1999 yılının sonbaharı.. Marmara depreminin üzerinden yaklaşık 1 – 1,5 ay geçmiş, insanlar henüz evlerinin ve evlerinin enkazında ölülerinin başında, bir yandan yardım bekleyenler diğer yandan yardımlar üzerinde farklı beklentisi olanlar, O büyük sarsıntıyı bir fırsata dönüştürenlerin yeni farkına vardığımız günlerdi. Yardımlar kontrolsüzce gerçekleşip birilerinin çıkar hanesine yazılıyordu o zamanlar. Kimi deprem mağdurları enkazlarının yanı başında hem acılarıyla hem de çadırlarda yağmur ve çamurla baş etmek zorunda kalırken biraz daha şanslı olanları depremden zarar görmemiş köy ve kasabalardaki yakınlarına sığınıyorlardı. Kırsal nüfusun artışına ilk o zamanlar tanık olmuştum.. Her ne ise, işte 99’un sonbaharı depremden az çok zarar görmüş bir deprem mağduru olarak bir köy kahvehanesinde oturmuştum. Tanıdığım, tanımadığım bir sürü insan. Kahve de bulunanların çoğu deprem mağduru idi. Kimi depremde oğlunu kimi gelinini kimi annesini kaybetmiş, acılar henüz oldukça taze idi..
Dışarıda apansızın yağan yağmur.. Bir yandan çayımızı yudumluyor diğer yandan kulağımız ve gözümüz TV kanallarında, haberlerde..
O zamanlar Devletin depreme hazırlıksız yakalandığı konuşuluyordu, ancak diğer taraftan Ülke içinden ve dışından gelen büyük çaptaki yardımların yerlerine ulaşmaması da deprem mağdurlarının canlarını iyice sıkıyordu.. Yani depremin yanın da devletin de mağdur ettiği insanlar vardı.. Tıpkı şimdi olduğu gibi..
Bir haber herkesin o an dikkatini çekmişti, yanılmıyorsam İstanbul’da bir grup üniversite öğrencisinin eylem haberiydi. 17 Ağustos depremi sonrası deprem yardımlarının yerine ulaştırılmamasını protesto ediyordu bu bir gurup öğrenci. Bu öğrenciler deprem mağduru değildi ancak deprem mağdurlarının yanında onların haklarını savunuyorlardı. Ve polisin öğrencilere coplarıyla her vuruşunda atılan çığlıklar benim de içimi yakıyor ve aslında o coplar bir deprem mağduru olarak benimde sırtımda patlıyordu..
Çoğu deprem mağduru olan o köy kahvehanesindeki insanlar ne yaptı dersiniz. Deprem mağdurlarını devlete karşı savunan bu gençleri yine o mağdurlar yuhaladılar. Evet evet inanılacak gibi değil ama sıcak çaylarını yudumlayan bu insanlar kendilerini savunanları: “yahu bunlar anarşist, polise devlete karşı geliyorlar. Size mi düştü bizi savunmak!.”
“ Vur vur! Ellerin dert görmesin, polise karşı çıkmak neymiş görsünler.” Şeklinde azarlıyorlardı.
Peki, o an ne yaptım mı dersiniz? O kahvehanedekileri hem bedenen hem zihnen terk ettim…
Şimdilerde tarihiyle de yüzleşmemiş toplumun yüzleşmesine bu ve benzeri olayların da eklenmesi gerekiyor.
Aslında tipik bir doğuluyduk, Kendimizi güç ve hiyerarşik yapılar üzerinden tanımlıyorduk. Akla değil, geleneğe bağlıydık ve güç karşısında genetik bir boyun eğmişliğimiz vardı. İnsanı sınıf bilinci, toplumsal aidiyet üzerinden tanımlayıp inşa edemiyorduk..
Biraz gerilere gidelim. Ülkemizde 1. Dünya savaşı öncesi “1913’te toprak az sayıda kişinin elinde toplanmıştı. Feodal lordlar olarak betimlenen bu grup nüfusun yüzde 1’ini oluşturuyor ancak toprağın yüzde 39’una sahip bulunuyordu. Büyük toprak sahiplerinin oranı ise yüzde 4’tü ve bunlar toprağın yüzde 26’sına sahiptiler. Öte yandan, küçük ve orta köylü olarak betimlenecek yüzde 87 lik nüfus toprağın sadece yüzde 35’ini işgal ediyordu.” O dönemde İttihatçılar iktidardaydı ve toprağı paylaştırmak, köylüye ucuz kredi sağlamak, modern yöntemler kullanmak yerine toprak sahiplerinin köylü üzerindeki denetimlerini arttıran yasalar çıkararak bu sınıfı güçlendiren Tanzimat siyasetini sürdürdüler. (1)
Feodal dönemden, sanayi toplumuna oradan da bilgi teknolojilerinin hakim olduğu günümüz toplumlarına ulaştığımızda, değişen nedir? Nüfusun yüzde 2-3’ü gayri safi milli hasılanın yüzde 80’inine sahip. 30 kadar dolar milyarderi karşısında 30 milyon yoksullaşmış halkımız… İşçilerin alın teri üzerinden milyarlarca lira kâr edip onları “kader tanrısına kurban edenlere hesap sorulmazken değişen nedir?
Tarımsal üretim talebinin yükseldiği bir durum 1.dünya savaşı yıllarında saray çevresi ve toprak sahiplerinin servet biriktirmesinin kaynağı idi.. O dönemde çıkartılan bütün yasalar “Feodal lortları” koruyordu. 2001 krizinde ise bir gecede çıkartılan yasalar “Kapitalist lortları” daha da zengin ediyordu. O zamanki “ittihatçılar” sonrasında “ulusalcılara” evrildiğinde yaklaşık bir asır sürecek bir dayatmanın karşısında toplumun ahlaki çöküşü daha da hız kazanmıştı. Zaten çürümüş olan “saltanat ideolojisinin” taşıdığı gelenek gerek “dinselliği“ gerekse “toplumsallığı” üzerinden tartışılır durumda idi.
