Adilmedya – Çağdaş Ebu Leheblerin ellerinden mallarını alsanız, onlardan geriye hiçbir şeyin kalmayacağını görürsünüz, zira sözünü ettiğimiz zihniyet dünyasını madde üzerine kurmuştur. Lüks hayat süren, zulüm karşısında kör, sağır ve dilsiz olan, mustaz’afların safında yer almayan, yoksulu gözetmeyen “Müslüman” onun “dindar yoldaşı”dır.
Elleri kurusun Ebu Leheb’in; kurudu da
Malı ve kazandıkları ona hiçbir yarar sağlamadı…
“Ebu Leheb’in elleri” toplum üzerindeki zorba güç ve otoritelerin simgesidir. Bu aile ve çevresi Mekke’deki zorba düzenin yöneticileri idiler. Servetlerinin ana kaynağı sömürerek mağdur ettikleri bireylerin malları idi. Sahip oldukları konum onları ayrıcalıklı kılmakta, elleri (servet ve otoriteleri) vasıtasıyla diğer insanların davranış ve yaşam biçimlerine müdahale etmekte kendilerini hak ve yetki sahibi görmekte idiler.
Servetleri sayesinde otoritelerini hâkim kılıyor, refah içindeki yaşamlarına meşruiyet kazandırıyorlardı. Bunu mazlumların haklarını ellerinden alarak yapmakta idiler. Bu vampir yönetim şekilleri, günümüzde maddî ve siyasî gücü elinde bulunduran çarpık zihniyet vasıtasıyla sömürü çarkını döndürmeye devam etmektedir.
Bu sömürgen taifeye karşı zulme uğrayan toplumun yanında yer alan, halkın derdi ile dertlenen, onunla ekmeğini paylaşan, onunla aç kalan, onunla üzülen ve sevinen, böylece İmam (Önder) misyonu yüklenen, topluma Rab kavramının hakikatini öğreten Allah Resulü Muhammed (s.a.v.), insanlara direnmeyi, saadetin maddiyatla değil, bilakis ahlakla elde edilebileceğini öğretmekte idi.
Sahip oldukları maddî imkânlar ne kadar geniş çaplı olursa olsun vahye iman etmiş mustaz’aflara hâkim olamayacaklarını anlayan zalim otorite, halk üzerindeki hâkimiyetini her geçen gün biraz daha yitirmiştir.
Mustaz’aflar birbirlerine güven vererek Mekke’de her türlü zulme ve zorbalığa karşı derinden kavradıkları Rablik meselesi ekseninde Kur’an’a ve Allah Resulü Muhammed’e (s.a.v.) olan bağlılıkları sayesinde dirilen bir toplum olarak tarih sahnesindeki yerlerini aldılar.
Lüks ve israf içinde yaşayan, toplum üzerinde çeşitli yollarla baskı kuran çağdaş Ebu Leheblere karşı takınmamız gereken tavır, tarih sahnesinde yerlerini alan iman sahibi mustaz’afların örnekliğini hayatımıza aktarmaktır. Müslümanlar bütünlük içerisinde, Kur’anî hakikatler doğrultusunda yekpare bir bina gibi kenetlenerek zulüm ve sömürü odakları karşısında mukavemet göstermek zorundalar.
Ne var ki, bugün “Müslüman” sıfatı taşıyan fert ve toplumların servet ve iktidar sahipleri karşısında ortaya koyduğu uzlaşmacı yaklaşım gayri meşru otoriteleri beslemekte ve onlara meşruiyet kazandırmaktadır. Buna mukabil “Müslümanım” diyenlere düşen görev, Allah’ın yoluna yasasına aykırı hareket eden servet ve iktidar sahiplerine itibar etmemek, düşünce ve eylem noktasında onlardan beri olmak, dünya metaına karşılık onlarla uzlaşmak yerine kendi imanları doğrultusunda yeni bir dünyayı mümkün kılmak üzere mücahede içinde olmalarıdır.
İster yoksul ister zengin olsun her Müslüman, çağdaş Ebu Leheblerin dünyevî iktidarı karşısında ilahî olanı elde etmek için tüm imkânlarını seferber etmek zorundadır, çünkü Allah, Müslümanlara kendi yolunda malları ve canlarıyla cihad etmelerini emretmiştir. Bu nedenledir ki, zengin Müslümanlar servetlerini Kur’anî hedefler doğrultusunda kullanmakla/Allah yolunda harcamakla yükümlüdürler.
