I.Kur’ân’da Allâh
- Allâh’ın Arzı ve Devesi
“Ey kavmim! Allâh’ın şu dişi devesi size bir işâret, belge ve delildir. Bu nedenle Allâh’ın arazisinde otlamasına karışmayın, ona bir kötülüğünüz dokunmasın. Yoksa umutları alıp götüren ve insanı kahreden bir iç yanmasına uğrar; doyumsuzluğa, uyku özlemine, ağız tadını kaybetmeye, acı hissetmeye, bunalıma girmeye, dayak yemiş gibi olmaya başlarsınız; tüm keyfiniz kaçar, hayattan tat alamazsınız.”[1] âyetinde Allâh’ın devesi ve Allâh’ın arazisi tamlamaları geçmektedir. Ali’nin arazisi derken Ali’ye ait olan özel bir alandan bahsetmiş oluruz. Arsanın Ali’ye ait olduğunu gösteren bir tapu olur. Allâh’ın arazisi denince arsanın Allâh’a ait olduğunu gösteren bir tapu görmeyiz. Üstelik Allâh’ın bir arsayla ne işi olur? Bir yerin Allâh’a ait olması, oranın kimseye âit olmaması demektir. Kamu malı, hazîne arazisi, devlet mülkü, sadece toplum yararına kullanılan yer olması demektir. Allâh’ın arazisi tamlamasındaki Allâh toplum, halk, kamu demektir.
Allâh’ın dişi devesi de benzer bir tamlamadır. Çünkü deve Allâh’a ait ise kimsenin özel devesi değildir, devletin malı bir devedir ve sadece kamu hizmetleri için kullanım izni olan bir devedir. Ayrıca deve Araplarda taşıma gücü, eti, sütü, yolculuk aracı ve dayanıklılığı nedeniyle çok değerli bir hayvandır. Kişinin ne kadar çok devesi varsa o kadar zengindir. Hele kızıl devesi olan çok daha zengindir. Bu nedenle Araplarda deve mülkiyet ve zenginlik sembolüdür. Allâh’ın devesi kamu hazînesi, devlet hazînesi, toplumun zenginliği, halkın malları anlamına gelir.
Allâh’ın devesinin Allâh’ın arazisinde serbestçe dolaşması, topluma ait zenginlik, servet ve mülkiyetin topluma ait alanlarda kimsenin çalıp çırpmasına izin vermeden kullanılmasıdır. Eğer toplum mülkiyeti, kamu malı, halkın zenginliği torpil, yandaşlık, particilik, mezhepçilik, dernekçilik, akrabacılık, bölgecilik ve kavmiyetçilik gibi nedenlerle birilerine peşkeş çekilirse[2] hem bu işe neden olanların hem de malı talan edilen halkın yaşam zevki kaçar, barış düzeni bozulur. Devlet malını kaçıranlar bir gün hesap sorulmasından, malı çalınan halk mülkiyetine ulaşamamaktan dolayı acı çeker veya bunalıma girer.
- Allâh’ın Yolu
Sebîli’l-lâh, Kur’an’da birden çok anlamda kullanılır. Bunlardan biri cihattır. Ancak cihât ile kıtal birbirine karıştırılmamalıdır. Kıtal, doğrudan öldürme veya savaşarak öldürmedir. Arapçada üzüntü ve sıkıntı veren şeye cehd, tüm kuvvet ve dayanma gücünü sonuna kadar kullanıp zorluk ve zahmete katlanmaya, mal ve can ile ortaya konan her türlü çabaya; savaş dışında kalan her türlü değer ve eylem ortaya koymaya cihâd denir. Kur’an bu mücâdele yöntemine Allâh yolu (sebîli’l-lâh) demektedir.[3] Cihâdın sonunda ortaya çıkmış değer ve üretime ibâdet, değer üretmek için yeteneklerin son noktasına kadar kullanıldığı yere mâbet denir. Mâbet, gelenekçilerin saçmaladıkları gibi tapınakları tanımlayan bir ad değildir. Sanâyî sitesi, fabrika, okul, kurs gibi eğitim yapılan ve insanların üretim yapmasına olanak sağlayan yerler birer mâbettir. Peygamber’in Medîne’deki mescidi bir tapınak değil, bir mâbetti.
