Türkiye’yi 28-30 Kasım tarihlerinde ziyaret edip, burada sadece Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan değil, Patrik Bartolomeo ile de görüşecek olan Papa Francis dün, 25 Kasım’da Strazburg’daki Avrupa Parlamentosu’na adeta baskın bir ziyarette bulundu.
Francis orada ruhani bir konuşma değil, tam tersine, Avrupa siyasi, sosyal ve ekonomik hayatının son derece güncel akut sorunları üzerine, üstelik sert bir konuşma yaptı.
Avrupa’yı artık “doğurganlığını ve canlılığını yitirmiş bir büyükanneye” benzetti. Göçmen politikaları nedeniyle Akdeniz’i bir büyük mezarlığa çevirmekle suçladı. Ekonominin daha çok istihdam sağlaması ve çalışanların koşullarının düzeltilmesi gereğini vurguladı. “Yavaş yavaş ruhunuzu kaybediyorsunuz” dedi.
Hepsi güzeldi ve dikkat çekmemiz gereken bu mesajların siyasi değil dini bir lider tarafından, üstelik olabilecek en laik çatılardan birisinin, Avrupa Parlamentosu’nun çatısı altında verilmiş olmasıydı.
***
Papanın Strazburg konuşmasından iki gün önce 23 Kasım’da İsrail Bakanlar Kurulu, Başbakan Binyamin Netanyahu tarafından getirilen bir teklifi onaylayarak Meclis’e, Knesset’e sunma kararı aldı.
Bu öneri aslında daha önce Knesset’e sunulmuş iki ayrı teklifin gözden geçirilmiş haliydi; İsrail’in “Yahudi Devleti” olarak yeniden tanımlanmasını öngörüyordu.
Aslında İsrail hali hazırda da Yahudi devleti olarak tanımlanıyor, ama orada bir “ve demokratik” vurgusu var. Önergelerin İsrail’deki muhalifleri, Knesset’in kabul etmesi halinde dini kuralların artık demokratik kurallara baskın hale geleceği eleştirisinde bulunuyor; önemli bir tartışma devam ediyor.
***
Şimdi diyeceksiniz ki, Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) diye bir örgüt çıkmış, El Kaide’yi bile sollayıp geçmiş, din adına insanların başını keser, ırzına geçer, köleleştirir ve yerinden yurdundan ederken Papa’nın konuşması ve İsrail’in kendi iç işleri mi kaldı dinin siyasette yükselişine verilecek örnek?
Diyeceksiniz ki, İslam adına sadece gayrı-Müslimleri değil, Sünniliğin kendi radikal yorumları dışında kalan herkesi öldürmeyi Allah adına cihad sayan bir örgüt dururken hangi dinin siyasette yükselişinden söz ediyorsun?
Öyle bir örgüt ki, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 22 Kasım’da İstanbul’da ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile görüşürken onlar “Müslüman dahi saymadığını” söylemiş.
O Erdoğan ki son 12 yıldır yönetimi altında, dünyanın Müslüman nüfuslu ilk laik demokrasisi sayılan Türkiye’de yalnızca günlük yaşam değil, siyasetten eğitime, dış politikadan kadın-erkek eşitliğine dek çok alanda artık dini referanslar kullanılmaya başlamış.
***
Ben de size diyeceğim ki, bu konu göründüğünden çok daha derindir.
Başka türlü Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarı seçimle iş başına geldi diye demokrasi bayramı ilan ettikten bir yıl sonra onu Suudi Arabistan destekli bir darbeyle indirmeyi açıklamak mümkün olmaz.
Sadece Müslüman toplumlara da özgü değildir.
Mesela Hindistan’da Narendra Modi’nin iktidara yükselişini Hinduluğun, Hindu milliyetçiliğinin yükselişinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Modi’nin kendisi daha kısa süre önceye kadar, ülkede Müslümanlara karşı şiddet eylemleri arkasında rolü olduğu iddiaları nedeniyle ABD vizesi alamamıştır.
Katolik, Yahudi ve Hindu toplumlardan örnek verdim; ABD’de baskın olan Protestan, Evangelik kiliselerden de verelim.
Ronald Reagan döneminden, 1980 ortalarından beri Amerikan siyasetinde artan kilise etkinliğini frenlemek, laik bir Hristiyan olan Barack Obama döneminde dahi mümkün olmamıştır.
Bütün dünyada dinin siyasetteki rolü yeni bir kırılma noktasına doğru yükselmektedir.
***
Bir önceki kırılma noktasını da İsrail’den başlatmak mümkün olduğu için bu yazıda da ona yer verdim.
Bir önceki kırılma noktası İsrail’de Mayıs 1977 seçimlerinde sağcı Likud Partisi’nin ilk defa İşçi Partisi’nin siyasetteki baskın rolüne son vermiş olmasıdır.
Aralarında bir sebep-sonuç ilişkisi olması bakımından değil, ama zamanın ruhunu göstermesi bakımından sıralamakta yarar var.
Aynı 1977 yılı Temmuz ayında Pakistan’da General Zia ül-Hak bir darbe yaptı ve ülke Şeriat kurallarına göre yönetilmeye başladı. (Aynı yıl Türkiye’de kan gövdeyi götürmeye başlamıştı, 1 Mayıs dönüm noktasıydı.)
Ertesi yıl Pakistan’a komşu Afganistan’da Sovyet destekli bir darbe yapıldı. ABD öncülüğünde kurulan koalisyon hemen sözde ılımlı Müslüman kabileleri eğit-donat yoluyla yönetimin karşısına dikince bugün Taliban ve El Kaide’ye giden yolu döşemeye başladı. (Türkiye’de Sünni-Alevi kışkırtması Kahramanmaraş’ta katliama dönüştü.)
***
Sonra 1979’da önce İran İslam devrimi, sonra Sovyetlerin Afganistan’ı açık işgali görüldü.
1980’de Türkiye’deki darbeyi sözde Kemalist generaller yaptı. Ama o zamandan bu zamana ne Erdoğan, ne başkasının yapmaya dahi kalkışmadığı şekilde, seçim meydanlarına elinde kutsal kitap Kuran ile inen General Kenan Evren oldu; din dersini zorunlu hale generaller getirdi. O da bir dönüm noktasıydı.
İşte o yüzden şimdi İsrail’deki bu dönüşüm gerçekleşip artık dini kurallar demokratik kurallara baskın gelmeye başlarsa, bu bütün bölgede dinin siyasete hâkim olmasının yeni bir aşamasının başlangıcı mı olur sorusu boş bir soru değildir.
Üstelik bu gelişmeler geniş Orta Doğu coğrafyasında bir değir birkaç eksende süren din ve kavim temelli çatışmaların devam ettiği patlayıcı bir ortamda meydana gelmektedir.
Ateş ve barut, giderek birbirine yaklaşmaktadır.
Sorumlu siyaset adamları gibi, sorumlu din adamlarına düşen görev, barış adına ateşle barutu, din ve siyaseti birbirinden uzak tutmak olmalıdır.
Politika / 26/11/2014