Çağdaş Ebu Leheblerin ellerinden mallarını alsanız, onlardan geriye hiçbir şeyin kalmayacağını görürsünüz, zira sözünü ettiğimiz zihniyet dünyasını madde üzerine kurmuştur. Lüks hayat süren, zulüm karşısında kör, sağır ve dilsiz olan, mustaz’afların safında yer almayan, yoksulu gözetmeyen “Müslüman” onun “dindar yoldaşı”dır. Buna bir nevi “din simsarlığı” da denilebilir. Onun “hamd” ve “şükrü” sözden ibarettir, dolayısıyla dar çerçevelidir, sadece kendi elindekiyle alakalıdır, yer, içer, lüks içinde yaşar ve “Hamd olsun” der; diğerlerine hayrı yoktur.
Oysa hakiki manada hamd, elindekini imtihan vesilesi bilenlerin, malında yoksulun hakkı olduğunu unutmayanların, Allah’ın bahşettiği nimetleri O’nun öğrettiği şekilde paylaşanların hamdıdır. Buna karşın çağdaş Ebu Leheblerin sahip oldukları anlayış “Hep bana Rabbena”dan ibarettir.
Günümüz dünyasında gerçekler yalan, yalanlar da gerçek olarak sunulmaktadır. Cami sayısı artmıştır ancak ibadet edenlerin sayısında artış yoktur, beş vakit ezan okunmaktadır ancak ezanın ruhundan eser kalmamıştır, cemaatler kalabalıktır ancak içleri boştur, kendilerince lütufta bulunanlar ise riya batağına saplanmış bulunmaktadır, sözler havada uçuşmakta ancak amele yansımamaktadır.
Allah Resulünün takipçisi olduğunu iddia edip, onun umumî, toplumsal sünnetini göz ardı ederek suni yaklaşımlarda bulunmak, insanlıktan bihaber, sevgi ve saygıdan mahrum olmak, makam ve mevki peşinde koşmak İslam’da yeri olmayan, Allah Resulünün öğretisine ters düşen, kınanmış tutum ve davranışlardır.
Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için Hz. Ali’nin irad etmiş olduğu bir hutbe ile bitirelim:
“Ey insanlar, (ehli) çok inatçı ve nimetlere karşı nankör bir zamanda sabahladık. (Bu zamanda) iyiler kötü sayılıyor, zalim zulmünü/isyanını arttırıyor. Bildiğimiz şeylerden faydalanmamakta, bilmediklerimizi sormamakta ve musibet-bela gelip çatmadıkça da korkmamaktayız.
İnsanlar dört kısımdır:
Bir kısmı ruhları zayıf, kılıçları kör ve malı-mülkü az olduğu için yeryüzünde fesat/bozgunculuk çıkarmazlar.
Bir kısmı da kılıcını çekmiş, kötülüğünü açığa vurmuş, yaya-atlı tüm adamlarını toplamış, fitne-fesat için kendini hazırlamış, dinini yok edip gitmiştir. Bütün bunları da elde edeceği mal veya başbuğu olduğu atlılar (ordu) veya kendini yüceltecek bir minber edinmek için yapar. Dünyayı nefsin için bir değer görmen ve Allah’ın indinde olanlara tercih etmen ne de kötü ticarettir…
Bir kısmı da dünyayı ahiret ameliyle ister ve ahireti ise asla dünya ameliyle (gerçek ibadet, zühd ve takvayla) talep etmez. Kendini mütevazı gösterir, adımlarını (zararsız insanlar gibi) birbirine yakın atar, (ibadet için) eteğini toplar, kendini emin-güvenilir kılmak için süsler. Allahu Teâlâ’nın örtüsünü de günahlara bir vesile kılar.
Bir kısmı da hiçbir yüceliği olmadığından ve bir makam ve mevkiye ulaşacak aracı/imkânı bulunmadığından evinde inzivaya çekilmiştir, artık arzularına ulaşamaz bir halet içindedir ve bu kaldığı haliyle de kanaat ehli görünür ve zühd elbisesine bürünür. Hâlbuki ne geceleri ne de gündüzleri kanaat ve zühd ehlidir.
Geri kalanlarsa gidecekleri yeri (ahireti) anmakla gözlerini yumarlar. Mahşer korkusuyla gözyaşı dökerler. Onlardan bazısı sürülmüş ve ürkmüş, bazısı korkmuş ve yenilgiye uğramış, bazıları susmuş ve ağızlarını yummuş, bazıları da insanları ihlâsla (doğru yola) davet etmiştir. Bazıları üzülür, sızlanırlar. Takiyye sebebiyle adları-şanları anılmaz. Zayıflık kavramıştır onları. Adeta acı-tuzlu bir deniz içindedirler. Ağızları bağlı (sesleri çıkmaz) ve kalpleri yaralıdır. Halka öğüt vermekten usanmışlardır. Yenilgilerden dolayı güçsüz düşmüş ve öldürüle öldürüle azalmışlardır.”(1)