O dönemin muhafazakârları Tu kaka ettikleri “dünya” ya bir şekilde bulaşıp çoğunluğa ise statik, durağan bir hayat biçimini dayatıyorlardı. Üzerinden “geleneğin” siyaset yürüttüğü Kuran’daki “dünya” kavramını bir eserinde Ali Şeriati bakın nasılda temellendiriyor:
“Kölelik döneminde “dünya” efendilerin, feodalite döneminde feodallerin, burjuvazi döneminde burjuvaların ve kapitalizm döneminde kapitalistlerin hayat tarzıdır. Hangi dönemi ele alırsak ele alalım “dünya” sözcüğü hepsine uyar. Amacı şahsi ihtiyaçlarını karşılamak, başkaları karşısında imtiyaz sahibi olmak, başkalarından ayrı olmak, başkaları üzerinde üstünlük sağlamak ve başkalarına karşı övünmek olan bencil, bireysel ve tüketici bütün eğilimler ve değerler, dünyevi değerler ve dünyevi hayat tarzıdır. (2)”
İçinde hiçbir gerçekçi ve akla dayalı, adil, ahlaki, tutarlı, dengeli yapıları barındırmayan muhafazakârlığın devlet otoritesini, çürümüş bir ahlakı da içinden atmadan yaklaşık bir asırlık kesintiden sonra devralması acaba neyi değiştirdi?
Cumhuriyet elitlerinin halk üzerindeki baskısının ortadan kalkması Müslümanların bir bedel ödediği anlamına gelmez. Belki bu süreç içerisinde hiçbir yüzleşme fırsatı yakalamamış olmak ileride daha büyük bir bedel ödetecektir.
1920’lerde kesintiye uğrayıp, 2002’de AK parti üzerinden tekrar iktidar olan Muhafazakârlık zamanında yüzleşme fırsatını tepmeyip gerektiğinde bedel ödemiş olsaydı, günümüzde Neo-liberal politikalar sorgulanır ve batı değerleriyle eklektik bir uzlaşı içerisine girilmezdi.
Üstelik gelenekçi-yenilikçi siyasi gerilimi bir asır sonrasına muhafazakâr–laik çatışması olarak taşınmazdı ve bizler aynı kısır döngüyü yaşamıyor olurduk.
Evet toplum da bir bedel ödemek istemedi ve ahlaki olmayanı tercih ederek hep güçlü olanının gölgesinde rahat bir yer buldu kendine..
İktidarları süresince halkın kanıyla beslenen “ulusalcıların” karşısında ya sessizdi ya boynu bükük.
Toplumların tarihi de sistematik, evrimsel organik bir süreç işler.. Bu süreçteki her bir basamak önemlidir. Feodal toplumdan sanayi toplumuna oradan bilgi toplumuna geçişte bu kabuklar acı bir şekilde atılır. Değişimin kaçınılmaz oluşuna rıza göstermek gerekirdi. Yoksa toplum bünyesinin parçalanıp savrulması kaçınılmazdır. Ve maalesef günümüzde olan da budur.
Bu kabuk değişimi kökü gövdeden ayırmakla, üzerine toprak atmakla değil köklü bir sorgulamayla ve direnişle yapılabilirdi.
1920’lerde başlayıp üç yıllık kısa bir silahlı mücadelenin ardından gözlerini geçmişine kapatıp geleceğin rüyasını “başka ufuklarda” görmekle değil
Çünkü bu köklü sorgulamalar yapılmadığı takdirde o “derin” yapının yani sistemin restorasyonun, tüm hızıyla devam edeceği kaçınılmazdır.
“Kaçınılmaz olan bir şey daha var ki; Bir toplumun değişiminin, insanlar kendilerini değiştirmedikçe, mümkün olmayacağıdır. ”Nefislerdeki değişmedikçe “kavmin” değişmesi mümkün olmaz.
İnsanlar iç dünyalarını değiştirmedikçe, bir topluluğun maneviyat ve muhtevası hiçbir zaman değişmeyecektir.” (3)
Muhafazakâr, dindar sermayenin “geç-burjuva” tipinde gelişmesi, tekellere bağımlı karakteri ve sağcı statükocu çevreler dolayımıyla devlete ve daha önemlisi “Derin devlet ”in ruhuyla olan manevi ilişkileri, muhalif ve alternatif bir kimlik edinmesini engellemekle kalmamakta temel ahlaki değerlerin yozlaşmasının önünü açmakta..
Yarı pagan yarı Müslüman, yarı ahlaklı yarı ahlaksız yarı modern yarı geleneksel bir toplumun her şeyi de yarım olacaktır.
Sorun şu ki, bu şizofren karakteri aynı anda yaşayan milletimizi esaslı bir eleştiriden geçirmeden, hiçbir konuda adım atamayız. (4)
Daha önce söylediğimiz gibi esaslı bir eleştiri bedel ödemeyi gerektirir. Toplumdaki bu ahlaki çözülmüşlük karşısında şimdilik bu mümkün değil gibi. Bulunduğumuz ortamı bedenen değil ama zihnen terk etmekten başka çare görünmüyor dostlar.
(1) Modern Türkiye’nin Oluşumu, Feroz Ahmed, Kaynak yayınları, s:58
(2) İslam ve sınıfsal yapı, Ali Şeriati, Fecr yayınları s:119
(3) a.g.e. s:21
(4) Davası Olmayan Adam Değildir, Ahmet Özcan