Balkan coğrafyasında yaşayan halkların, Helenler hariç tutulursa ırkları, Hırvatlar hariç tutulursa mezhepleri, Müslümanlar hariç tutulursa dinleri aynıdır.
Dilleri, ırkları, mezhepleri hatta alfabeleri bir olan üstelik de aynı topraklarda bir arada yaşayan toplumlarda ‘Birlik’ten doğan bir güç temerküzü beklenir. Ancak söz konusu Balkanlar olursa bu mümkün değildir. Osmanlının Balkanları kolayca ele geçirmesinin nedeni de herhalde budur.
Atina’yı görmedim ama şayet görkemli kentler bir toplumun gücüne işaret ediyorsa böyle bir kenti Balkanlarda bulamazsınız. Belgrad ve Selanik kısmen şehre benziyor olsa da yerleşimlerin Anadolu kasabalarını hatırlattığı hemen fark edilebiliyor.
Anadolu terk edilmiş ve neredeyse toprağa karışmış antik kentleriyle ünlüdür. Balkanlara gelince durum değişir. Balkan kentlerindeki tarihi yapılar kentin kalbinde yer almasa da fonksiyonlarını yitirmemişlerdir. Bunların en etkileyicisi Dubrovnik’te surları sapasağlam duran kalenin daracık sokakları ve taş yapılarıyla eğlence amaçlı kullanılan orta çağ yerleşkesidir. Önceki gelişimde burayı atladığıma inanamıyorum. Tarih ve yerleşimden söz açılmışken belirtmeliyi ki; Avrupa kentlerinde durum daha da farklıdır. Avrupa’da gezilen yerlerle yaşanan yerler aynıdır. Yani Avrupa kentleri yaşayan kentlerdir ve bu durumu kentlerin yaşıyla açıklamak yerinde olur.
Balkanların parçalı yapısından söz etmiştik. Seyyahlar birkaç saat arayla “Pasaportları hazırlayın!” anonsuna o kadar çok alışmışlardır ki, sınırdan girdikten sonra bile otobüs her yavaşladığında aynı anonsu bu sefer bir espri konusu olarak duymaktan kurtulamazlar.
Kubbeli cami mimarisinin kilise mimarisinden etkilendiğini biliyordum. Ancak Avrupa’daki üçgen çatılı ve yüksek çan kuleli kilise mimarisi ile Balkanlardaki kubbeli kilise mimarisinin farkının Ortodoks- Katolik mezhep farkına dayandığını yeni fark ettim.
Üsküp kent merkezi ülkenin çapına kıyasla yüksek meblağlarla yeni baştan düzenlenmiş. Meydan, büyük heykelleri ve antik çağa öykünen resmi taş yapılarıyla dikkat çekiyor. Meydanı ikiye bölen tarihi taş köprüde Fatih Sultan Mehmet’in halka namaz kıldırdığını öğreniyoruz. Büyük İskender’in heykeli köprünün bir tarafında, babası kör Filip’in heykeli ise diğer tarafa yerleştirilmiş. Hıristiyan azizler, Kril ve Metodis heykelleri de unutulmamış. Pagan kahramanlarla aziz heykellerinin aynı meydana yerleştirilmiş olması mitoloji oluşturma ve Makedonya’yı Baklanların merkezine yerleştirme çabasının bir ürünü olsa gerektir. Filip ve İskender’in kıvırcık saçları ise dikkatlerden kaçmıyor. Bu, heykellerle onları yapanların aynı genetik kotlara dayanmadığını da gösteriyor.
Filip heykeli başka bir yerde daha karşımıza çıkıyor ve rehberimizin ödüllü sorusunda seyahat arkadaşımıza bedava bir öğün kazandırıyor.
Köşeli çizgileriyle bazı resimler ve yarı sürrealist heykeller az da olsa karşımıza çıkıyor. Bu görseller bize buraların komünist dönem geçmişini hatırlatıyor.
Belgrad’da tahrip edilmiş binalar görüyoruz. Sırplar, geçmişi hatırlamak için mermi izlerini kapatmayan Boşnaklarla aynı yönteme başvurmuşlar, NATO bombalarının tahrip ettiği devlet binalarını öylece bırakmışlar.
Bosna yolunda Türklerin hazırladığı “Aliya” belgeselini izliyoruz.”Aliya”yı Bosna da izlemek bir başka oluyor. Başçarşı ve Morica Han’a bir an önce ulaşmak istiyorum. Morica Han bize sürpriz yapıyor. Türklerin demleme çayını örgenmişler. Ortak tanıdıklarımız olan bir bürokratla tanışıyoruz.
Öğreniyoruz ki Türkiye siyasetinde bir dönem kapanmış. “Bir muhterisin hazin sonu, ibretlik bir durum, üç günlük dünya için değer miydi?” diyoruz.
Balkanları görmek için en doğru zamanı seçtiğimizi düşünüyoruz. Balkan yeşili büyülüyor. Aklımızda Türkiye’yi batıya doğru kaydırıyoruz. “Emevi Cami’inde cuma kılacağımıza Mostar’da kılmayı düşünseydik ya!” diyoruz.
Gerçi ben kıldım oldu. Kılamayanlar düşünsün.