Bir Marksist için bile zor olanı Ali Bulaç kolayca yapabileceğini söylüyor; türban-başörtüsü sorununu samimi bir biçimde çözmesi halinde, bir sonraki seçimde CHP’ye oy vereceğini kamuya ilan ediyor.
Bulaç’ın bu vaadi birçok anlama gelebileceği gibi, bir anlamı da, AKP’ye oy vermeyeceğidir. Çünkü sekiz yıldır elinde çok büyük bir toplum desteği ve parlamento aritmetiği varken, AKP hükümeti türban sorununu değil çözmek, basiretsizce ve hukuki olarak çözülemez hale getirmiştir, üstelik bu işi artık sadece Yargı’yı ele geçirmekle çözülebilir kıldığını zannetmektedir. Çözecek partiye oy vereceğini duyuran Bulaç, sekiz yıldır çözemeyen partiye de doğal olarak oy vermeyeceğini mefhum-u muhalifinden (argumentum a contratio) ilan etmektedir. Akıl mantık bunu gerektirir.
Şunu hemen ileri sürmeyin, “AKP, hükümet oldu ama iktidar olamadı; seksen yıldır başımıza musallat olan şer, modernist ve Kemalist güçler ittifakı bu milletin hayrına AKP ne yapmak istediyse, bozdu; onu kapatmaya kalktı ve çalışamaz hale getirdi; köşeye sıkıştırdı… AKP’yi bağışlamasın da ne yapsın Ali Bulaç?”
Bu argümanı ileri sürenlerin 2007’den sonra “Kemalist” güçlerin ne halde olduklarını ve sadece bir iki kurumla, koskoca devletin ve hükümetin köşeye sıkıştırılamayacığını bilmeleri gerekiyor. Üstelik AKP’yi türban konusunda kendini devlet gibi gören MHP’nin de desteği söz konusuydu. O zamanlar, AKP’li dostları uyarmış, bunun bir tuzak olduğunu söylemiştim. Her zaman olduğu gibi dinlememişlerdi.
Bu satırları, hakkında “türbanlı öğrencileri derse kabul etmek ve onlara ders anlatmaya teşebbüs” suçundan(!), biri resmi (1986 yılında) ikincisi gayri resmi (1999 yılında) iki soruşturmaya uğramış ve yerel seçimler dışında CHP’ye hiç oy vermemiş bir kişi olarak yazıyorum. O ünlü Türban Bildirisi’ne de şartlı destek veren bir kişiyim. Şartım şuydu: Herkes serbest olsun, türbanla da, yakasında orak-çekiç rozeti ile de öğrenciler derse girebilsin, insanlar işe gidebilsin. İkisi de “inanç” değil mi? Bu şartı kabul etmeyen bildiriciler, ismimi ilk önce koydukları halde, bu bildiriden çıkartmışlardı. 1980 sonrası imza attığım üç bildiriden biriydi. Hem soruşturmalar, hem de bildiri imzası nedeniyle işimden olabilir, ekmeğimi kazanamaz hale gelebilirdim. O sıralarda, “şer” güçler iktidardaydı. Bu “şer” güçlerden birinin başında da Nur Serter adlı eski ülkücü, sonrasında fundamentalist Atatürkçü bulunuyordu. İkinci (gayr-ı resmi) soruşturmayı onun Rektör Yardımcısı olduğu dönemde geçirdim. Rektör Kemal Alemdaroğlu olay çıkartacağım korkusu ile soruşturmayı açamadan kapattı. İşte bu Nur Serter şimdi CHP milletvekili ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü açılımının en büyük köstekliyicisi, adeta başörtüsü-türban sorununu bu ülkenin başına dert olarak açan kadrolardan en ateşlisi olarak ortaya çıktıktan sonra Baykalcılar tarafından CHP’ye monte edildi.
[Bur
Nur Serter’in Ali Bulaç’ın karşı kutbu olmasına karşın, kutuplar birbirini çekerler fizik ilkesine göre, aynı siyaseti farklı açılardan Türkiye’ye dayatıyor olmaları, Ali Bulaç’ın konumuz olan “CHP’ye oy veririm” açıklaması ile daha da somutluk kazanmıyor mu? Son yazısında başörtüsü konusunda Bulaç siyaset yapmadığını ihsas ediyor ama, oy vermek ne yapmaktır?]