Kur’an’da değerler için mücâdele verirken öldürülmek Allâh yolu diye nitelenir.[4] Barış (İslâm), güven (iman), elindeki fazlalıkları ihtiyaç sahipleriyle paylaşma (zekât, infâk, ‘afv), özgürlük (tahrîr), kölelik karşıtlığı (fekk-u ragabe), yakınlaşma (kurb), dayanışmayı ayağa kaldırma (egîmu’s-salât), barış yurdu kurma (dâru’s-selâm), açlıkla mücâdele etme (savm), eşitlikçi bir dünya için çabalama (hac, tavaf), temel insan haklarını koruyan hukuk düzeni kurma (millet) ve insanları birleştiren üst kimlik temelinde kapsayıcı üst değer yaratma (ümmet) amacıyla koştururken öldürülmek Allâh yolunda olmaktır.
Temsil ettiğimiz değerleri boğmaya gelenleri çiçeklerle karşılamayacağız, onlara elbette anladıkları dilde yanıt vereceğiz. Değerlerimiz için yürüttüğümüz savunma savaşımız da Allâh yoludur.[5] Kur’an, bizi öldürmek için silahlanmış ve bizi öldürmeye gelenlere karşı savunmayı Allâh yolu olarak belirtir. Bizler kendimizi düşmana karşı savunurken düşmanımız gibi taşkınlık yapmayız, onların ölülerinin organlarını kesmeyiz, teslim olanlarına işkence etmeyiz, onurlarını kırmayız, karşımızdakinin insan olduğunu unutmayız, bilgisizlik ve hırs kurbanları olduklarını hatırdan çıkarmayız; merhamet ve adâletin yoldaşları olduğumuzu biliriz.[6]
İnfâk etmek Kur’ân’da Allâh yolu olarak gösterilir.[7] İnfâk, bir malı kendi mülkiyetinden çıkarmaktır. İnfâk elindeki malla birilerinin açığını kapatmak, insanların eksiğini tamamlamak, delik tıkamak; kendisinde olup da ihtiyaç sahibinde olmayan şeyi hiçbir karşılık beklemeden paylaşmaktır. Zekât, sadaka, fıtr ve hayır infâk türleridir. İnfâkla aynı kökten gelen nafaka “harcayarak bitirilen şey” demektir. Nafakalandırma harcama yaparak delik tıkama, açık kapatma, eksiği giderme; ihtiyaç sahibiyle gerekli olan bir şeyi karşılıksız biçimde paylaşmaktır. Pazarı çok hareketli ve satışı bol olan topluma nefega’l-gavm(u) denir. “Dirhemleri bitirdim.” derken nefigati’d-derâhim(u) denir. Kur’ân’ın istediği infâk, ekonomik bir düzendir, bir koyup yüz kazanma sistemidir;[8] geleneksel bir sadaka kültürü değildir.
Kur’ân, barış ortamı hazırlayan hac mevsimini, barış ayı fikrini ve barış ayında silahlara vedâ etmeyi Allâh yolu olarak gösterir;[9] hicreti de Allâh yolu içine katar.[10] Zulüm beldesini, adâletsiz vatanı, eşitlik ve özgürlük düşmanı yurdu, paylaşımdan uzak diyârı, dayanışmayı yerde sürüyen karyeyi, hukûku yok sayan memleketi âdil, eşit, özgür, paylaşımcı, dayanışmacı ve barışçı bir yaşam kurma amacıyla terk etmeye hicret denir. İbrâhîm, Mûsâ, İsâ ve Muhammed başta olmak üzere pek çok peygamber vatanını terk etmek zorunda kalmış, yeni yurtlar edinmiştir.
Kur’ân, eğilip bükülmemeyi, düşüncesinde yamulmamayı, fikrinde dik durmayı, sözünün arkasında olmayı Allâh yolunda olmak diye niteler.[11] Kur’ân, Allâh yolundan döndürülmek istenilen kişilerde ivece’nin görülmesini arzulayanların bulunduğunu söyler. İvece, dik duran bir şeyin bükülmesi, eğilmek, düşüncede yamukluk, fikirlerde eğilip bükülme, dik duramama gibi hallerdir. Bir kimsenin düşüncesinin arkasında dimdik durması; makam, güç ve saltanat sahipleri karşısında yamulmaması; ortama göre konuşmaması, adamına göre davranmaması, beklentilere göre söz söylememesi o kişinin Allâh yolunda olup olmamasının testidir.
