ABD de Anayasasını değiştiriyor, hem de bizimle aynı tarihlerde, hem de biz yeni bir 12 Eylül Anayasası değişikliğine giderken, ya da henüz değiştirmiyor da, değiştirme hezeyanı ve heyecanı yaşıyor dersem, “Arato’ya da sormuşlardır herhalde” demezsiniz umarım…
Çünkü Amerika’da küçük sol bir entellektüel kesimin dışında bizim canhıraş, Anayasa değişikliklerini sorduğumuz Arato’yu tanıyan yok. Ama bizde maşallahı var Arato’nun. İnşallah’ı cabası. Daha önceki bir yazıda değinmiştim.
Anayasasını değiştirmek için derin bir kavga içine girmiş olan ABD’nin bir de Anayasa Mahkemesi sorunu var. Aynı bizimki gibi.
Bizimkinden çok farklı bir adli süreçleri olduğunu bilenleriniz vardır, Amerika’nın. Anglo-Sakson usülü denen bu sistemde, yargıç ve savcılar halkın oyuyla seçilirler ve ceza davalarında jüri sistemi ile karar verirler. Bizimki ise Kıta Avrupası yani Napolyon Kodu denilen sistemdir. Atama ve “kadı” hükmü. Ayrıntılara girmenin malumatfuruşluktan öteye bir yararı yok. Konumuz olan Yüksek Mahkeme diye çevirdiğmiz Amerika’nın Suprem Court’u (daha doğrusu Supreme Court’ları, her eyalette bir tane vardır ve bir de Federal olanı vardır, toplam 51 adet), hem bizim Yargıtay’ımızın, hem de Anayasa Mahkemesi’nin yaptığını yapar. Kanunlar ve mahkeme kararları için genel ve en yüksek temyiz mahkemesi diyebiliriz ABD’nin Supreme Court’una. Bu mahkemenin dokuz üyesi vardır ve herbiri ABD Başkanı tarafından ömür boyu, Kongre’nin onayından sonra atanır.
Bu sıralarda, Obama’nın gösterdiği aday olan Bayan Elena Kagan üzerinde derin ayrışmalar yaşanıyor.
Tartışmalardan biri Mahkeme’nin kompozisyonu. Ama bizdeki gibi kimin atadığı ile ilşkili değil, Yüksek Mahkeme yargıçlarının mezuniyetleri ile ilişkili. Üyelerinin beşi Harvard Hukuk Fakültesi mezunu; üçü Yale Hukuk Fakültesi’nden, Elena Kagan ile birlikte Yale’den gelenlerin sayısı dörde çıkıyor, fakat bunlardan biri Colombia’dan mezun oluyor.
Saydığım bu üç okul ABD’nin en seçkin on okulunu kapsayan Ivy League üniversitelerinden. Bu okullardan mezun olmak demek, başlı başına bir seçkinlik göstergesi. Yani, ABD’deki halk demokrasisi, seçkinlerin son kararı verdikleri bir sistem. Hani bizde “söz milletin” teranesi vardır ya, onun tam tersi gibi. Orada oy milletin fakat söz seçkinin. Hoş aynı şey bizim hukuku aldığımız Kıta olan Avrupa’da da, (AğBi’de de) geçerli, orada da hâkim ve savcılar ve yüksek yargıçlar atama ile en iyi okullardan mezun hukukçulardan oluşuyor. Yani, oy veren kim olursa olsun bir demokratik ülkede son söz hep yargıçların oluyor. Osmanlı’da da böyleydi, Kadı hükmü ve Yüksek Yargıç sayılabilecek Şeyhülislam’ın fetva, bu tür seçkinlere özgü haklardandı.
Özetle Anayasanızı değiştirseniz de, değiştirmeseniz de, son söz seçkinlerin. Her yerde ve her zamanda. Bundan kurtuluş yok.
Time dergisi yazarlarından Joel Stein ( 23 Ağustos 2010, Amerikan Baskısı) işin bizim gibi sıradan insanları ilgilendiren kısmı ile ilgili sıradan bir soru soruyor. Siz elinizde olsa, en iyi, en seçkin okuldan mezun cerraha ameliyat olmak istemez misiniz? Bu bizde de böyle, herkes ya Hacettepe, ya Cerrahpaşa, ya da Çapa’da profesör cerrahların peşinde. Ya da en iyi mimar veya mühendis’in yaptığı bir evde oturmak istemez misiniz? Ya da bilgisayarınızı en iyi bilen seçkin bir kişinin tamir etmesini mi istersiniz, yoksa halktan sıradan bir kişinin bu işi becerebileceğini mi düşünürsünüz? Joel Stein’a katkı olsun diye, o sormuyor ama Türkiye’ye daha da iyi uyarlayabilmek için şöyle sorabiliriz, en uzaman seçkin bir bilgisayar uzmanı varken; çoğunluktan fazla ücret almadığı için millet çoğunluğunca en popüler ve en sevilen bilgisayarcı olarak bilinen ama sıradan ve işin ehli olmayan bir bilgisayar uzmanını tercih ederseniz, bilgisayarınıza veya aklınıza, bilgisayarınızla yapmak zorunda kaldığınız ekmek kazandığınız işinize gücünüze, ailenize, çoluğunuza çocuğunuza ne olur?
