- GİRİŞ
Kur’an’da üzerinde çok durulmuş olan zulüm ve zâlim sözcüklerinin anlamlarını bilmeden âyetleri açıklamaya kalkmak eksik kalır. Ayrıca zâlim ve zulüm kelimelerini siyasî mezheplerin[1] diliyle anlamaya kalkmak anlamı daha da çıkmaza sokar. Çünkü onlar kendi mezhepsel düşüncesini kabul etmeyen herkesi kâfir, fâsık ve münâfık ilan etmekten çekinmezler. Kendi namaz kılma biçimine uymayanların namazını, kendi mezheplerinden olmayan yetkililerin kıydığı nikâhı bile kabul etmezler. Onlar kendilerinden olmayan birinin yöneticiliğini İslam’a aykırı yönetim sayarlar. Varsa yoksa kendi mezhepleridir. Cemaat, tarîkât ve resmî dînîn kurumları bu mezheplerin ayakçılarıdır.
Halîfelik ve saltanat düzeni Sünniliğin, manevi karizma sahibi Ehl-i Beyt imamları da Şiiliğin devlet felsefesinde temel teşkil eder. Sünniler halîfesiz, Şiiler imamsız yapamaz.[2] Pâdişah ve halîfe veya imam yoksa onlara göre devlet din dışı, devlet düzeni şeytan işi ve devlet kuralları İslâm düşmanıdır.
Şiilik ve Sünnilik, devlet anlayışını Kur’an’dan almaz. Her ikisi de tarihsel tecrübeleri, kendi tarihlerindeki yaşanmışlıkları, kendi siyasal çatışmalarını ve kendi fıkıh (hukuk) içtihatlarını (kararlarını) İslam’ın bizzat kendisi ve Kur’an’ın doğru uygulaması kabul ederler.
Siyasal mezheplerin her ikisi de “Al birini; vur ötekine.” türünden hareketlerdir. Bu nedenle Kur’an’ın yönetim ilkelerini özetlerken mezheplerin tercüme dayatmasından uzak düşen, mezhepçiliği reddeden ve doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alan yönetim anlayışını yansıtmak geç kalmış çalışmalardandır. Hiçbir mezhepçi “yönetim fıkhı” İslam’ın ana malı olamaz, Kur’an’ın mülkiyetini eline geçiremez ve Hz. Muhammed’i tapulayamaz.
Emevilerin ilk kralı Muâviye’den Osmanlının son kralı Vahdettin’e kadar devam eden saltanat tarihi sürecinde pekçok zâlimlik ve zulümler sergilenmiştir. Kralların[3] yönetim biçimleri Kur’an ölçütlerinden geçirilmezse âdil kimseler olduğu yanlışına düşülür. Hatta onların tek adamcı, mezhepçi, yandaşçı, kutsal devletçi, baskıcı yönetim biçimlerini İslam’ın yönetim anlayışı olarak sunmak Kur’an ve Peygamber pratiğine karşı en büyük yalandır. Bu yalanı İslam adına propaganda edip cumhuriyet ve demokrasi yönetimini İslam dışı ilan etmek akla isyan etmektir.
Baskıcı saltanat ve hilâfet düzenlerini özgürlükçü demokrasilere tercih etmek önyargıdan başka bir şey değildir. Zaten mezhepçi muhafazakârlar arasında “Nerede yaşamak istersin?” diye bir anket yapsak, hiçbiri “Pakistan, Afganistan, İran, Irak, Mısır, Fas, Tunus, Cezâyir, Suudi Arabistan” demeyecektir. Ama ezici çoğunluk özgürlük ve demokrasinin yurdu olan “Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, İsveç, Avusturya, Norveç, Finlandiya, Danimarka, Japonya, Avustralya, Kanada, Amerika, Yeni Zelanda” diyeceklerdir. Yani krallık ve şeriatın uygulandığı, kutsal toprakların(!) olduğu yurtları değil de sözde kâfirlerin(!) vatanlarında yaşamak isteyeceklerdir. İşte bu durum kendi ürettikleri ve putlaştırdıkları mezhepçi İslam’ı karınları acıkınca yemeleridir.