Allâh yolu, tâğut yolunda savaşan şeytan evliyâsına karşı verilen cevaptır.[12] Tâğut Cahiliye Döneminde Kâbe etrafında putların bulunduğu alana denirdi; puthâne demektir. Kur’ân’da tâğût[13] putlaştırıcı her türlü bakış açısını kasteder. Tâğûta tapmak putların temsil ettiği ideolojiye göre davranışlar sergilemek ve üretimler yapmaktır. Toplumda öfke, nefret, kin, düşmanlık, sınıflaşma, ayrıcalıklı yaşam, torpil ve bölücülük yayanlar Kur’an’ın dilinde şeytan evliyâsıdır. Çünkü bunlar Kur’ân’ın inşâ etmek istediği tüm barış değerlerine düşmandır. Şeytan evliyâsı ile Allâh yolunun evliyâsının[14] mücâdelesi bitmez.
Allâh evliyâsı deyince Nakşî, Kâdirî, Mevlevî, Rufâî, Şâzelî, Halvetî tarîkât şeyhleri ve müritleri gibiler anlaşılmasın. Evliyâ, “velîler, yakın duranlar, yardım edenler, yol gösterenler, koruyup kollayanlar, aydınlatanlar, dostu için iyilik yapmayı sevenler, kişinin ihtiyacını hak ettiği biçimde verenler” demektir. Birinin velîsi veya evliyâsı olmak mekân, hısımlık, dîn ve dostluk yönlerinden yakınlık kurmak; başkasının sorumluluk ve işini üstlenmektir. Evliyâ ile aynı kökten gelen velâyet, yardım etmek; vâli, yardım eden; vilâyet bir işi üstlenme demektir. Kur’an’ın evliyâsı tatminsizlik yaşamayan, huzursuzluk hissetmeyen, kötü bir şeyin olmasından korkmayan, geleceğe dair güvensizlik ve tedirginlik içinde olmayan;[15] yaşadığı olumsuzluklar karşısında yumuşaklığı ve sağduyusunu kaybetmeyen,[16] Kur’an değerlerine hem güvenen hem de bu güvenin yolunda yoldaşlık eden, topluma karşı görev ve sorumluluğunun bilincinde olan kişidir. Klasik dilde söylersek iman ve takvâ sahibi olup[17] havf ve hüzünden uzak duran kimsedir. Geleneğin saptırdığı gibi geceleri namaz kılıp gündüzleri oruç tutan, az konuşup az yiyen, sürekli Kur’an’ın Arapçasını okuyup zikir çeken; cüppe, sakal, sarık ve tespih dörtlüsü olan; “Allâh râzı olsun, mübârek; maşallah, inşallah” gibi sözlerle konuşan tip değildir.
