Anayasa Mahkemesi (AYM) insan haklarını koruyan bir yüksek mahkeme olarak varlığının hala bir anlamı olduğuna ilişkin son fırsatı da tepti ve Cumhuriyet davasında tutuklama kararlarına ilişkin başvurularda hak ihlali görmedi.
Bu karar, içeriği ve sonuçları itibariyle sadece basın özgürlüğünün değil, bir bütün olarak demokratik hayatın da geldiği noktayı göstermesi bakımdan hayli önemliydi.
AYM, çok değil, üç yıl önce o tarihte Cumhuriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Can Dündar ve Ankara temsilcisi Erdem Gül’ün haberlerinden dolayı tutuklanmasını hak ihlali olarak görmüştü. Kararda, iki gazetecinin MİT tırları ile ilgili yaptıkları haberler nedeniyle tutuklanmasının sadece ‘kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını’ değil, aynı zamanda ‘ifade ve basın özgürlüğünün’ de ihlali olduğu belirtilmişti.
AYM kararında Dündar ve Gül’ün tutuklanmasına ilişkin kararlarda haberler dışında somut herhangi bir delilden bahsedilmediğine dikkat çekilmiş ve şöyle denilmişti: “İsnat edilen suçlamalara temel olarak gösterilen tek olgunun başvuruya konu haberlerin yayımlanması olduğu gözetildiğinde hukukilik şartını sağlamayan tutuklama gibi ağır bir tedbir, ifade ve basın özgürlükleri bakımından demokratik bir toplumda gerekli ve ölçülü bir müdahale olarak kabul edilemez.”
Yani AYM, o tarihte ‘gazetecilik faaliyeti nedeniyle’tutuklanmanın bir hak ihlali olduğunu belirtmiş, “Gazetecilik suç değildir” demişti.
AYM, dün yine Cumhuriyet gazetesinin yazar ve yöneticilerinin tutuklanmasıyla ilgili başvuruları görüştü ve bu defa gazeteyi yayınlayan eski Cumhuriyet Vakfı İcra Kurulu başkanı Akın Atalay, genel yayın yönetmeni Murat Sabuncu, muhabir Ahmet Şık ve Cumhuriyet Vakfı yönetim kurulu üyesi ve avukat Bülent Utku’nun başvurularını reddetti.
Oysa tıpkı Dündar-Gül kararında olduğu gibi, AYM’nin önüne gelen başvurular yine gazetecilik faaliyeti nedeniyle tutuklama gerekçesine dayanıyordu. Savcılığın Cumhuriyetçilere yönelttiği suçlama gazetenin yayın politikasının değiştirilmesi ve yapılan yayınlarla ‘terör örgütlerine yardım etmek’ti.
Yine benzer şekilde, Cumhuriyet davasında savcılığın bütün ısrarlı araştırmalarına rağmen iddia edilen ‘terör örgütlerine yardım’ suçlamasına dayanak olacak bir delil bulunmamıştı. Buna rağmen savcılığın iddianamesi şu teze dayanıyordu: Cumhuriyet Vakfı’nda yönetimin ‘usulsüz’ yapılan seçimle değişmesinden sonra gazetenin yayın çizgisi değişti ve gazete bilumum terör örgütlerine yardım eder bir hale geldi.
Bunun delili var mıydı? Elde sadece savcılığın ‘iletişim bağlantısı’ veya ‘mali bağ’ kurma arayışıyla yaptığı araştırma sonunda delil diye ortaya koyduğu gariplikler vardı. Bu deliller, o kadar zorlamaydı ki davanın ‘parkeci-pideci’ davası diye adlandırılmasına neden olmuştu.