Sünnî ve Şiilerin İslam yönetimi dedikleri yönetim biçimi Kur’an teorisi ve Peygamber pratiği değil, kendi mezhepsel kabulleri ve tarihsel deneyimlerdir. Mezhepçi batakhaneciler, hem İslam deyip hem de mezheplerine uymayan farklı İslam yorumlarını taahhütlü biçimde cehenneme postalamasıyla iç çelişkilerini gizlemeye çalışmaktadır. Kur’an’ı bu karanlık zihniyetin elinden kurtarma vakti gelmiştir. Çünkü mezhepçi ekoller Müslümanları on üç asırdır sömürmektedir. Bunlar her dönemde devlet kuvvetlerine yaslanarak vicdan ve ilim sahiplerini yok ettiler. Tarihin değişmesi, resmî hurafecilerin yenilmesi, tarîkât putçularının kaybetmesi, mezhepçilerin karşısına eşit koşullarda çıkılması gerekir.
Tarih; “özgürlük, bilim, adalet, eşitlik, analiz, Kur’an” diyen eleştirel ve tarihselci zihniyeti küllerinden doğurmak zorunda, Mûtezile diye adlandırılan Tevhit ve Adâlet ekolünden özür dilemeli; Fârâbî, İbn-i Haldun ve İbn-i Rüşt’ün itibarını iâde etmelidir. Hz. Ömer ile başlayan Ehl-i Rey’in hakkı verilmeli, İmam A’zam’ın siyaset felsefesi diriltilmelidir. Yoksa Müslümanların başına kökleri on üç asra dayanan mezhepçi, tarîkatçı, saltanatçı, imamcı, biatçı, vakıfçı, dernekçi, kulüpçü, sendikacı, kültür evci ve itaatçı köhnemiş anlayışlar geleceğimizi ipotek altına alır. Geçmiştekiler bu konuda yetersiz kalmış olabilirler, ancak biz kendi geleceğimizi batakhane bekçilerine teslim edemeyiz. Birinci vazifemiz, mezhepçi batakhaneyi kurutmaktır.
Zulüm “karartma, psikolojik ve zihinsel baskı ile gerçekleri örtme, zorbalıkla sağduyu seslerini susturma” anlamlarına gelir. Bu eylemi yapana zâlim denir. Zâlim tipinin en somut göstergelerini Kur’an’dan hareketle şöyle sıralayabiliriz:
- Gerçekleri karanlığa boğan
- Baskı düzeni kuran
- Dayatmacı politika izleyen
- Aydınlanmadan korkan
- Aydınlığı baskı yoluyla karatmaya çalışan
- Gerçeği baskı ve dayatmalarla karanlığa gömen
- Dayatma ve baskıyla gerçek bilginin öğrenilmesini engelleyen
- Doğal yaşam gerçeklerini baskı ve zorbalıkla sindiren
- Gerçekleri zorbalıkla karartan
- Nankörün baskıcı ve saldırgan tipi
- KUR’AN’DA YÖNETİM
B.1. وَلَا تُخَاطِبْن۪ي فِي الَّذ۪ينَ ظَلَمُواۚ [4] “Ey Nuh! Gerçeğin ortaya çıkmasını baskı, dayatma ve zorbalıkla engelleyenler hakkında benden bir iyilik bekleme.” ayeti Nuh peygamberin siyaset, hukuk, mafya ve kolluk güçleri üzerinden baskı yaparak, dayatarak, zorlayarak gerçekleri gizleyen kimseler için Tanrı’dan iyilik ve yardım dilemesini yasaklar. Bu nedenle gerçeğin ortaya çıkmasını baskı, zorbalık ve dayatmalarla engelleyen kişi ve yöneticilere karşı çıkmak; onların hesabına gelecek, onların tezgâhını dolduracak, onlara prim yaptıracak iyilik ve yardımlarda bulunmak yasaklanmıştır.