“Kişinin sözünde sâdık olduğunu ispat etmek için bağışladığı mal, kamu yönetiminin hem yoksullara harcamak hem de toplu yaşamın ihtiyaçlarında kullanmak üzere varlıklılardan aldığı her türlü vergi kalemi, zenginin yoksula yakınlaşması ve sınıf farkının azalması için zengin tarafından verilen mal ve para ‘birikmiş serveti ve eline geçen kazancı olmadığından zorunlu ihtiyacını karşılayamayanlara, işsiz olduğu için zorunlu ihtiyaçlarını temin edemeyenlere; bir işte ücretli çalışmasına rağmen acınacak durumda olanlara, zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamayan ve hiçbir mal varlığı bulunmayanlara; kazarak, yontarak iş üreten emekçilere; düşmanlığını azaltıp kalbi yumuşatılacaklara; özgürlüğü zorla elinden alınmış olan elleri kelepçeli, ayağı prangalı, gözetim altında tutulan ve özgürlüğü çalınmış olanlara; temel ve zorunlu ihtiyacını karşılayabilmek için borçlananlara, gırtlağına kadar borca batanlara; adâlet ve özgürlük aramak için zulüm ülkesinden göç edenlere, ihtiyaç sahiplerinin açıklarını kapatanlara; barış, kardeşlik, güven, paylaşım, dayanışma ve özgürlük mücâdelesi verenlere; düşmanlıkları kaldıranlara; kendisini öldürmeye gelenlere karşı savunma yapanlara, evrensel insanlık değerleri için mücâdele verirken öldürülenlere, savunduğu düşüncenin arkasında dimdik duranlara; makam, güç ve saltanat sahipleri karşısında yamulmayanlara; ortama göre konuşmayanlara, adamına göre davranmayanlara, beklentilere göre söz söylemeyenlere; öfke, nefret, kin, düşmanlık, sınıflaşma, ayrıcalıklı yaşam, torpil ve bölücülük üreten düzenle savaşanlara;[18] yolu kesilenlere, yolda kalanlara, yoluna taş konanlara’ verilir. Bu açıklamalar vicdân, akıl ve sağduyunun vazgeçilmez hükümleri ve zorunlu kararlarıdır. Bu kesin kararlar hakkında hiçbir kuşkunuz olmasın. Çünkü vicdân ve sağduyu ile kuşatılmış bir akıl, kapsamlı bir geçerlilik içinde düşünür; baskı, dayatma, karartma ve karmaşaya engel olan yasa, ilke, haber ve bilgiye sahip olur; olayların arka plânı ve ötesini kavrama yeteneğine ulaşır, anlayışı derin, algısı yüksek olur; hırs, yanlış ve sorumsuzluğu engelleme yeteneğine ulaşır.”[19] âyetinde sadaka, fakîr, miskîn, âmil, müellefe-yi kulûb, rigâb, gârim, sebîli’l-lâh ve ibn-i sebîl kelimeleri geçmektedir. Bunların herbirinin anlamını açarak tercüme yaptım. Bu âyette geçen sebîli’l-lâh “hicret, infâk, cihat; barış yolu açan hac mevsimi, silahları susturma, düşmanlıkları kaldırma; bizi öldürmeye gelenlere karşı savunma yapma, değerler için mücâdele verirken öldürülme; savunduğu düşüncenin arkasında dimdik durma; makam, güç ve saltanat sahipleri karşısında yamulmama; ortama göre konuşmama, adamına göre davranmama, beklentilere göre söz söylememe; öfke, nefret, kin, düşmanlık, sınıflaşma, ayrıcalıklı yaşam, torpil ve bölücülük üreten düzenle savaşma” anlamlarına gelir. Şimdi “Tüm bunların arasında Allâh nerde?” dersek Allâh’ı hiçbir yerde göremeyiz. Çünkü göç, cihât ve infâk eden; savaşı kesen, barış yapan, savunmaya geçen, düşüncesinin arkasında duran, sınıflaşma ve torpile karşı mücâdele eden hep insandır ve tüm insanlığı kapsayan evrensel insanlık yoludur.
Bu durumda Allâh yolu tamlamasıyla evrensel insanlık etiği, insanlığın ortak değerleri kastedilir. Allâh ile de yukarıdaki sonuçları doğuran vicdân, sağduyu, evrensel akıl ve bunlarla donanmış insanlar kastedilir.
devam edecek…
___________________________________________________
[1] Hûd, 64/Ve yâ gavmi hâzi-hi nâgatu’l-lâhi le-kum âyeten fe-zerû-hâ te’kul fî arzi’l-lâhi ve lâ-temessû-hâ bi-sûin feye’huze-kum ‘azâbun garîb(un)
[2] Peşkeş çekmek: Birinin malını izinsiz ve rıza almadan bir başkasına bağışlamak. Verilmemesi gereken bir şeyi keyfine göre birilerine vermek.
[3] Ankebût, 69.
[4] Bakara, 154.
[5] Bakara, 244.
[6] Bakara, 190.
[7] Bakara, 195.
[8] Bakara, 261
[9] Bakara, 217.
[10] Bakara, 218.
[11] Hûd, 19.
[12] Nisâ, 76.
[13] Nisâ, 76/Sebîli’t-tâğût.
[14] Yunus, 62.
[15] Havf
[16] Yunus, 62.
[17] Yunus, 63.
[18] Sebîli’l-lâh
[19] Tövbe, 60.