Ben ideolojik ve psikolojik olarak başörtüsü ile ilişkin bir konumda olmadığım halde, başörtüsü ile derslere alınmayan kızlara uygulanan yasağa adaleti yok ettiği gerekçesiyle karşı çıkar ve soruşturmalara uğrarken, Ali Bulaç bugüne k
Sadece bu durum bile, İslamcı kesimde başörtüsü sorununun ne k
Rahmetli Erhan Göksel, oy’un namus olduğunu söylerdi.
“Oy namustur” varsayımına göre, dört yılda bir ele geçen, oy pusulasına damgayı vurarken yaşanan o bir dakikalık iktidar hissi, namus gibi psikolojiye ve bilişe kazınmış bir haldir. Uğruna ölünebilir. Eğer böyleyse, Ali Bulaç’ın oyunu CHP’ye vermesi, başörtüsü gibi bir sorunun kendisi tarafından bir namus meselesi gibi ele alındığını gösteriyor.
Bir başka varsayıma göre, oy vermek öylesine gelişigüzel bir şey ki, ideolojik merkezlerden manipüle edilebiliyor ve oy verirken bugün başka yarın başka davranılabileceği gibi, bazı kurum ve kişileri cezalandırmak veya ödüllendirmek için de fütursuzca kullanılabiliyor.
Tarihsel olarak biliyoruz ki, Batılı parlamenter demokrasiler her iki varsayımın da geçerli olmadığı sath-ı mahallerdir. İktidar ve muhalefet, zamanla yer değiştirerek, mülkiyetçi bir düzeni devam ettirir haldedir. Sosyal devlet ile liberal devlet arasında gider gelir iktidar. Bu nedenle, bu tür demokrasilerde siyasal olarak öyle meseleler, öyle konular bulunmalıdır ki, birinin yapamadığını öbürü yapar gözüksün. Ve devran sürsün. (Başörtüsü üzerinden oynanan pinpon maçının, böylesine bir işlevi olmasın, sakın?)
Oralarda devlet kraliyetlerden beri tektir. Mesele, düzen değişikliği değil, hükümet değişikliğidir (at değil, seyis değişir) ve bu nedenle oy ne namus gibi içsel ilkel bir psikolojik mekanizmanın sonucunda, ne de ödülendirme ve cezalandırma şeklinde verilir. Oy, sadece, kişinin, devlet ile olan ilişkisinin bir talebi doğrultusunda verilmelidir. Weberyen bir düzlemde işleyen mülkiyet düzeninde, namus ya da ceza/ödül şeklinde içselleşmeyen bir davranıştır oy. Bu mekanizmaya dayanmak zorunda olan parlamenter rejim bütün dünyada Avrupamerkezci dünyanın egemenliğini pekiştirmekten başka işe yaramayan tarihsel bir vakadır (Avrupamerkezciliğin modernitesi için: Bkz: Arif Dirlik; parlamenter demokrasinin krizi için Bkz: Carl Schmitt.).
Demokrasi tek partili bir rejim olsaydı (olmadığını iddia etmeyin, belki de vardır böyle devletler), ceza ve ödülden bahsedebilirdik. Birden fazla partinin seçimlere girdiği bir sistemde ise, cezalandırma veya ödüllendirme, amacına varamayacak sonuçlar doğurur. İktidardaki partiyi cezalandıran seçmen, büyük olasılıkla muhalefette hiç istemediği bir partiyi de ödüllendiriyor olmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’deki büyük oy kaymalarını “ceza/ödül” olarak niteleyenlere biraz uzak durun. (Oy’u hem namus, hem ceza/ödül olarak gören Erhan Göksel’e bu konuda hep karşı çıktım.) Eğer böyle olsaydı, Türkiye’de hem namus (çekirdek oy), hem de ceza/ödül (yüzer gezer oy) düzleminde yaşanan oy kaymaları şu sonucu doğururdu: seçimlerde hiç bir zaman namus üzerine veya ceza/ödül üzerine verilen oylardan tatmin olmamaktadır ki seçmenler, seçimlerde iktidarlar o taraftan, bu tarafa dört yılda bir savrulabilmektedir. İstisnalar varsa, zaten bu varsayım geçerli değildir.
