyinlerini kurtlar böcekler yedi, belki de açlığı ve yoksulluğu ilk kez mezarlıkta tattılar demek istiyorlar.
Ben tasavvuftaki “zühd” ilkesini gayet eşitleyici bulduğumdan çok severim. Elimden geldiğince bizzat yaşarım ve yaşatmaya çalışırım. Kur’an’ın “dünyaya meyletmeme” ilkesi bu anlamda dünyanın “malına” meyletmeme anlamındadır. Yoksa dünyadaki hayat, yaşam ve doğadan uzak durma, bunlara meyletmeme manasında değildir. (Bkz. ‘Kur’an dünyayı kötülüyor mu?’ başlıklı makale)
***
Görüldüğü gibi bunlar, yazının girişindeki “ilk mesajların” bahçe/mülk sahipleri, zenginlik yarışı, cimrilik, mal sevgisi, ölüm ve mezar sahnelerindeki vurgularıyla tamamen paraleldir.
İnsanları “ölmeden önce ölmeye” yani diğer “insanlarla eşit hale gelmeye” çağırmaktalar. Aksi halde ceset olup eşitlenip gideceğiz zaten demekteler.
Nasıl öldüğünüzde toprağa, doğaya, havaya, denizlere, dağlara karışıp gidiyorsanız, ölmeden önce de halka (en-Nâsa) karışacaksınız. Kum tepelerinden (ahkâf) inip kumlara karışacaksanız, gören size “Hanginiz Muhammed” diye soracak.
Ölüm yatağında “7 dirhem dahi olsa üzerimde mülkiyet olduğu halde Rabbimin huzuruna çıkmaktan haya ederim” diyerek 7 dirhemi dahi infak edecek, ölmeden önce Hz. Peygamber gibi böyle öleceksiniz.
Buralarda insanlığa çok esaslı mesajlar var.
“Yanındaki ile eşit hale gelmek” zor ve biraz da acımasızdır.
Çok can yakar bu, ciyak ciyak bağırtır.
Tıpkı ölüm gibi…
En büyük eşitleyici ilke olarak ölüm…