Zalimin Tanrı’ya inanması, namaz kılıp oruç tutması, Kur’an okuması, hac edip kurban kesmesi, takkeli/sarıkılı olması, karısına başörtüsü taktırması, zikir meclisine katılması ile Tanrı’ya inanmaması, namaz kılmayıp oruç tutmaması, hac ve kurbandan uzak durması, sarık/takke takmaması, karısının başını açtırması, zikir meclisini reddetmesi arasında hiçbir fark yoktur. Kur’an zâlimin kimliğine değil, kişiliği ve eylemlerine bakar. Mazlumun[5] dini sorulmayacağı ve sorgulanmayacağı gibi zâlimin de dini sorulmaz ve sorgulanmaz. “Dindar zâlim iyi, dinsiz zâlim kötü” denilemez.
Zâlimler hiçbir durumda gizlenmez, daima deşifre edilir, kınanır ve topluma tanıtılır. Hz. Muhammed’in amcası, Nuh’un oğlu, İbrahim’in babası ve Lût’un karısını Kur’an “Aman hasımlarımız bu gerçekleri bize karşı kullanmasın, kol kırılsın, yen içinde kalsın. Düşmanlarımızı sevindirmeyelim.” diye gizlemedi; sahabelerin Aişe’ye atılan iftiraya inanmaları ve bunu aralarında dedikoduyla yaymaları Kur’an’da saklanmadı. Kur’an, firavun ve nemrutların zâlimliklerini de o kadar çok nazara verir ki “Adamlar ölmüş gitmiş, ölünün dedikodusunu yapmayın.” diyenleri şaşkına döndürür.
Kur’an’a göre zâlimin kimlik, aidiyet, millet, bölge, renk, makam, temsil gücü, konum ve diline bakılmaksızın karşısında durulur.
B.2. الظَّالِم۪ينَۙ وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِرُسُلِهِمْ لَنُخْرِجَنَّكُمْ مِنْ اَرْضِنَٓا اَوْ لَتَعُودُنَّ ف۪ي مِلَّتِنَاۜ فَاَوْحٰٓى اِلَيْهِمْ رَبُّهُمْ لَنُهْلِكَنَّ [6] “Gerçekler karşısında kulağını tıkamak, gözün kapatmak ve kafasını kuma gömmek isteyenler kendilerine seslenen vicdan elçilerine ‘Sizi ya yurdumuzdan çıkarıp atar, sürgün ederiz ya da siz milli birliğe, milletin inançları ve yaşam biçimine geri dönersiniz.’ dediler. Bu tehditler karşısında vicdan elçilerinin yüreğinde besleyip büyüten ve koruyan Tanrı’dan bir iç ses olarak ‘Gerçekleri baskı, dayatma ve zorbalıkla gizlemeye çalışanların yerlerinde yeller esecek; vicdan elçileri ile dostları gitti diye çok sevdikleri yurtları sel, deprem, hastalık ve göçük gibi doğal felaketlerden kurtulamayacak, kimse yurdunda ölümsüz olmayacak.’ sözleri doğdu.” ayeti kendi görüşlerini dayatan politikalar uygulayan iktidarları zâlim muktedirler[7] olarak niteler. Kur’an zalimlik ölçütü arasına muhalefeti vatan haini ilan etme, vatandaşlıktan çıkarma, vatandan sürme gibi eylemleri dâhil eder. Ayrıca âyet zâlim iktidarların baskıcı politikaları doğal ve haklı göstermek için “milli birlik ve beraberlik, milletin yaşam düzeni” gibi ifadeleri kullandığını belirtilir.
Gerçeklerin ortaya çıkmasından ödü kopan hiçbir zâlim iktidar, dayatmalar, baskılar ve zorluk çıkarmaları “Çıkarlarım, yandaşlarım ve gücümü korumak için yapıyorum.” demez; “Ülkemizin birliği, vatanın kurtuluşu, milletin huzuru için yapıyorum. Muhalefetin her türlüsü ayağıma taş koymaya çalışıyor, milli birliğimizi bozmaya kalkıyor.” der. Kur’an bu ayetiyle tüm çağlardaki zalimlerin savunma dilini deşifre ediyor.