Bu karmaşık oy’un kuramının da açıkladığı gibi, son on beş yıllık siyasal hayatımızın oy verme davranışını büyük oranda beslemiş (pek belirlememiş olsa da) başörtüsünün devlet alanındaki yasaklanma meselesi, kolayca oy verme davranışının nedenlerinden biri haline getirilebilmekte fakat ne gariptir ki çözüm hep karşı taraftan istenmektedir. Buna son örnek Ali Bulaç değildir. Başbakan Tayyip Erdoğan da, AA’nın bildirdiği habere göre Bulaç’tan sonra şöyle konuşmuş: “Bir de bunlar [CHP] bu ar
Doğal olanı, AKP taraftarı olan bir kişinin türban meselesini AKP’nin çözmesini istemesidir, CHP taraftarı olan bir kişinin de, eğer baş örtüsü meselesinin yasak ort
Oysa ters kutuplardaki kişiler, kendi kutuplarının yapamadığını diğer kutbun yapabileceğini düşünerek ve önererek, ödüllendirme aracılığı ile barışcıl mesajlar ilettiklerini zannederek, işe daha fazla husumet katmaktadırlar.
Çünkü CHP’de Nur Serter türü ideolojiye inananlar, başörtüsü konusunda kendi partilerinin yasakçılıktan vazgeçmesi karşısında, sadece kendi parti yöneticelerine karşı değil, diğer partinin destekçilerine de düşman olmaya başlarlar.
Bir de, sayıları hiç de az olmayan bu tür CHP’lilerin, Ali Bulaç gibi siyasal konumu çok belirgin olan bir kanaat önderinin, kendi partilerini zor durumda bırakacağı şeklinde hisler duymaya başlarlar. Ortaya, çözüm bekleyen bir sorunun çözülmesi halinde bile, kutupsal çelişkiler ve çatışmalar çıkar. Oysa düz söylemde Bulaç’ın bu tür bir husumet değil, tam tersi barışçı bir hava vermesi söz konusu bile olabilir. Fakat bu tartışmaya Tayyip Erdoğan’ın doğal olarak katılması, Bulaç’ı da ters köşeye yatırır.
Onun önerisine uygun olarak, Kuzey Afrika ülkelerinin bazıları ve Suriye ile Saddam dönemi de dahil Irak’taki kadınlar hem başı açık, hem kapalı olarak resmi işler yapılabilmekte, parlamentoda oturulabilmekte ve kamusal alanda her iki giyim ve inanç tarzı da hem resmi hem de kamusal olarak bir ar
Türkiye gibi, Fransız laisitesinin alaturka yorumunun yapıldığı bir devlet rejiminde, bu tür bir yapı (ki, Ali Bulaç’ın da anladığım k
Bur
Toplumsal olarak sorun teşkil etmediği halde, karşımıza, Ali Bulaç’ı bile oy vermek gibi bir ödüllendirme vaadi içine sokan bu “sorunun” CHP tarafından bile çözülebilmesinin mümkün olmadığı tezi ortaya çıkmaktadır. Çünkü siyasal bir bayrak yaptığınız her konu ve mesele, siyasal olarak çözülür. Siyaset de, hukuki çözümleri ertelemek, becerememek veya hukuku sanki siyasetin dışındaymış gibi bir muameleye tabi kılmak gibi iki yüzülülük gerektirir (12 Eylül 2010 Anayasa referandumunda olduğu gibi). Hazırdaki siyaset söylemi, hukuk ile siyaseti ayrıştırıp, ayrı alanlarmış gibi konumladığından, hukuki olarak “sonlandırılmış” bir toplumsal meselenin ve paradoksal olarak toplumsal bir sorun haline dönüştürülmemiş bir durumun artık tek başına siyaseten çözülmesine olanak vermez. Sadece söylemde değil, pratikte de bu mümkün olmaz. Hukuk ve sosyolojinin karşıtlığının labirentinde, Yargı, kararını “başörtüsü devlet kurumlarında yasaklanabilir” diye vermiştir; toplum da kol kola gezmektedir. Burada ise yine bir başka paradoksal pratik çıkar: “Madem Yargı hukuk yolunu kapadı, biz de hukuku ve yargıyı değiştiririz.” Sonra bir başkası da hukuku değiştirir, çevirir ama bu arada kazlar da yanar.
