”Ne kadar temas edersek, bir arada olursak ve birbirimizden haberdar olursak gerçek zulm ediciyi tespit imkanımız artar. Birbirimizi duymayacak, görmeyecek, temas etmeyecek şekilde herkes kendi adasında yaşıyor. Biz bunu ada olmaktan çıkarmak zorundayız. Bu çalıştaya o anlamda saygı duyuyor ve çok önemsiyorum. Çünkü görmezsek, duymazsak, temas etmezsek ülfet geliştiremiyoruz, sevemiyoruz ve sevemediğimiz insanlarla iyilik üretemiyoruz arkadaşlar. O iyiliği geliştirmek için temaslarımızı, bu ortamları doğallaştırıp çoğaltmamız gerekiyor.”
25-26 Ocak 2020’de İstanbul Balat’taki İnşa Kültürevi’nde yapılan 2. İslam ve Sol Çalıştayı’na 24 konuşmacı katıldı. Ayrıca yurt dışından ve cezaevlerinden yazılı tebliğler ve video mesajlar sunuldu. İki gün süren çalıştayda Tarhisel Tecrübeler, Çağdaş Tecrübeler, Karşılaşmalar ve Yüzleşmeler, Kişisel Tecrübeler, Kadın, İslam ve Sol başlıkları altında 6 oturum yapıldı. Tüm konuşmaları ”2. İslam ve Sol Çalıştayı Konuşma Metinleri ve Kayıtları” yazı dizisi ile sunuyoruz. Bugün Fatma AKDOKUR’un konuşma metnini yayınlıyoruz.
Merhabalar arkadaşlar hoş geldiniz diyor ve hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Berrin hanımla bizim Başkent Kadın Platformu yolculuğunda beraberliğimiz var. Oradan dostluğumuz ve tanışıklığımız var. Ebru arkadaşımızın konuşmasının önemli bir kısmına katıldığımı söylemek istiyorum ama ciddi rezervlerim var. Fakat onları burada burada açmak ve müzakere etmek biraz zorlayıcı olur. Ama benzer bir yolculuğa farklı bir biçimde bakmaya gayret edeceğim.
Bana bu teklifi sevgili Zeynep sunduğunda dedim ki; ‘’İslam, sol ve kadın benim uzmanlık alanım değil.’’ Bu sebeple affınızı rica ediyorum. Zeynep de ‘’olsun tecrübeleriniz temaslarınız üzerinden konuşursunuz’’ deyince benim kabulümü kolaylaştırmış oldu. Ben de oralardan bir şeyler söylemeye çalışacağım.
Sondan başlayacak olursam şüphesiz hepimiz geldiği nokta, mevcut iktidar ve onun kimliğinde şahsında İslam, İslamcılar ve Müslümanlar üzerinden çok ciddi bir hesaplaşma götürülüyor. Bu hesaplaşmanın büyük bir kısmına önemli ölçüde katılıyorum ve o hesaplaşmanın içindeyim. ama şöyle bir hesaplaşmayı kendi adıma daha doğru buluyorum. 13 yaşından beri başını örten ve bulunduğum her yerde bunun mücadelesini bir biçimde veren, (bunun bir mücadelesi var mı derseniz, o da ayrı bir hikaye) kimliği, düşüncesi, fikriyatı, yaşam felsefesi görünür olan bir kadınım. Ne demek istiyorum? İçinde bulunduğum kıyafet hiç bir zaman ve ortamda gizlenebilecek, örtülebilecek, saklanabilecek özellikte değil. Ben neredeysem, hangi ortamda isem benim bir aidiyetim ve o aidiyete dair doğru yanlış bir sürü yükleme bana da odaklanan bir şey. Yani sizin, yaptığınız, düşündüğünüz, yazdığınız, çizdiğiniz vs her şey bir kenarda, size bir çok kişinin veya bir çok anlayışın, algının, yazının, çizinin bakışı bir kenarda. Bana bakan Cüppeliyi görür, bana bakan Şenocak’ı görür, bana bakan İhsan hocayı da görür, bana bakan Erdoğan’ı da görür. Yani bu öyle bir görünür kimlik ki… Yıllar önce 28 Şubat sürecinde, kapıda dilekçemiz kabul edilsin diye ısrarla beklerken, gözümüzün önünde gümüş yüzüklerini çıkarıp içeriye buyur edilen erkek arkadaşlarımızı gördüğümüz zaman o farkı anlıyorsunuz. Yani şunu söylemeye çalışıyorum; Bize bakan herkes ister ulusalcı laik kesim, ister ulusalcı sol kesim, ister kadın arkadaşlarımız olsun bize bir kategorik olgular grubu olarak bakıyor. Az önce Ebru arkadaşımızın bir cümlesi beni çok derinden irkiltti. ‘’Tarihsel zorunluluk olarak’’ dedi. Ben bütün anlatılarından kastının olmadığını tahmin etmek istiyorum ve öyle kabul ederek konuşuyorum. Tarihsel zorunluluk derken, sosyalist literatür içerisinde bir anlamı da olabilir. Bu benim cahilliğim de olabilir ama bir zorunlulukla bir aradalık gerçekten beni biraz zihnen, gönül olarak irkiltti ve rahatsız etti. bunu böyle belirtmek isterim.
