Acaba insanlığın tehlike anlarında kendi kendine harekete geçen bir koruma sistemi var mıdır? İnsan vucudunun mikroplara karşı bağışıklık ve koruma sistemleri olduğunu göre, manevi ve ahlaki hastalıklar, insanlığı uçuruma götüren yanlış yollar, batıl inançlar, sapkın ideolojiler, insanlıkla bağdaşmayan uygulamalar karşısında güvencemiz nedir? İnsan türü her canlı türü gibi doğal yaşama koruma refleksleriyle birlikte katıldığına göre ve insanların aralarındaki gen benzerliği % 98 olduğuna göre her insan olaylar karşısında aşağı yukarı benzer tepkileri verecek demektir. Çin’de, Meksika’da, Afrika’da, Asya’da vs. yaşasa da bazı çok temel durumlar karşısında insana “Hayır, olmaz, bu yanlış” dedirten şey gerçekten nedir?
Bu yazıda insanoğlunda yaratılıştan varolan bir kendini koruma iç güdüsü ve ahlaki refleks olduğuna dair Kur’an’dan bazı ayetler üzerinde yorumlar yapacağız.
DİLE GELEN FITRAT
Kur’an’da A’raf (sağduyu sahipleri) adında bir sure var. Adeta adına nispetle 172. ayetinde de şöyle bir ayet var; Harfi harfine çeviriyle “Hani Rabbin ademoğullarından onların sırtlarından, zürriyetlerini çıkarıp kendilerini kendilerine şahit tutmuş ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da “Evet, şahit olduk” demişlerdi. İşte bu kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindir.”
Daha serbest çeviriyle; “Senin Rabbin Adem’in çocuklarını birbirinden doğup gelen kuşaklar halinde yarattı. Her doğanın fıtratına vicdan ve sağduyusunu yerleştirdi, ardından onları dile getirip sordu; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler; “Evet, şahitlik ederiz!” İşte bu kıyamet gününde, “Biz bundan habersizdik” demeyesiniz diyedir.”
Bu ayet “ahd-i misak” ayeti olarak bilinir. Müslüman halk kültüründe Allah’ın ezelde insanların ruhlarını yarattığında onlara “Elestü birabbikum” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) diye sorup “Galu Bela” (Dediler ki Evet) cevabını aldığı toplantı, meclis, ruhlar alemindeki konuşma (Bezm-i Elest) olarak meşhurdur…
Öyle görünüyor ki ayet Kur’an’ın “varlığın diliyle konuşma” uslubunun tipik örneklerinden birisidir. Görüldüğü gibi ayette “ruhlar alemi” diye bir tabir geçmiyor. Allah burada insanoğlunun yaratılıştan gelen Türkçe’de “fıtrat, vicdan ve sağduyu” dediğimiz melekelerini temsili olarak dile getirip konuşturmaktadır. Onlara soru sormakta ve cevaplarını -yaratan kendisi olduğu için- onlar adına yine kendisi vermektedir. Bununla sanki insanoğlundaki fıtrat, vicdan ve sağduyunun neler yapabileceğini, potansiyel imkanlarının neler olduğunu göstermek istiyor. Ki insan yarın kıyamet gününde “Bundan haberim yoktu, bilmiyordum” demesin.
Demek ki her insanda yaratılıştan varolan fıtrat, vicdan ve sağduyu Allah’ı bulabilecek güçtedir. Yeter ki dondurulmasın, üzeri heva ve hevesle, batıl bağımlılıklarla örtülmesin, ıssızlığa terk edilmesin, unutulmasın. Vahyin esas amacı işte insanoğlundaki bu fıtri melekeleri harekete geçirmek, açmak, vurulduğu zincirlerinden ve bağlarından kurtarmaktır. İnsan bu sayede içindeki bu fıtratın sesini dinleyecek ve “Allah’ını” bulacaktır. Türkçe’de “vicdanın sesini dinlemek”, “sağduyudan şaşmamak” dediğimiz şey, temsili diyalogta (kinaye) işte bu “Evet, sen bizim Rabbimizsin, şahid olduk” şeklinde dile gelen fıtratın/vicdanın/sağduyunun sesidir. İnsanoğlu işte bu sese sık sık dönmeli, kulak vermelidir. Bu ses onu eğer vahim bir yanlışlık yapmazsa Allah’ına götürecektir.