Velhasıl, nasıl günlük hayatımızı kolaylaştıran toplumsallaşmış kullanımlarımızı en uzman seçkinlerin yapmasını istiyorsak, hukuk gibi, günlük hayatı belirleyenleri de belirleyen bir aygıtın ve kurumun üyelerinin seçkin okullardan mezun olması, bir kast sistemi ile çalışması, aralarına, halktan, bilgisiz ve okumamış kişilerin sokulmasını istemeyen bir mekanizma ile çalışmalarını istememiz kadar doğal bir şey olamaz mı?
Diyelim ki, böylesine seçkin ve atanmış bir sisteme sahibiz.
Peki, o zaman ne olur?
Bu kast, sistemi kendilerine yontar hale gelmez mi?
Ya da, halkın istediklerinin dışında, onlara rağmen ve bazı temel konularda çıkarsal işler yapmazlar mı? Ya da politize olmazlar mı? Kendi kendilerini seçen bir kısır döngüden medet ummazlar mı?
Bu işin önemli bir kısmı zannedildiği ve bu günkü anayasal referandum sürecinde bize ısıtıla ısıtıla sunulduğu halde, hiç de asıl ve esas mesele değildir.
Yani, yargıda bir kast sisteminin olup olmaması değil, seçkin bir tarzda atanmış olup olmamaları değil, halka rağmen çalışıyor olup olmamaları değil, içinde yaşanılan düzenin ne olduğudur, mesele.
Manşetin hemen sol altında ise şu ifadeler var: “Eyalet Yüksek Mahkemesi’nin resmi olarak partizan (taraflı veya siyasal) olmadığı söylenir ama bu, günden güne fazlalaşarak, tek olmadığı şeydir.” Demek ki, siyasete bulaştı diye suçladığımız yargının siyasete bulaşmışlığı, örnek diye aldığımız neo-liberal kalesi Batı demokrasilerinde çok güncel olarak varit. Gerisini siz düşünün artık.
Sorgulanması gereken demek ki, işin mekanizması değil, işin özüdür. Yargının siyasal olup olmaması değil, zaten her yerde ve her zaman öyledir, niteliği ve adiliyetidir. Bu yasama ve yürütme için de geçerlidir.
Che Guavera’nın güzel bir sözü var her şeyi açıklayan:
Diyor ki, “Aç çocuklara yardım eder, onları doyurursam, bana hayırsever iyi bir yurttaş diyorlar; ama aç çocukların neden aç olduklarını sorgularsam, bana komünist diyorlar.”
İşin nedenini sormamız gerekiyor.
Yargıç seçimlerini milletin seçilmişlerine verirsem mesele hal olur, beni de demokrasi kahramanı yaparlar demektense, sistem neden böyledir, acaba milletin seçilmişlerinin seçtiği şey, seçkin ve hikmetli olacak mı, kime hizmet edecek sorularına cevap hazırlamamız gerekiyor. Yoksa, kimin seçtiği ne fark eder, bu mülkiyetçi, eşitsizlikçi ve adalet olmayan düzende, düzenin hukuk normlarına göre karar verecekse, seçilen yargıçlar.
Seçkinci bir hikmetten kaçış yok; dünyanın en eşitlikçi sistemini de kursanız, bir seçkincilik yer alacak o sistemde. Adalet ancak her bireye eşit olarak davranılan yerde, bilgili ve seçkin bir analizin sonucunda oluşabilir de, o nedenle. “Kâdi”, Allah’ın isimlerinden biridir; hikmet ve adaletle hükmeden demektir. Kâdr kökünden gelen Kadı, güç sahibi de demektir. Yani, seçkin bir adaletli kişi anlamınadır. Hiç bir zaman seçilmez, atanır.
Mesele de budur.
Kim seçmiş, nasıl seçmiş önemsiz.
Kimi seçmiş, önemli.
Seçkin, hikmet sahibi, bilgili ve adil. Neredeyse Tanrısal bir güce sahip. Onun yerine karar veren… Cüzi iradenin, toplumsal olarak kül haline gelmiş olanı.