Dediğim gibi 13 yaşında, orta birinci sınıfta başörtülerimizi taktığımız zaman, okulumuzda sağcılar hakimdi. Bizler sağcılar olarak bir fotoğraf çektirmiştik. 70’li yıllardı, ben orta birinci sınıftaydım. Orta üçe geldiğimiz zaman artık şöyle diyorduk; ‘’Solcular ateist, sağcılar Türkçü / ırkçı, biz ne sağcıyız ne solcu İslamcıyız İslamcı.’’ Aşama bu şekilde gelişti. O zaman solcu olarak gördüğümüz bir CHP iktidarının olduğu dönem, MSP ile de bir dönem ortaklıkları olmuştu. Hadi bunu da geçtik hep etrafımızda bazı öğretmenlerimiz sınıfta ciddi bir ateist propagandası yapıyordu. Yani ilerici isen, aydınlıkçı bir düşünceye sahipsen, solcuysan ateist olacaksın. Ben Adanalıyım, ateşin en şiddetli yerinde yaşadım bu yılları. Ve ben bir Müslümanım dolayısıyla burada benim yerim yok. Sol cenahta yerim olamaz. Türkçü veya ırkçı mıyım? Hayır değilim, ben herkesi çok seviyorum. Kürt komşularım var onları çok seviyorum ve dayanışıyorum. Dolayısıyla ben Türkçü olamam, benim burada da yerim yok. Ben üçüncü yolcuyum. Hala da öyle gidiyoruz. Son yıllarda bazı yapılan yanlışlara karşı verdiğim imzalara baktığımda yine üçüncü yolcu olarak durduğumu görüyorum.
Sonra orta üçte şu tartışmalar başlamıştı: Mesele Müslümanların inandığı ayetlerin bir ideoloji açısından kullanılmasının ilk örneği olarak ‘’Amel defterleri sağ elinden ne mutlu o sağcılara, amel defteri sol elinden verilenler onlara yazıklar olsun’’ gibi… Biz orada İslamcıydık, dışarıda başımızı örtüyor, nereye kadar örtebilirsek çok büyük bir kazanım elde etmiş heyecanı yaşıyorduk. İçeride açıp dışarıda örtüyorduk. Bazı sınıftan bizi seven arkadaşlar koştura koştura ‘’Ya Fatma Kur’an’da böyle bir ayet var mı, solcular aleyhine?’’ diye soruyorlardı. Yok arkadaşım ‘’O öyle değil’’ demeye başladık. Orada Kur’an ayetlerinin tıpkı Haricilerin ‘’la hükme illa lillah’’ hükmünü sloganlaştırıp, siyasallaştırıp kullanması gibi, sağ zihniyetin Kur’an’ı ve Kur’an anlayışını kullandığının farkına vardık. Ve burada farklı bir şeyler oluyor demeye başladık.