Geriye hükümeti rahatsız eden haberler, röportajlar, manşetler ve köşe yazıları kalmıştı. AKP’li olduğunu sosyal medya hesabından açıkça ilan eden ve görevlendirilmesini ‘devlet sırrı’olarak açıklayan bir garip ‘bilirkişi’nin yazdığı rapor dayanak gösterilerek gazetecilik faaliyetleri mahkum edildi. Üstelik suçlamalara dayanak gösterilen gazetecilik faaliyetlerinin hiçbiri Basın Kanunu’na göre dava açmak için zorunlu olan 4 aylık sürede dava konusu olmamıştı. Hatta bazıları soruşturulup “takipsizlik” kararı verilmiş gazetecilik faaliyetleriydi.
AYM, işte bu, akıl ve mantık sınırlarını zorlayan zorlama suçlamalarla hukuk tarihine geçen bu davada verilen tutuklama kararlarında herhangi bir ihlal olmadığına hükmetti.
Şık’a özel tarife
Dündar-Gül kararını üçe karşı 12 oyla alan AYM, Akın Atalay, Murat Sabuncu ve Bülent Utku’ya ilişkin kararını altıya karşı dokuz, Ahmet Şık kararını bire karşı 14 oyla aldı. Oysa, Dündar-Gül kararını veren heyette sadece iki değişiklik vardı. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra tutuklanan bu iki üye yerine yeni üyeler atanmıştı. Yeni atanan iki üyenin başvurunun reddi yönünde oy kullandığı varsayıldığında, Dündar-Gül başvurusunda ihlal kararını veren 12 üyeden altısının Atalay, Sabuncu ve Utku’nun başvurularında görüş değiştirdiği anlaşılıyor.
Oy dengesinin Ahmet Şık’ın başvurusunda köklü biçimde değişmesi kararın önemli unsurlarından biri.
Ahmet Şık, soruşturmaya sonradan eklenmiş ve ilk tutuklamalardan iki ay sonra tutuklanmıştı. Üstelik suçlandığı haber ve tweetler hakkında daha önce hiçbir soruşturma olmadığı halde önce FETÖ’ye yardım iddiasıyla tutuklanmış, sonra bu iddianın saçmalığı karşısında yardım ettiği örgütler listesine başka isimler yazılmıştı.
Gazetenin başka hiçbir muhabiri soruşturulmazken Şık’ın tutuklanmasının ardında iktidar basını tarafından özel olarak hedef gösterilmesinin olduğu açıktı. Nitekim Şık, sırf bu nedenle uzun süre tutuklu kaldı ve mahkeme ceza belirlerken asgari sınırın üzerinde bir ceza verdi.
Oylama sonuçları arasındaki bu fark, Şık ile ilgili yürütülen özel kampanyanın AYM’de de etkili olduğunu gösteriyor ve kararın hukuki değil, siyasi ve keyfi bir karar olduğunun altını bir kez daha çiziyor.
‘Gazetecilik suçtur’ kararının gerekçesi nasıl yazılacak?
AYM kararının gerekçesini henüz yazmadı. Can Dündar ve Erdem Gül kararındaki değerlendirmeler karşısında AYM’nin nasıl bir gerekçe yazacağını tahmin etmek güç değil.
En başta AYM tutuklamaların gazetecilik faaliyeti nedeniyle olmadığını, yani bir imkansızı ispatlamak zorunda olacak. Burada hiç kuşku yok ki dava aşamasında çöken savcılığın mantığını sahiplenmek zorunda kalacak. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da Cumhurilet Vakfı’ndaki yönetim değişikliğini temel alacak. Yani bir defa daha vakıf seçimlerini hükümet desteğiyle iptal ederek gelen ‘yeni’ yönetimin “Vakıf davası ayrı – ceza davası ayrı” argümanının geçersizliğini ortaya koyacak.
AYM ayrıca mevcut standartlarını dahi epey zorlayarak ‘parkeci-pidec’” saçmalıklarını da‘kuvvetli suç şüphesi’ bağlamında zikretmek zorunda olacak.
Neresinden bakarsanız bakın, AYM gerekçesine ne yazarsa yazsın, üç yıl önceki kararının aksine, gazeteciliği suç sayan bir kararı üstelik bir ‘pideci-parkeci’ davasında vermiş olacak.