Şu halde Türkçe’de yaratılış, karakter, yapı, tabiat, doğa anlamında (fıtrat), iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç duyu, ahlak şuuru, his, duyu manasına gelen (vicdan), mantıklı ve doğru düşünme melekesi, doğruyu yanlıştan ayırma özelliği, aklıselim, diri kalmış duyu anlamında kullanılan (sağduyu) Kur’an lisanında “Allah’ın ademoğullarının zürriyetine yerleştirerek kendilerini şahit tuttuğu sözleşme” (ahd-i misak) demek olmaktadır. Demek ki her doğan çocuk Adem gibi olmakta ve Adem kıssası her doğan çocukla yeniden başlamaktadır. Keza “Allah’ın ruhu” sadece bundan ikibin sene önce Meryem’in rahmine üflenmiş değil, şu an her dünyaya gelen her çocukla birlikte üfürülme durmaksızın devam etmektedir. Bu nedenle doğup gelen insan kuşakları insanlık vicdanının da rahmi olmaktadır. Ne olacaksa yine orada olacak, ne çıkacaksa yine oradan çıkacaktır. Çocuklar doğmaya devam ettiğine göre Allah insanlıktan ümidini kesmemiş demektir.
Yine Kur’an’da sıkça geçen “Allah’ın birleştirmesini istediği şey” ifadesi ile de bu vicdana atıfda bulunulmaktadır. Şöyle de denilebilir; Allah’ın insanoğlunun yaratılışına yerleştirdiği ve genellikle iç dünyamızda düşünme, anlama, akletme, tefekkür, korkma, titreme, ürperme, duygulanma vb. anlarında veya bir dış uyarıcının sarsıcı telkini ile ortaya çıkan, üzeri açılan, harekete geçen, inkışaf eden, vecde gelen işte bu fıtrat, vicdan ve sağduyunun sesine kulak vermeliyiz. Onu dinlemeli, kestirip atmamalı, onunla irademizi birleştirmeli, bir araya getirmeli, birlikte kullanmalıyız. Demek ki olası “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” muhtemel sorusu karşısında “Evet, Rabbimizsin, şahidiz! diye iç dünyamızda yankılanan bu ses Türkçe’de “vicdanın sesi” dediğimiz şeyin ta kendisidir. Gün içinde insanoğlu her yanlış yaptığında defalarca bu sesi içinde duyar. İşte o ses “gâlu, bela” sesidir. Şu halde “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna verilen “Galu beladan beri” cevabı “İçimdeki vicdanın sesine kulak verdiğimden beri, o sese her kulak verişimde” demek olmaktadır.