B.3. وَمَنْ يَقُلْ مِنْهُمْ اِنّ۪ٓي اِلٰهٌ مِنْ دُونِه۪ فَذٰلِكَ نَجْز۪يهِ جَهَنَّمَۜ كَذٰلِكَ نَجْزِي الظَّالِم۪ينَ۟ [8] “Gerçekleri baskı, zor ve dayatma ile gizleyenlerden biri ‘Ben kesinlikle Tanrı’yım.’ derse bir gün etrafı ateş çemberiyle sarılır. İnsanlık ve topluma karşı tanrılık yapmaya kalkanlar mutlaka cezalandırılmadır.” âyeti kendini Tanrı gibi gören, insanların kaderleri, yaşam biçimleri, tercihleri ve idealleri üzerinde güç kullanarak değişim ve dönüşüm yapma yetkisinde gören kimselere karşı mücadeleyi öne çıkarır. Yeni çağlarda Tanrılık yapmak “Allah benim, bana tapın, bana şükredin, bana iman edin.” cümlelerini kullanmak değildir; Tanrı gibi davranmak, Tanrı’nın yaptığını yapmak, topluma kader belirlemek, topluma cennet veya cehennem benzeri bir hayat yaşatmak; toplumu ekonomiyle aç veya tok bırakmak, siyasetle bağımlı ve bağımsız yapmak, hukukla özgür veya köle etmektir.
Toplum üzerinde “ilahlık taslamak/Tanrılık gösterisinde bulunmak” demek toplumu susturmayı, toplumu istediği gibi yönetmeyi, başını kaldıranı ezmeyi, muhalif sesi bastırmayı, ağızları kapatmayı, sesleri kesmeyi, nefesleri boğmayı, itirazları cezalandırmayı gerektirir. Zâlim ilah tipi Keloğlan masallarında Şeytâne Sultan üzerinden verilir. Şeytâne Sultan, halkın ağzına konuşmasınlar diye mühür basar.
“İlahlık/Tanrı’dan rol çalma” sadece olumsuzluklarla yürütülemez. İtaati ödüllendirmek, yalakalığı yaymak, sahteliği genişletmek, taraftarları beslemek, yandaşları kayırmak, yiyicileri azdırmak, batakları artırmak, suç ortaklarını çoğaltmak, güveni yok etmek ile devam eder. Kur’an’daki Firavun ayetlerini yan yana dizdiğimizde bu sonuçlar çıkar. O nedenle bir firavun düzeni eleştirlirken sadece tanrılık yapan üzerine odaklanmak bütünü ıskalamaktır. Hâlbuki her firavunun arkasında, her Tanrılık oyununun senaryosında, her zâlimin yanında ve yakınında mutlaka destekçi, propagandacı, yalaka, yiyici, çıkarcı, gazcı, akıl veren, fanatik, ahmak, saplantılı, körü körüne bağlı, durumdan vazife çıkaran, geleceğine yatırım yapan, yandaş, candaş, sırdaş, sahtekâr kişi ve gruplar bulunur.
B.4. وَاِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْاَرْضِۚ وَاِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِف۪ينَ [9] “Firavun yeryüzünde epey büyüklendi, kendine toz kondurmaz oldu, kendini kusursuz gördü, kendini bulunmaz Hint kumaşı saydı. Bunun önemli bir nedeni toplumdan çaldıklarını hesapsızca harcaması, harcarken sınır tanımaması, kimseye hesap vermeden savurması, istediğine istediği kadar savurarak saçmasıdır.” âyeti firavunluğun iki temel niteliğini belirtir: Büyüklenme ve isrâf. Helâl kazancından dengesiz ve gereksiz harcama yapmaya tebzîr denir. Ancak kitabına uydurulmuş, yasaya uygun, kılıfı hazırlanmış yollardan elde edilen kazaçları kimseye hesap vermeden, istediği kadar, sorumsuz ve gereksiz biçimde harcamaya isrâf denir. Bu nedenle müsrif,[10] her şeyden önce nitelikli dolandırıcıdır.