Hem oy’un kuramı açısından, hem de siyaseti hukuktan ayrı alanlarmış gibi gören söylemi ama tersini yapan eylemi ile belirlenmiş kapitalist parlamenter demokrasi rejiminde, başörtüsü gibi toplumsal bir sorun haline dönüşmemiş meselelerde, siyaseti devreye sokmanın çözüme değil, sorunun büyümesine katkısı vardır. Siyasal, toplumsal ve ekonomik olanın, sırasıyla yargı, yasama, yürütme ile ilişkilerinin “namus” ve “ceza/ödül” olarak algılandığı bir düzlemde toplumsal olarak mesele haline getirilmeyen bir olgu, siyasal olarak çözülemez. Çözülmeye kalkışılırsa, ortamın ideolojik temelinde psikolojik olarak çatışma kaçınılmaz olur. Bu çatışma da artık siyasal değil, fizikidir.
Yani, Ali Bulaç olmayacak duaya “amin” demektedir. Hatta olduğu zaman, bugünkünden daha karmaşık ve çözülemez düşmanlıklara yol açabilecek bir öneride bulunmaktadır, ya da CHP tarafından vaat edileni çabuklaştırmak için, kendi çapında bir ödül sunmakta fakat bilmeden çatışmanın ideolojik olan zeminini fiziki hale getirebilecek uzlaşmaz psikolojiler hazırlamaktadır. İnsanların ruhunu kaşımaktadır.
Yeryüzünde inşa edilmiş dinsel inanç sistemleri, mülkiyet ile ilişkili sistemlerdir. Yani, Vahiy’in siyasal, toplumsal, ekonomik indirgemeleridir.
Vahiy döneminde dinler, mülkiyetsizlerin bir çığlığı olarak benimsenip, yaygınlaşmışken, egemen mülkiyetçiler hemen bu dinsel çığlığı ideoloji haline sokarak, kendi düzenlerinin payandası haline getirirler. Bütün dinlerin başına bu meşum süreç gelmiştir (Bkz: İhsan Eliaçık).
Bu ters durum aslında ilginç bir biçimde karşıtını da içinde taşır.
Yani, bütün tarihte ve zamanın ruhunda olumsuzlamanın olumsuzlaması dediğimiz Hegelyen bir yapı vardır. [Burada, bu konuları derinden izleyen yeni bir kitabı muştalayayım, dindarların okumaları gerekli: Jean Hyppolite, Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar, Çev: Doğan Barış Kılınç, Doğu Batı Yayınları, 2010]
Yani, herhangi bir din, başlangıcındaki hissiyata ve özbilincine dönerek, kural ve ilkelerini mülksüzlerin çıkarı şekline sokabilir; en azından bu tür olasılık, pratik olarak zor görünse de, dialektik ve evrensel olarak mevcuttur.
Bu nedenle, din, aslında laiklerin (yani, ahalinin, lay’in, halkın, mustazafların (Laik’in anlamı için Bkz: http://www.adilmedya.com/makale.asp?yazid=29&id=325 ) bir başkaldırısıyken, ruhbanların bir söylemi haline dönüşmesini dönüştürerek, yeniden halkın “Allah tasavurru” haline getirilebilir.
Bu süreçten sonra ise, yaşanan hayatın diğer ögeleri, siyasallık, toplumsallık ve iktisadiyat, inanç ögeleri ile birlikte yaşayarak toplumsal hayatı yeniden ilk şekliyle kurabilir. Bu nokt
Bu süreç zor ama ulaşılması zorunlu bir süreçtir. Giest’ın varacağı mükemmelliktir. Çünkü “tin (ruh), kendisini keşfedendir, ve doğa [ve toplumsal doğa] sadece tinin kendini keşfetme sahnesidir.” (Hegel’den aktaran, Jean Hyppolite, a.g.e., s: 47)
Bu nedenle, yukarıda linki Laik’in anlamı için verilmiş yazımda da belirttiğim gibi, kişi veya devlet laik olmaz; aslında Din halktır; laiktir ve özüne dönmelidir.
O zaman inanç veya Allah tasavvuru, siyasal bir araç gibi kullanılır olmaktan çıkacak, insansal bir gerçeklik haline bürünecektir. Bu hale büründüğü tarihsel dönemler çoktur fakat hepsi mülkiyetçiler tarafından kanla bastırılmış ve yok edilmiştir.
Zamanın ruhu (romantiklerin “Ether” dediği; Hegelyenlerin “Giest”) şimdi harekete geçiyor.
Çağımız demokrasisinin Ether’i bu yolda kendini keşfedecektir.
Bu keşfin oy ile, siyaset ile ilişkisi yok.