DİPDİRİ, SAĞLAM KAYNAK
Yine Kur’an’da sıkça tekrarlanan “lehv-i mahfuz” kavramı insanoğlunda böylesi “Dipdiri, sağlam bir menbağın” bulunduğunu gösteriyor; “Bilakis yalan dedikleri bu Kur’an, yüce bir hitabedir. Lehv-i mahfuzun içindedir .” (85/21-22) Lehv-İ Mahfuz sözlükte “korunmuş levha” manasına geliyor. “Levh” in kök anlamı “Belirmek, görünmek, ortaya çıkmak, meydana gelmek” demektir…
Kaldırmak, görmeleri için yukarı kaldırmak, ima etmek, değinmek, üstü kapalı olarak anlatmak (telvîhan), şerh, yorum, açıklama, dipnot (telvîhun), talimatname, katolog, liste, rapor, sunu (leiha, layiha), tabela, levha, pano (levha), düz tahta ya da tabela şeklinde olan her şey (levh) kelimeleri bu köktendir…
Yukarıdaki Buruc suresinin sondan bir önceki ayetinde “Bilakis bu (Kur’an) yüce bir hitabe (Kur’an-ı Mecîd)’dir” deniyor ve ardından “Lehv-i Mahfuz’dadır” denilerek sure bitiyordu. Bu durumda Lehv-i Mahfuz kavramı, esas kelimenin (levh) görünmek, aşikar olmak anlamına geldiğinden hareketle yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru iki anlamda yorumlanabilir. Aynı zamanda bu Allah’dan insana ve insandan Allah’a doğru iki yorum olacaktır. Birinci anlamda “Görünme süreci (inzali) korunmuş olan”, ikinci anlamda “Korunmuş olandan (vicdan ve sağduyudan) çıkıp görünen” demek olur. Yani yukarıdan aşağıya “Sağlam bir yerden insana korunmuş olarak, sağlam bir yolla, şeytan, cin vs. karışması olmadan inen, insanların dünyasında böylece görünen, aşikar olan Kitap” demek olur. Ki Kur’an’ın başka yerlerinde müşriklerin “Muhammed cinlerle konuşuyor, söylediklerinde cin ve şeytan karışmaları var” iddiasına cevap olarak gelen “Açıkcası, o zikri biz indirdik Biz, onu (indirirken ) koruyacak olan da biziz”(Hicr; 9), “O meknun (korunan) bir kitap, şerefli bir Kur’an’dır” (Vakıa; 77-78), “Ona (indirirken) ancak tertemiz olanlar dokunabilir” (Vakıa; 79) ayetleri bu manadadır. Yani “Kur’an’ın iniş süreci tümüyle kontrol altındadır, endişeye gerek yok” denmek istenmektedir.
İkinci anlamda, yani aşağıdan yukarıya ise “İnsanlığın korunmuş, unutulmamış, diri kalan, hala sağ duran duyularından; sağduyusundan, vicdanın derinliklerinden fışkırarak çıkan, böylece görünerek aşikar olan, ortaya çıkan Kitab” demek olur. Kur’an’ın hem asil bir peygamberin sözü (kavli rasulün kerim) hem de Allah’ın sözü (kelamullah) olarak anılmasının nedeni işte bu ikili okumayı yansıtır.
Demek ki Lehv-i Mahfuz kavramı Allah ile insanlık vicdanının karşılıklı dinamik ilişkisini betimliyor. Zira Allah bizatihi korunmuş olup O’ndan tertemiz olan yayılıyor. Aynı şekilde vicdan da korunmuş olup, ondan da tertemiz olan fışkırıyor. Bu ikisi zaman zaman Tur-i Sina’da, Zeytin ve İncir ağaçlarının altında, güvenli şehir Mekke’nin Hira’sında buluşuyor ve insanlığa yepyeni levhalar yazıyor, layihalar getiriyor…
İNSANLIĞIN UYUMAYAN KALBİ
Bir başka ayet Kur’an’ı daha açık bir ifadeyle “insanlık için basiret” olarak tarif eder; “Bu Kur’an insanlığın vicdanı (basâirun li’n-nâs), bir yol gösterici (huda), şeksiz ve şüphesiz imana ulaşmak isteyen bir halk için sevgi ve merhamet (rahmet) kaynağıdır.( 45/20)
Basiret kökü sözlükte “Bakmak, görmek, bilmek” manasına gelir. “İleride olacakları şimdiden görebilme” yeteneği anlamındadır. Türkçe’de “Kalp gözü” dediğimiz şeyi çağrıştırır. Keza “İleri görüşlü, basiretle bakmak, tedbirli, sağduyulu, sağgörülü” deyimleri bu manadadır. Nitekim “Eğer basiret gözüyle bakmışsanız o kadar küçülürsünüz ki” (N. Topçu) cümlesindeki “basiret”, “işin sonunu, ileriyi, gözün gördüğünün ötesini görebilmek” manasında ayette geçen “basâir” ile aynı anlamdadır. Bu ise Türkçe’de “Basiret gözü ile bakabilmek, kalp gözü açık olmak, vicdanının sesini duyabilmek” dediğimiz şeydir. Bu tabiri Kur’an topyekün insanlık durumunu (basâiru li’n-nâs) ifade için de kullanıyor. Bu durumda mana “insanlık vicdanı, insanlığın ölmemiş duyuları, insanlık sağduyusu, insanlığın körelmemiş vicdanı, iç görüsü, donmamış, diri kalabilmiş fıtratı” anlamına gelir. Bu ise Kur’an’ın kendi özel terminolojisi içinde “ahd-misak” dediği şeydir.