Müsrif için hırsız demek basite kaçar. Çünkü müsrif olmak için kişinin koları sermaye, servet ve mülkiyete ulaşabilmelidir. Ulaştıktan sonra da evrakta sahtecilik, ihaleye fesat karıştırma, yalan vergi beyanı, sahte gelir bildirisi ile mülkiyet talan edilir. Mülkiyetin talan edilmesi, halkın malının ganimet durumuna düşürülmesi isrâfın ilk basamağıdır. Ganimet olarak ele geçirilen mülkiyetin hesap vermeden, sorumsuz, keyfî, sınır tanımaz biçimde harcanması isrâfın ikinci aşamasıdır. İşte bu eylemi onaylayanlara firavun, bu eylemlerin yaşandığu düzene firavun düzeni/Firavunistan denir.
Müslümanlık firavun düzenleriyle savaşmaktır. İbrahim Bâbil’de, Musa Mısır’da, İsa Roma’da, Muhammed Medine’de firavun düzenleriyle siyasal, ekonomik, hukûkî ve askerî çatışmalara girdi. Tıpkı onlar gibi Ebû Zer, İmam A’zam ve Ebû Müslim Horasânî Emevî firavunluğuna; Bogomiller Bizans firavunluğuna, Zencîler ile Karmatîler Abbâsî firavunluğuna başkaldırdı.
B.5. اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلٰٓى اَهْلِهَاۙ وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِۜ [11] “Allâh, emanetleri ehline vermenizi emrediyor. İnsanlar arasında karar/hüküm verirken de adaleti gözeterek karar vermenizi istiyor.” âyeti yönetime saygı duyma, itaat etme, sahip çıkma; yönetimi destekleme ve onu koruma şartını iki kavrama bağlıyor: Emaneti ehline vermek ve adaletle hükmetmek. Bir devlette yönetim adil değilse, hukuk bir grup, parti, hizip, cemaat, tarîkât, kulüp, mezhep, ekol, sendika, sınıf için çalışıyor; onların çıkarları için kararlar alıyor, derin güçlerin koruma kalkanına dönüşüyorsa Kur’an’a göre iktidar güçleri meşrûiyetini kaybeder. Kur’an’a göre insanlar bu iktidar gücüne itaat etmez, bu tip iktidar gücüne başkaldırı hakkı doğar.
Bir iktidar gücünün adaletsizliğine en somut görüntü hak etmeyen, makamın gereğini taşıyamayan, işin adamı olmayan kimseleri ilgili yerlere taşımaktır. Devlet içinde temizlik işçiliğinden en yüksek makama kadar her konuma gelme “işi bilme, işten yeterli ve gerekli oranda anlama; görev ve sorumluluk bilinci taşıma, adil sınav veya eşit koşullarda yarışma” şartlarına bağlıdır. İşte bu koşullarda görev dağıtımı yapmak adaletle hükmetmektir.
Emîn[12] ve âdil (adâletli) bir iktidar olmanın koşulları bireyleri inanç, parti, tarikat, mezhep, grup, millet, kavim, sınıf, bölge, parti, sendika, sınıf, dil ve renk ayrımı yapmadan hak edeni hak ettiği makama çıkarmak; kişiyi hak ettiği konuma oturtmaktır. Bunun aksi gelişiyorsa iktidar gücü yasal, hukûkî, vicdânî, insânî niteliğini kaybettiği için ilgili yönetimle her türlü mücadeleye girişilir. Çünkü Kur’an’ın aktardığı peygamberlerin yol ve yöntemi hep böyledir. İbrâhim Nemrut’a, Mûsâ Firavun’a, İsâ Roma imparatoruna, Muhammed Dâru’n-Nedve’ye karşı yalvarmadı, diklendi, ses yükseltti, itiraz etti, kılıç kuşandı ve savaştı. Bu peygamberlerin hepsi kurulu düzenlerin adaletsiz, eşitliksiz, sevgisiz, torpilci, muhalefeti yok edici ve korku yaratan sistemine karşı yoldaşlarıyla birlikte başkaldırdı.