Ben şu anda da mevcut iktidarın başına sarık geçirmiş derin bir devlet, Kemalist bir yapı olduğu konusunda en küçük bir şüphe duymuyorum. Onun için de yapılıp edilenleri de kendi adıma üstüme almıyorum ve buna hayır diye bildiğim her yerde buna hayır demeye çalışıyorum. Bunu çok temel bir durum olarak görüyorum. Bu bir omurga arkadaşlar. Bu omurgayı kaydırdığımız an felç oluyorsunuz. Az önce Ebru arkadaşımızın verdiği; ‘’cinsel taciz yapmayan başörtülü kadın, yapan başı açık kadın’’ örneğinde olduğu gibi, nasıl hedef erkeklerden uzaklaştırılmaya çalışılıp, aradan sıyrılma çalışan bir güç odağı varsa aynı şey bu sistem içinde geçerli. Bugün Müslüman AKP zihniyeti iktidarı adı altında bizi ciddi anlamda bir oyuna getiriyor diye düşünüyorum. Tabi buradan gönüllü olan bir çok Müslüman grubu, Müslüman örgütlenmeleri, Müslümanları göz ardı ederek söylemiyorum bunları. Onların hepsini görerek söylüyorum. Asıl odak bizi, öyle yada böyle, olabildiğince ayrıştırıp kendi egemenliğini sürdürmeye çalışan o güç odağını görmemize bağlı. İlk direnç noktamızın veya bizi özgürleştirecek ilk noktanın orasının olduğunu düşünüyorum.
70’li yıllarımız çok olaylarla geçti. Olurda sağ mahallesinden geçtiğimizde ‘’Nasıl oradan geçersin, sağcı mısın?’’ diye itilip kakılıyorduk. Olurda sol mahallesinden, kurtarılmış mahalleden geçersek de ‘’Sen buradan nasıl geçiyorsun karpuz musun?’’ Bize o zaman karpuz derlerdi. İçi kızıl, dışı yeşil, kızıl komünistin bir başka biçimi. Ülkücüler tarafından bize isnat edilen bir sıfattı. Bütün bu çatışmalar içerisinde bir hak, özgürlük, insan onuru, eşitçe ve özgürce bu coğrafyada, bize emanet edilmiş bu yeryüzünde ‘’Adil bir yaşamı nasıl kurarız?’’ mücadelesi veriyorduk. 70’li yıllarda Libya başbakanı Türkiye’ye gelmişti ve biz çok coşkuyla karşılamıştık. Bir yeşil kitap getirmişti. Belkide bizim solla tanışıklığımız veya sempatik temasımızı o sağlamıştı. Belki de benim aklım o yaşlarda buna ayıyordu. ‘’Yeşil kitap sosyalist bir İslam, mümkün mü? Acaba olur mu?’’ diye sorgulamaya başladık. İşte bir taraftan Seyyid Kutub, Muhammed Kutub vd.lerinin sosyal adalet, sosyal düzen üzerine bir çok kitabını da okuyorduk. Ama hayır bence İslam bunların hepsini içeren bir din, bir sistem.
Dolayısıyla ben İslamcılık derken benim siyasal duruşumu temsil açısından söylüyorum. Ben İslamcı bir gelenekten gelen, kendisini İslamcı olarak tanımlayan, hala da eğrisi doğrusuyla içerisinde tanımlayan bir kadın olarak duruyorum. Bu aidiyetten kendimi hiç koparmadım. Çünkü benim hayata ana bakışım, yaşamı algılayışım ve insanlarla ilişkimi önemli bir ölçüde refere ettiğim, kendimi ait hissettiğim zemin İslam. Ve dolayısıyla ben hep o şekilde ‘’Müslüman bir kadınım’’ diye yolculuğumu yaptım.
70’li yılları geçtikten sonra 80’li yıllar bir uyuma dönemiydi. Çok acı bir şekilde bizim için uyumaydı. Ama çok ciddi anlamda o zindanlarda, Diyarbakır, Mamak, Askeri cezaevleri, Sağmalcılar, Ankara olsun olabildiğince ateşin düştüğü yerlerdi. Biz bu insanlar için hiçbir şey yapamamızın acziyeti içerisinde kendi kabuğumuza çekilmiş bir yolculuk yapmaya, okuma yolculuğu yapmaya başladık. Tabi 1979 İran İslam Devrimi o anlamda da bizde çok ciddi bir değişim ve dönüşüm için zemin sağlamıştı. Solcu arkadaşlarla beraber Halkın Mücahitleri grubuyla beraber Müslümanlar birlikteydi. Bu bence çok olağanüstüydü ve bir devrim olarak yaşadığım, gördüğüm çok kıymetli devrimdi. Fakat yıllar sonra 2000’de İran Devriminin getirdiği o coşkuyu yaşarken, solcu arkadaşlarla New York’a gittiğimizde, Halkın Mücahitlerine mensup arkadaşlarla bir kadın konferansında karşılaştık. Orada konuşmalarımız oldu. Onların da acı hatıraları vardı, bizim de acı hatıralarımız vardı. Onlar kendi ülkelerinde kendi kıyafetlerine yönelik yaptırımlar, onların ülkelerinde başörtüsü takma zorunluluğu, bizim ülkemizde çıkarma zorunluluğu. Ben bu zorunlulukların ikisine de itiraz eden bir kimlikle şunu söylüyorum: Başörtüsünün olup olmaması ayrı bir mesele, ben farz kabul ediyorum, etmiyorum bunların hepsi bir kenara. Kimse benim kıyafetimi düzenleme hakkına sahip değil. Ben 28 Şubat’taki direncimi bunun üzerine inşa ettim. Bana kimse ‘’şunu giyeceksin bunu çıkaracaksın, şöyle yapacaksın böyle yapmayacaksın’’ diye bir düzenleme yapamaz, bu yetki kimseye ait değil.
