Bülent Usta
Bu ara herkes can sıkıntısından bahsediyor. Dizi platformlarında izlenecek bir şey kalmadı diye lanet okuyanlar, monotonluktan ya da ülkenin durumundan şikâyet edenler… Tuhaf bir şekilde can sıkıntısı ve depresyonun sürekli karıştırıldığını, birbirlerinin yerine kullanıldığını da görüyorum. Oysa sıkılmak ve depresyonda olmak, sadece mutsuz bir zihin durumuna benzerlikleri bakımından komşular. Bunun dışında fazla bir ortak yanları yok. Can sıkıntısı yaşayan kişi canlılık duygusunu dış gerçeklikten bekler; depresyondaki kişi ise dış gerçeklikten tamamen vazgeçer ve kendi yaralarına gömülür. Can sıkıntısına fantezisiz, donuk bir zihinsel yaşam eşlik ederken, depresyonda kötücül de olsa fanteziler yoğunlaşır; zihin geçmiş anılar, suçluluk ve kendine acımayla dolar.
Can sıkıntısının nedenleri üzerine çok yazıldı, çünkü modern dünyanın ana meselelerinden biri haline geldi. Yalnızlıkla ilişkilendirilmesi de eksik bir okuma. Tek başına yapılan keyifli aktivitelerin varlığı ya da kalabalıklar içinde bile hissedilen sıkıntı, yalnızlık ile sıkılma arasında doğrudan bir çizgi olmadığını gösteriyor. Otto Fenichel gibi psikanalistler sayesinde biliyoruz ki sıkıntı, geçmişteki travmalar ve yoksunluklarla yakından ilişkilidir; acı verici duyguların hatırlanmasına karşı kurulan bir kalkandır. Hayal etmek hatırlamayı tetiklediği için, sıkılan kişi içsel sahneyi kapatarak hayallerden yoksun kalır.
HATIRLAMAK VE HAYAL KURMAK
Otto Fenichel, 1945’te yayımlanan ‘The Psychoanalytic Theory of Neurosis’ adlı kitabında, sıkıntının dış dünyada ilgi çekici bir şey bulunmamasından değil, iç dünyanın kendi kendini oyalayacak imgeler, oyunlar ve düşlemler üretememesinden kaynaklandığını yazmıştı. İçsel sahnenin çöktüğü bu durumda, düşlem kurma kapasitesi geçici olarak felce uğrar. Fantezi üretmenin bilinçdışındaki bastırılmış malzemeyi yüzeye doğru hareketlendirmesi, sıkılan kişinin hayal kurmaktan bilinçdışı bir biçimde kaçınmasına yol açar; bu kaçınma ise sıkıntıyı daha da ağırlaştırır.
Ralph Greenson da ‘The Technique and Practice of Psychoanalysis’ adlı kitabında, hatırlamayı ve hayal etmeyi aynı zihinsel işlemin iki yüzü olarak ele alır. Hatırlamak geçmişin temsilini yeniden üretirken, hayal etmek o temsil üzerinde değişiklik yapma, onu yeniden düzenleme imkânı sunar. Bu yüzden hayal kurma kapasitesindeki bir gerileme, yalnızca yaratıcılığı değil, kişinin kendi geçmişiyle kurduğu bağı da zayıflatır.
BAĞIMLILIKLAR VE BOŞLUK
Peki tüketim toplumunda neden can sıkıntısı neredeyse salgın düzeyinde?
Bağımlılıkların —alkol, seks, uyuşturucu, kumar, alışveriş, hız, internet, sosyal medya— böylesine yaygınlaşmasının sıkıntıyla nasıl bir ilişkisi var? Öncelikle, tüketim toplumu hayal kurma kapasitesini zayıflatıyor. Kapitalist kültür, bireyin iç dünyasını bağımsız bir kaynak olarak değil, sürekli doldurulması gereken bir boşluk olarak konumlandırıyor. Ekranlar, uygulamalar, mikro-dopamin etkileri, hızla akan içerikler ve bitmeyen tüketim çağrıları, kişiyi kendi iç dünyasıyla baş başa kalmaktan uzak tutuyor. Bu koşullarda hayal kurmanın yerini dışsal uyaranlar alıyor; düşlem alanı giderek zayıflıyor, içsel temsiller inceliyor, benlik kendi sahnesini kuramaz hale geliyor. Sonuç, daha fazla uyaran, daha fazla tüketim, ama daha kırılgan bir iç dünya. Tüketim toplumunun sunduğu çeşitlilik sıkıntıyı azaltmıyor; aksine, iç dünya kurma becerisini erozyona uğratarak onu kronikleştiriyor.
Bir oda dolusu oyuncağın ortasında can sıkıntısından ne yapacağını bilemeyen çocuklara rastlıyorum. Kendi çocukluğumda, bir tel parçasıyla, bir tahta parçasından uydurduğumuz oyuncaklarla neler yapabildiğimizi ve nasıl eğlendiğimizi düşündükçe… Örneğin hamur kıvamındaki çamur üzerinde çivi saplayarak oynadığımız, saplatmaç diye bir oyun vardı. Çelik çomak, misket ve daha pek çok oyun. Hayal gücümüzü geri kazanmadıkça, kapitalizmin bu can sıkıntısı bataklığından kurtulamayacağız.
Fenichel’in neredeyse yüzyıl önce tanımladığı mekanizma, bugün tekno-kapitalist kültürde daha da keskin bir hal aldı. Sıkıntı artık bir durgunluk anı değil; üretim, temsil ve hayal kurma kapasitesinin dışsallaştırılmasıyla ortaya çıkan sürekli bir içsel boşluk. Ve bu boşluk, tam da hayal kurmanın askıya alınmasıyla mümkün hale geliyor.