Bizim yeni bir 12 Eylül Anayasası’nın iki konusu var: Birincisi Anayasa’nın daha özgürlükçü ve hukuk devletinden yana olarak değiştirildiği iddiası; ikincisi de Anayasa Mahkemesi’nin (ve HSYK’nın) kompozisyonu-üyelerinin güçlerini aldıkları siyasal kurumların dağılımı. İkincisini yukarıda anlatmaya çalıştım, biraz da tersinden giderek.
Şimdi konumuzun birincisine gelelim.
Anayasalar değişir. Ama nasıl ve kimin için?
Yeni bir tanesinin birden bire yapılacağı gibi, eskilerine de zeyl’ler (ammendment’lar) koyarak düzenlemek mümkündür.
ABD Anayasası ikinci türden değiştirilen, daha doğrusu ilk 24 maddesine (yapısı biraz farklıdır; 1786-87’de kabul edilen bir Dibaçe-Preamble, 7 madde ve bunların içinde 24 kısım ve günümüzde 27 zeyl’den (ammendment) oluşur; Zeyl’lerin ilk onu, “Bill of Rights” denilen Haklar Kanunu’dur ve esas metne 1791’de eklenmiştir; en son ek 1992 tarihlidir.) yapılan eklerle güncel hale getirilen bir kuruluş yasasıdır. Bir başka deyişle, kuruluşun 1786’dan bu yana özü aynı kalır, güncellikler eklenir. Amerika’nın kuruluş esası ise kuruluşundan başlayarak neredeyse 1870’e (ki, bu tarih İç Savaş sonrasındaki oy vermede ırk, renk, önceki kölelik statüleri arasındaki ayırımı kaldıran 15. Zeyl’in tarihidir) kadar süren 100 yıllık bir süreci kapsar.
Bugünlerde ise ilginç bir durum ortaya çıkmıştır. Amerikan Anayasa tarihinde ilk kez, kuruluşun özüne ilişkin temel bir ilke değiştirilmek istenmektedir. 1868’de eklenen Yurttaşlık Hakları’nı düzenleyen 14. Zeyl’in ilk kısmıdır bu esas. [14. Zeyl’in ilk kısmı şudur: Amendment 14 – Citizenship Rights. Ratified 7/9/1868. Note History : 1. All persons born or naturalized in the United States, and subject to the jurisdiction thereof, are citizens of the United States and of the State wherein they reside. No State shall make or enforce any law which shall abridge the privileges or immunities of citizens of the United States; nor shall any State deprive any person of life, liberty, or property, without due process of law; nor deny to any person within its jurisdiction the equal protection of the laws.”]
Bu madde özetle şöyle der: “Birleşik Devletler’inde doğan veya doğallaştırılan her kişi, onun hukuku içine girer ve bu nedenle Birleşik Devlet’inin veya onu oluşturan içinde yaşadığı Devlet’in (Eyaletin) yurttaşıdır. Hiç bir eyalet, Birleşik Devletler’in yurttaşının imtiyazlarını veya dokunulmazlıklarını kısıtlayan kanun yapamaz; hiç bir eyalet, Amerikan yurttaşının, kanunların uygulanması dışında, hayatından, serbestliğinden veya mülkiyetinden yoksun kılamaz veya kendi hukuku altında yaşayan kişinin kanunların eşit korumasından mahrum bırakamaz.”
İşte bu maddenin, “doğum ile kazanılan yurttaşlık” ilkesi değiştirilmek istenmektedir.
Bilindiği gibi özellikle Texas Eyaleti’nde gerçekleşen (bizim elit-sosyetik Türklerin de oldukça yoğun başvurduğu bir yöntem olan) doğuma üç-beş ay kala legal veya illegal olarak ABD’ye gelip orada bir hastanede doğum yapanların çocukları, yukarıdaki 14. Zeyl sayesinde Amerikan yurttaşı statüsü kazanmakta ve 18 yaşına geldiklerinde anne ve babalarına ABD’de sürekli oturma izni ve sonrasında da yurttaşlık hakkı kazandırmaktadırlar. Bugünlerde başta Texas gibi Meksika’ya sınırı olan tüm eyaletlerin en temel sorunlarından biri olan Hispanik (Latin Amerika kökenli) göçmenlerin legal veya illegal olarak Amerika’yı kuşatması sonucunda oluşan bu gelişme, zamanla, bazı temel Güney eyaletlerinde seçmenlerin büyük bir çoğunluğunun Hispanik kökenli olmasını sağlayacaktır.