Dolayısıyla nasıl ki burada beni örtünmemi yasaklayan sisteme nasıl itiraz ediyorsam, beni olağanüstü etkileyen İran Devriminin dönüştüğü hâl ile İran’daki o yasağa aynı şekilde itirazımı göstermem gereken bir zemin. İkisin hiçbir farkı yok ve biz orada çok hüzünlü bir şekilde oradaki kadınlarla sohbet etmeye çalıştık. Onların hepsi bu yasaklar yüzünden gurbete gitmişti, 28 Şubat’ta da birçok arkadaşımız gurbete gitmişti. Bu mutsuzluğu bize yaşatanları bilmek ve o odağa ortak itiraz edebilme bilincini geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Onun ötesi de bana boş geliyor.
90’lı yıllar hayatımızda çok daha zorlu bir dönemi gösteriyordu. O yıllarda Mazlumder’in fiilen kuruluşunda yer aldım. Öğretmen olduğum için ismen yer alamadım. Çünkü o zaman bizi kollamaya çalıştılar dernek üyesi olursak başımıza iş gelir diye… Fiilen yönetimde yer aldığım süreç içerisinde gerek insan hakları alanındaki çabalar, çalışmalar, gerek işçi hareketleri, gerek Kürt hareketi konusunda çok ciddi anlamda hassasiyetlerimizi geliştirdik. Bu zemini de o anlamda çok kıymetli buluyorum. Ne kadar temas edersek, bir arada olursak ve birbirimizden haberdar olursak gerçek zulmediciyi tespit imkanımız artar arkadaşlar. Ben bunun farkına varınca çok üzüldüm ne yazık ki, ne kadar adalar halinde yaşıyoruz. Birbirimizi duymayacak, görmeyecek, temas etmeyecek şekilde herkes kendi adasında yaşıyor. Ama biz bunu ada olmaktan çıkarmak zorundayız. Bu zemini o anlamda çok saygı duyuyor ve çok önemsiyorum. Emek veren arkadaşları gönülden tebrik ediyorum. Çünkü görmezsek, duymazsak, temas etmezsek ülfet geliştiremiyoruz, sevemiyoruz ve sevemediğimiz insanlarla iyilik üretemiyoruz arkadaşlar. O iyiliği geliştirmek için temaslarımızı, bu ortamları doğallaştırıp çoğaltmamız gerekiyor. Hayır bereketin ben burada olduğuna inanıyorum. Birbirimizi değiştirmek, dönüştürmek vs. gibi kaygılar taşımadan herkes kendisi olarak ama ortak zulm ediciyi, ortak zalimi, ortak güç odaklarını ve sömürgecileri tanımak ve onlara itiraz edebilmek için birbirimize inanmamız, güvenmemiz, sevmemiz gerekiyor. Ben tanımadığıma güvenemiyorum. Çünkü bizim tanışıklığımız onların saltanatını çökertecek. Ama onlar ısrarla bizim tanışıklığımızı, bir arada olmamızı engelleyecek argümanlarla geliyorlar.