SAĞLAM GÖZETLEYİCİ
Başka bir ayette de harfi harfine çeviriyle; “Sağdan ve soldan oturmuş iki ulaştırıcı ulaştırdığı zaman, söz olarak sarfettiği her şeyde mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. Ve kendisini sarhoş eden ölüm hak olarak gelince, işte bu senin kaçıp durduğun şeydir (der.)” (50/17-19)
Daha serbest çeveriyle; “Sağlı sollu sağlamca akan iki kavuşturucu toplayıp attıkca İnsanın söylediği her şey kendinde yankısını bulur, bundan hiç şüpheniz olmasın . Ve sarhoş eden o ölüm gerçeği gelince ona; “İşte, kaçıp durduğun buydu!” der. (50/17-19)
Bu ayet iki şekilde yorumlanabilir;
1- İnsanın sağında ve solunda oturan iki melek vardır. Her ne söylerse onu kaydederler ve ölüm gelip çattığında “İşte kaçıp durduğun şey buydu” diye insana söylerler
2- İnsanın kalbi ile beyni arasında bütün kişiliğini ve benliği oluşturan bir “ana benlik arteri” (hablu’l-verid/şahdamar) vardır. Sağ şahdamar ve sol şahdamar olarak iki ana kanaldan beyne ve yüze atar/toplardamarlarla kan taşırlar (habl). İnsanın duygu ve düşünce dünyası, kişiliği , vicdanı, bütün benliği burada oluşur. İnsanoğlu her yanlış sözde, her günah işlediğinde kimselere söyleyemese de ona buradan bir ses yaptığının yanlış olduğunu söyler durur. Fakat insanlar bu sesi kendilerinde (ledeyhi) duydukları halde aldırış etmezler. Oysa o ses insana her gün her saat yanlışı, kötüyü, ölümü hatırlatır. Hiçbir suçlunun yaptığına “kötü” dememesi bu yüzdendir. Kötü olduğunu bile bile yapar fakat çıkarı onu inkar ettirmesini gerektirir. İnsan kendisinin de bir gün öleceğini bal gibi bilir. Fakat yine de aldırış etmez ve bu uyarıcı sesi can sıkıcı ve sevimsiz bularak ömrü boyunca ondan kaçar, hatta duymak bile istemez. Fakat bir gün ölüm bir yerlerden çıkar gelir ve “o ses” hemen vicdanında yankılanır; “İşte kaçıp durduğun şey buydu ey nefsim!” Zira insana şahdamarından (hablu’l-verid) bile daha yakın olan bu ses “Gâlu belâ” sesidir. Yani “Evet Allah var ölüm hak” diye derinlerde yankılanıp duran ve fakat bir türlü aldırış etmediği o ses… İşte bu da Kur’an’ın kendi terminolojisi içinde “ahd-i misak, lehv-i mahfuz, hablu’l-verid, basâirun li’n-nâs” dediği insanlık vicdanı, sağduyusu, doğası ve fıtratıdır…
Demek ki bir insanlık vicdanı var ve o her çağda kendisine üfleyecek bir soluk bekliyor. Zira her şeye rağmen insanlık onunla ayakta duruyor. Ve “o ses” hiçbir yere sığmıyor fakat oraya sığıyor.