İşte Amerika’yı, Avrupalı göçmenlerin oluşturduğu devasa bir erime kazanı (melting pot) yapan ve bugünkü liberalizmini borçlu olduğu temel bir hukuk ilkesi bugünlerde ABD’yi bir Latin Amerika kolonisi yapmak için zemin hazırlığı olarak nitelendirilmektedir. California, Arizona, Texas ve Florida eyaletlerinde toplam Hispanik nüfus % 50 sınırına dayanmıştır. “Anchor Babies” olarak da adlandırılan doğum ile Amerikan yurttaşlığı hakkı kazanan nüfus ise bu eyaletlerde neredeyse % 20’lere varmıştır; tüm Amerika’da 4 milyon civarındadır.
İşte bu tehlike karşısında, Amerika politikasının Cumhuriyetçi kanadı 14. Zeyl’i değiştirip, yerine Avrupa örneğinde olduğu gibi, Amerikan yurttaşı olabilmenin kıstasının ana veya babanın birinin Amerikan yurttaşı olma zorunluluğu yapmaya çalışmaktadır.
14. Zeyl’in garip ve ironik bir öyküsü vardır ve bu öykü ile bugünkü Amerika’yı kuran belki de en temel Anayasa maddelerinden biridir.
Kuzey-Güney eyaletlerinin çatışmasının yaşandığı İç Savaş sonrasında ABD’de, ortaya garip bir durum çıkmıştır. Dört milyon esir de dahil olmak üzere, en fazla Amerikan vatandaşı öldürerek yenilen taraf da, tarihin garip bir cilvesi olarak yabancılar değil, öz be öz Amerikan vatandaşlarıdır. Bunlar Anayasa’ya göre vatanlarına toptan ihanet etmişlerdir. Fakat savaş sonrasında cezalandırılmaları, hem Amerika’yı zaafa sürükleyecek, hem de yeni bir iç savaşa neden olacaktır. Ancak, Anayasa da kapı gibi ortadadır: ABD’ye ihanet eden yurttaşlar, yurttaşlık haklarını kaybederler ve ölümle cazalandırılırlar. Bu dramatik ve ironik sorunda ara yol savaştan üç yıl kadar sonra bulunmuş ve Anayasa’ya 1868’de bir madde eklenerek (14. Zeyl) tüm Amerikan topraklarında doğan kişilerin Amerikan vatandaşı sayılmaları sağlanmıştır. Yukarıda yer verdiğim bu maddenin ilk cümlesi sonrasındaki cümleler de, bu yurttaşlığın daha sonradan herhangi bir eyalet tarafından değiştirilmesini önlemek için yazılmıştır.
İç Savaş sonrasında Amerika’ya ihanet eden Amerikalıların yurttaşlık haklarının yitirmemeleri için konulan bu anayasal kural, şimdi, özellikle Latin Amerika kökenli yabancı kişilerin legal veya illegal olarak Amerika’yı işgal etmeleri için uzun erimli ama etkin bir yol olarak başvurulan bir yönteme dönüşmüştür.
İç Savaş sonrasında Amerika’yı bugünkü halinde biçimlendiren, kendisi de bir Cumhuriyetçi olan Lincoln’ün çocukları şimdi kendi kurucu babalarının açtığı yolu tıkamaya çalışmaktadırlar.
Bakalım oradaki anayasal macera nasıl gelişecek. Ama kesin bir gerçek var ki, orada bu anayasal değişikliği yapmaya çalışanların hiç birinin aklına bu işi Andrew Arato’ya sormak gelmeyecek.
Anayasalar canlı varlıklardır.
Tarihin dramatik öykülerinden ilham alırlar, geleceği biçimlendirirler.
Kuruluş yasası olanları, kendi çözümlerini kendileri yaratırlar, bilgece ve akıllıca. Bizim gibi tepkisel metinler olarak kaleme alınanlar ise çatışma doğurmaktan başka işe yaramazlar.
Bu nedenle tepkisel bir referanduma, tepkisel olarak hazırlanmış bir Anayasa’yı değiştirmek için giden bir ülkenin yurttaşları olarak, hepinize hayırlı bir referandum diliyorum.
Türkiye’nin gündemi, belki de ilk kez Amerika’nın gündemi ile örtüşüyor: Terör tehlikesi, Anayasa Mahkemesi’nin üye dağılımı ve Anayasa değişikliği.
Gelecek büyük ihtimalle, merkez emperyalist ülkede çatışmasız halledilecek, bizim gibi kenarda köşede kalan ve horoz gibi “tavuklarıma egemen olarak ben buradayım, artık sıfır sorun yaşamak istiyorum” diye ötüp duran bir ülkede ise çatışma ve bölünme kaçınılmaz olacaktır.
Sonumuzu yeni bir 12 Eylül Anayasası ile hazırlayacak olan referandum hayırlı olsun.