90’lı yıllarda bu çalışmaları yaparken, sendikal hareketler içerisinde fabrikalara gittiğimizde biz hakikaten çok acele ettik. Ama solcu arkadaşlarımız o kadar o alanın insanıydı ki, onlardan çok şey öğrendik. Süreç içerisinde yolculuklarımız çoğaldığında, 96’da Başkent Kadın Platformunu kurduğumuzda, en azından o tecrübeyi şöyle belirlemeye çalışmıştık: ‘’Farklı yerlerde duran ama dini hassasiyeti olan kadınlar bir araya gelsin.’’ Bakın aşamalardan söz ediyoruz. Ama bugün elhamdülillah öyle bir şey koymadan, dini hassasiyeti olan vs gibi bir şerh düşmeden kadınlar olarak bir araya gelme çağrılarını yapabiliyoruz. Bunu birçok aşamadan sonra olduğunu itiraf etmek zorundayız. Sözümün en başında söylediğim gibi biz belli bir kimliğiz ve bu kimlik bir mesafe üretiyor çevrenizle. İşte o mesafeyi kapatmak için o adımları hep sizin atmanız gerekiyor. Çünkü sizi gören doğrudan doğruya bir yere oturtuyor ve araya mesafeyi koyarak, en kolay şey olan görmezlikten gelmeye başlıyor. Göz temasınız kaçıyor. Aynı yerde öğretmenlik yapıyorsunuz ama çok bir arada olmamaya çalışıyorsunuz, sadece selamlaşma oluyor. Eğitimsenli arkadaşlarımızla bazı çalışmalarda bulunmak istediğimizde, o günün ortamındaki ateş sırasında şöyle bir durum vardı: Baktık ki Eğitimsenli arkadaşlarımızın bir takım rezervleri var. Ne diyorlar? İmam Hatip Liseleri, Diyanet kapatılsın, başörtü yasağını devam etsin. Peki bu durumda nasıl ortaklaşacağız? Biz tanışmak, konuşmak istiyoruz ama bizim dünyamıza ait (doğruluğu yanlışlığı ayrı bir kenarda tutarak) neyi hoş görüyorsunuz? O kadar doğrudan doğruya hedef halinde görünüyoruz ki, gericiler diye konuşuyorlar vs… Bugün bile bir tarama vesilesiyle Eğitsenin bir açıklamasına baktığımda ‘’her yer İmam Hatip Lisesi oldu, her yere İmam Hatip Lisesi açılmasının şöyle şöyle zararları var gibi açıklamalar görüyorum. Bir hak savunusu için illaha başkalarının taleplerini kısıtlanmasını talep etmek gerekmiyor bana göre. Evet bizim İmam Hatip dışı farklı ortaokullara, liselere ihtiyacımız var. Bunu destekliyoruz ve altını çiziyoruz. Bende bazı şeylerden, o anlamda yapılan nobranlıklardan rahatsızım ve bunu dile getiriyorum. Ama bu hak taleplerini dile getirirken, başkalarının hak talebi olarak gördüğü şeylerin ortadan kaldırılmasını talep etmeyi şahsen ben doğru bulmuyorum. Dil olarak doğru bulmuyorum, ortaklaşamıyoruz. Bu kadar kendi toplumunun kültürel ve dini toplarına yabancılaşmak bana göre solcu arkadaşlarımızla yolculuğumuzda ciddi sorun oluşturdu, ışıklar içerisinde yattık. Şimdi nurlar içerisinde yat demek yerine, ne oluyorda ışıklar içerisinde yat ( ki benim için problem değil) demeyi tercih ediyoruz? Ciddi anlamda böyle dille ilgili bir sıkıntı var. Gericiler, gerici mücadele, türban mahkumiyetine maruz bırakılmış kadınlar gibi söylemler oluyor. Biz de haliyle ‘’Arkadaş ne diyorsunuz? diye demek durumunda kalıyoruz. Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Birbirimizi daha çok anlamaya çalışacak, birbirimizin hassasiyetlerine saygı duyarak, bir değer vererek, birbirimizi o kadar kendimizin dışında öteki kılmayarak, ortaklıklarımızı çoğaltarak yapmak benim tercihim. ‘’Hiç birbirimize değmeyelim, hiçbir şeyimiz olmasın ama şunu yapalım da’’ diyebilirsiniz. Bu da bir yol ona da saygı duyuyorum ama benim gönlümden geçen birbirimizin dilini anlamak yönünde. Şimdi ‘’Allah rahmet eylesin, âmin’’ demek zor geliyor arkadaşlara. İnanıp inanmamak önemli değil, karşınızdaki insanın hassasiyetine dair bir saygı. Bu kadar kendimizi sol dili olarak, toplumun kodlarından veya toplumun değerlerinden soyutlayarak konuşmayı becerebilmek bana çok garip geliyor, şaşırıyorum.