İslâm devrimi, ana vatanında protest bir başkaldırı hareketi olarak doğmuştur. İslam’ı uysal koyuna çeviren, İslam’ın protesto gücünü kıran, İslam’a pasiflik ve mevcut ortamı kabullenme dindarlığı aşılayan zihniyet Emevî düzenbazlığı ile Sünnî (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat) devlet teorisidir.[13]
B.6. يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ لِلّٰهِ شُهَدَٓاءَ بِالْقِسْطِۘ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَاٰنُ قَوْمٍ عَلٰٓى اَلَّا تَعْدِلُواۜ اِعْدِلُوا۠ هُوَ اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ [14] “Ey iman edenler, ey vicdan elçilerinin mesajlarına güvenenler! Eşitliği Allah için ayakta tutanların şehitlerinden biri de siz olun. Karşınıza kin duyduğunuz bir kavimden biri çıksa bile eşitlikçi davranın. Âdil olmak toplum bilinci taşımanın gereğidir, topluma karşı sorumlu davranma bilincini kaybetmekten kaçının.” âyeti takvânın önemini öne çıkarır. Takvânın tanımı “topluma karşı görev ve sorumluluk bilinci içinde olma”dır. Toplum adalet direkleri üzerinde durduğu için adalet sadece yöneticilere, iktidar güçlerine bırakılamaz. Görev ve yetkiler nedeniyle adalet dağıtma sorumluluğu olan makamları adaletli karar verip vermedikleri yönlerinden denetlemeliyiz.
Adaletin olmazsa olmazı eşitliktir. Kur’an adâlet çarkının herkese eşit dağıtıldığına, hiç kimseyi diğerinden ayırmadan hüküm verildiğine dair tanıklık etmemizi istemektedir. Hatta şâhit olmamızı değil, şehît olmamızı istemektedir. Yani hem gözlemleyerek denetleyen hem de kendi yaşamıyla eşitliğe örnek olan biri olmamız istenmektedir.
Kur’an eşitliğe öylesine değer veriyor ki karar verme makamında biri olsak ve karşımıza nefret ettiğimiz, kinle dolu olduğumuz birisi çıksa içimizdeki düşmanlık nedeniyle eşit davranmaktan ayrılamayız. Bu nedenle kararlarında eşit davranmayanın verdiği hükümler geçersiz kabul edilir ve ilgili kararlara başkaldırılır. “Adâlet, mülkün temelidir.” özdeyişi bu nedenle tüm çağların en değerli cümlesidir. Çünkü dinler de yeryüzünde adaleti inşa etmek için konuşurlar. Yani adâlet hem dinin üstündedir hem de dinin toplumsal amacıdır.
B.7.وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُۙ [15] “Gerçeği baskı, dayatma ve zorluk çıkararak gizleyenleri desteklemeyin. Çünkü çıkacak olan isyan ateşi sizi de içine alır.” âyeti gerçeğin düşmanı olan, gerçeklerin halk tarafından bilinmesini baskı yaparak, zorbalık yöntemini kullanarak engelleyen siyasal, ekonomik, hukuksal ve askerî güçlere hiçbir durumda destek olmamayı anlatıyor. Bu nedenle “Zâlimlere oy vermeyin, zâlimleri seçmeyin, zâlimleri savunmayın, zâlimlere kendinizi siper etmeyin.” denilmektedir. Bu noktada Mehmet Âkif’in şu mısralarını hatırlayalım:
Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!..[16]
-Boğamazsın ki!
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşığım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle![17]
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım:[18]
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım![19]
B.8. يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُٓوا اٰبَٓاءَكُمْ وَاِخْوَانَكُمْ اَوْلِيَٓاءَ اِنِ اسْتَحَبُّوا الْكُفْرَ عَلَى الْا۪يمَانِۜ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ [20] “Ey iman edenler, ey vicdan elçilerine güven duyanlar! Vicdan değerlerine güvenmeyi nankör olmaya tercih edenler babanız ve kardeşiniz de olsa sizden sorumlu olan kişiler yapmayın, kendinizden üstte olan mevkilere çıkarmayın, sizi yönetmesine veya kontrolüne almasına izin vermeyin.” âyeti makamlara birini getirirken getirilecek kişinin baba veya kardeş olmasının hiçbir önemi olmadığını belirtir. Âyet, kişinin en yakını olarak baba ve kardeşi öne çıkarmasıyla emaneti layık olanlara teslim etme ilkesini ortaya koymuş olur. Bu prensip Kur’an’ın temel ilkelerindendir.
Bir toplum veya devlette adalet ve eşitliği ayağa kaldırmak için olması gereken kural işi ehline, makamı layığına, arızayı ustasına, hastayı doktoruna teslim etmektir. Mevki ve görevlere parti, cemaat, tarikat, hizip, mezhep, sendika, grup, sınıf, soy, bölge ve aidiyet ortaklıkları üzerinden insan atamak Kur’an, vicdan, insanlık ve insafa ihanet etmektir. Böyle davrananları savunmak, desteklemek, güç ve iktidar sahibi yapmak bir Müslümanın asla yapmayacağı davranıştır. Çünkü sevgi (hub), acıma (şefkat), adalet (adl), barış (silm, İslam), güven (emn, iman), eşitlik (sevâ, kıst), kardeşlik (ihve), özgürlük (hurriye), paylaşım (zekât, infâk), direniş (sabır), başkaldırı (kıyâme) ve dayanışma (salât) ilkeleri üzerinde yükselen Kur’an; adaletin zedelenmesini, adaletsiz yönetimin egemen olmasını asla onaylamaz. Adalet kâtili siyasal güç ve iktidar düzenlerine karşı mücadeleyi peygamber kıssaları üzerinden dinamik tutar.
B.9. Kur’an, gerçeği ellerindeki imkânlarla baskılayan zâlimlerin bir gün diz çökerek yalvaracağını söyler.[21] Ezilenlerin devrim gerçekleştirdiği günde hiçbir zâlime acınmayacaktır.[22] Zalimlerle savaşarak hakkını geri alanlara ceza verilemez.[23] Sermayeye tapan, çıkarları peşinde koşan ve mülkiyeti putlaştıran, verdiği sözden dönen, sahip olduğu nimetlere karşı nankörlük edenler zâlim kimseler olduğundan onlarla yoldaşlık edilmez, onlara güvenilmez.[24]
Zâlimler egoist olduklarından birbirine de düşmanlık yapar.[25] Çünkü her zâlim kendi iktidarı dışındakileri yok etmeyi, güç ve yetkileri paylaşmamayı, her alanda tek olmayı ister. Yönetmenin yetki paylaşımı, güçlerin eşit dağıtımı, sosyal ve ekonomik dengenin topluma
[1] Sünnîlik (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat), Şiilik (Şia-yı Ali)
[2] On ikinci imama gelene kadar ona vekâlet eden velâyet-i fakîh makamında bir temsilci bulunur. İran’da bu görevi şimdi Âyetullah Ali Hamaney yürütüyor.
[3] Pâdişah, emîr, halîfe, sultan
[4] Hûd, 37/Ve lâ-tuhâdıb-nî fi’l-lezîne zalemû
[5] Mazlum: Zulüm gören; siyasal, ekonomik, hukuksal, psikolojik, toplumsal alanların hepsi, bir kısmı veya birinde baskı gören; düşüncesi, yaşam biçimi, tercihleri, inançları, özgürlüğü üzerinde baskı ve dayatmalara maruz kalan; yokmuş gibi muâmele gören, ezilen, itilen ve kakılan, kişiliği aşağılanan, hak ettiği verilmeyen, hakkı yandaşlıkla/torpille elinden alınan, haklı konuşmaları nedeniyle haksız biçimde cezalandırılan, eleştiri ve sorgulama yapması yasaklanan, susturulan, boyun eğmeye zorlanan, ekmeği elinden alınan, emeği çalınan, iftiraya uğratılan, bedensel baskılara uğratılan; kendisi, yakınları veya çocuklarına inanç, din, felsefe, mezhep, tarikat, cemaat, parti, dernek, vakıf ve ideoloji dayatılan.