90’lı yıllar hatırlar arkadaşlarımız, Manisalı gençler, Mecliste pankart açan gençler, bunlara ilişkin Ankara Kızılay’da eylemler oluyor. Ben o zaman daha müteessir kıyafetlerle upuzun pardösü ve kocaman eşarplıyım, atladım gittim Kızılay’a. Bana da uzak bir yer ama ‘’o gençlerin yanında olmalıyım’’ dedim. İnanın beni gördükleri an benim orada olmamam gerektiğini anladım. Çünkü onları provoke etmiştim. Benim kaygım, düşüncem o gençlere yapılanın yanlışlığını, yapılamayacağını söylemekti. Ama oraya gitmem onların ‘’Gericilere ölüm, kahrolsun şeriat’’ sloganlarını atmalarına vesile olmuştum. Hemen çekildim ve oradan uzaklaştım. Oradan dağılan bazı gençlere, fazla da üstlerine gidemiyorsunuz dedim ki; ‘’Aslında sizi de böyle bağırtan, beni de sizden kopartan odağı gözden kaçırıyoruz’’ Bu çok önemli bir şey. Birbirimizin acısını dahi paylaşamayacak şekilde bizi ayrıştırıp kamplaştırıyorlar. Bunlara fırsat vermeyenler olmak zorundayız.
Yine aynı sene 96’da İstanbul’da HABİTAT toplantılarına Başkent Kadın Platformu olarak katılmışız. Hidayet hanımlarla hep beraber gelmiştik o İstanbul’a. Toplantı Sivas Katliamı üzerine yapılıyor. Ben Sivas Katliamı ile ilgili Ankara’da Mozaik Radyonun her yıl yaptığı o programı evde gözyaşı ile dinleyen birisi olarak, o insanlara ‘’geçmiş olsun, biz sizinleyiz’’ demek için gittiğimde beni salonda linç edeceklerdi. Güvenlik görevlileri çağrıldı ve ben dışarı atıldım. Peki niçin? Çünkü görünen kimliğini, yaşam biçimini görünür kılan bir biçimde olduğum için. Ve bütün olumlu ve olumsuz şeyler benim üzerime yüklenmiş olarak, beni Sivas katliamcısı olarak linç etmek istediler. Bunlar bu ülkede olup bitenleri görmek açısından çok önemli şeyler ve fark etmek açısından. Yine ben aynı şeyi söylüyorum; Bizim mevcut iktidarla olan kavgamızın, sarık sarmış bir derin devletle olan kavga olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Bütün dini duyarlılığı olan kesimlerin çok dışa atıcı dilden ve onların bizi görmezden gelmesine sebep olacak şeylerden uzak durulması ve onların duyarlılığını artıracak şeyler yapmak zorundayız. Bir arkadaş demiş ki; ‘’Ne oluyor da bu Müslüman kadınlar şu AKP ‘yi desteklemekten vazgeçmiyor?’’ Onların vazgeçememelerinin de bir sürü sebebi var. Tabi ki onları mazur görelim anlamında, bu yanlışlıkları örtelim anlamında demiyorum. Hayır her gün beraber bağıralım ve her gün söyleyelim. Ama şunu unutmayalım ki, ortada çok ciddi bir güç odağı var ve bu güç odağı allem ediyor, kallem ediyor bizi parça parça edip birbirimize düşürüyor. Ondan sonra da kendi sefasını sürüyor. Bunun için bu zeminleri, bu birliktelikleri, birbirimizin gözüne, yüzüne bakabilmeyi, selamlaşabilmeyi çok kıymetli görüyorum.
En son CHP’iyle olan İstanbul seçimlerinde destek meselesinde bazı Müslümanların desteğinin çok travmatik bir şekilde kendi çevremizde reflekslere sebep olduğunu biliyoruz. Çünkü her ne kadar bir tane sol yok ise de, toplumda ana akım sol CHP ile özdeşleşmiş ve bu SHP uygulamalarının hepsi de CHP’ye fatura edilmiş. Dolayısıyla insanlar CHP’yi görünce solu, solu görünce CHP’yi görür olmuş ve ondan sonra da yaşadıkları bir sürü maziyi hatırlıyor. O ister istemez bir savunma psikoloji ile içe kapanmayı doğuruyor. Bu içe kapanmalardan dışarı çıkarak birbirimizle teması, birlikteliği çoğaltmaya ihtiyacımız var.
Hepinize çok teşekkür ediyorum.
adilmedya.com