[6] İbrahim, 13/ Ve gâle’l-lezîne keferû li-rusuli-him le-nuhricenne-kum min ‘arzi-nâ ev le-te’ûdunne fî milleti-nâ fe evhâ iley-him rabbu-hum le-nuhlikenne’z-zâlimîyn(e)
[7] Muktedir: İktidar sahibi, güç ve yetki sahibi
[8] Enbiyâ, 29/ Ve men ye-gul min-hum innî lhâhun min dûni-hî fe-zâli-ke neczîy-hi cehenneme kezâlike necziye’z-zâlimîyn(e)
[9] Yunus, 83/Ve inne fir’avne le’âlin fi’l-‘arzi ve inne-hû le-mine’l-müsrifîyn(e)
[10] Müsrif: İsraf eden, israfçı, sarf eden, kullanan
[11] Nisâ, 58/İnne’l-lâhe ye’muru-kum en tueddu’l-emânâti ilâ ehli-he ve izâ hakem-tüm beyne’n-nâsi en tahkumû bi’l-‘adl(i)
[12] Emîn: Güvenilen, iman edilen
[13] Prof. Dr. İbrahim SARMIŞ, Şûrâdan Saltanata, Teokrasiye ve Laisizme Yönetim, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2010
[14] Mâide, 8/Yâ eyyühe’l-lezîne âmenû kûnû gavvâmîyne li’l-lâhi şühedâe bi’l-gısdi ve lâ-yecrimenne-kum şeneânu gavmin ‘alâ ellâ ta’dilû İ’dilû hüve ağrebu li’t-tagvâ ve’t-tegu’l-lâh(e)
[15] Hûd, 113/Ve lâ-terkenû ile’l-lezîne zalemû fe-temesse-kumu’n-nâr(u)
[16] Âkif’in kastettiği ecdad, tüm geçmiş atalar değil; adalet, özgürlük, eşitlik ve barış için mücadele eden atalardır. Bunu ilk mısradan rahatça çıkarabiliriz. Atacılığı yasaklayan İslam, zâlim atayı savunmayı asla onaylamaz. Zâlim, kâtil, tecavüzcü, yağmacı, talancı, hırsız, ipsiz, dalavereci, işgalci, mülke çöken, eleştiriye kapalı, adâlet düşmanı, eşitlik karşıtı, özgürlük hasmı, sevgisiz, eroinci, torbacı, bencil, tahammülsüz, Tanrı’dan rol çalmaya çalışan, ilahlık yapan, büyüklenen, hileci, ikiyüzlü, kavmiyetçi, devlet kutsayıcısı, mezhepçi, lider putçusu, cinsiyetçi, mafya, ayrımcı, ayrıcalık tutkunu, oğlancı, köleci, câriyeci, sosyal sınıfçı atalar elbette kastedilmiyor. Bahsi geçen nitelikler Kur’an’a göre kâfirlik, müşriklik, fâsıklık, münâfıklık ve zâlimliktir. Bu nedenle kâfir, müşrik, fâsık, münâfık ve zâlim atalar savunulmaz, desteklenmez, övgüye değer bulunmaz. Bunlarla bağımız sadece bedensel ve kavimsel ilişkiyle sınırlandırılır.
[17] Altın lâle: Makam, para, kariyer, kadın/erkek, konforlu yaşam, şöhret, servet
[18] “Görmedim, duymadım, bilmiyorum” biçiminde üç maymunu oynayan ve kendine Müslüman diyen ikiyüzlü çıkarcılar eleştirliyor.
[19] Mehmet Âkif ERSOY, Safahât, Altıncı kitap
[20] Tövbe, 23/Yâ eyyühe’l-lezîne âmenû lâ tettehizû âbâe-kum ve ihvâne-kum evliyâe inistehabbû’l-küfre ‘ale’l-îmâni ve men yetevelle-hum min-kum fe-ulâike humu’z-zâlimûn(e)
[21] Meryem, 72
[22] Kasas, 41
[23] Şûr’a, 41
[24] Mâide, 51
[25] En’am, 129